Duyguların Kökeni, Abjektleştirme ve FeminizmYazar bu kitapta belli duyguların daha çocukken bir renge dönüştüğünü, şekillenen bu duygunun da nesilden nesile aktarıldığını savunur. Ötekine olan bakışımız da bu aktarımın mirasıdır. “Acı” , “nefret” , “iğrenme”, “sevgi” , “utanç” gibi bölümlere ayırdığı kitapta bu duyguların kuramsal ve pratikteki yansımalarını örneklendirir. “Acıyor” artık “sen beni incitiyorsun”a, zamanla “sen acı vericisin”e, hatta “sen kötüsün”e dönüşür.
Yazar ötekine karşı kendi sınırlarını güvence altına alma kapasitesine musallat olan bir “gulyabani” figürünü anımsatır. Gulyabani herhangi bir yerde ve herhangi bir kişi olabilir: Gelecekle ilgili kâbuslar görmemize yol açan, gelecekteki incinmelerin beklentisi olan ortalıkta gezinen hayaletimsi bir figür. “Onu” görmeye sürekli devam ederiz. Bu nefret figürleri dolanır durur ve sabit bir göndergeleri olmadığından tesir değerlerini biriktirirler.
Neden nefret içten geliyormuş gibi hissedilir ve nefret neden bağımsız mevcudiyete sahip başka kişilere yöneltilir?
Nefret, ötekinin elinin altında olmasını ister; yıkmak isterken bile dokunmak ister.
Siyahi feminist Audre Lorde’un trende beyaz bir kadınla karşılaşmasını burada örnek verir:
“Harlem ’e giden AA metrosu. Annemin paltosunun koluna sıkıca tutun muşum, elleri torba dolu, Noel alışverişinin ağırlığı. Kış kıyafetlerinin nemli kokusu, trenin sallanması. Annem yansı boş bir koltuğu fark edip, karla kaplı küçük bedenimi koltuğa itiyor. Bir tarafımda gazete okuyan bir adam. Diğer tarafımda kürk şapkalı bir kadın bana bakıyor. Bakarken suratı buruşuyor ve bakışlarını aşağı kaydırıyor, benimkilerle birlikte. Deri eldivenli eli, benim yeni mavi kar pantolonumla onun kürk mantosunun buluştuğu yerde geziniyor. Mantosunu kendisine doğru çekiştiriyor. Bakıyorum, ikimizin arasındaki boşlukta onun gördüğü korkunç şeyi göremiyorum muhtemelen bir hamamböceği. Fakat dehşetini bana da geçiriyor. Bakışlarından anlaşıldığı kadarıyla çok çirkin bir şey olmalı, bu yüzden ben de kar kıyafetimi ondan uzaklaştırıp kendime çekiyorum. Kadına baktığımda hâlâ bana baktığını görüyorum, burun delikleri ve gözleri kocaman. Tam o anda aramızda hiçbir şeyin olmadığının farkına varıyorum; mantosunun değmesini istemediği şey benim. Kürkü yüzüme sürünüyor ve hızlanan trende ayağa kalkan kadın ürperti içerisinde tutamağı yakalıyor. New York'ta doğmuş ve büyümüş bir çocuk olarak, annemin oturabilmesi için hızlıca kenara kayıyorum. Hiç bir şey konuşulmuyor. Ne yaptığımı bilmediğim için anneme bir şey söylemeye korkuyorum. Gizlice kar pantolonumun yanlarına bakıyorum. Acaba üzerinde bir şey mi var? Burada, anlayamadığım ama hiç bir zaman unutmayacağım bir şey oluyor. Gözleri. Kocaman burun delikleri. Nefret.
Burada yazar özellikle “bakış” üzerinde durur. Bakış sözlü ve fiziksel şiddet kadar tesirlidir. Psikolojik şiddette bir travmaya dönüşür.
Audre’nin bakışları beyaz kadının bakışları ile birlikte aşağıya kayınca, Audre “korku” hisseder. Kendisini kadının nefretinin nesnesi olarak algılamaya başlar: Althusser’in deyimiyle ,nefret edilen olarak “selamlanır”. Nefretin “ifası” onun sadece dile getirilmesi anında “olup bitmez”. Dolaşıma (aynı zamanda duygusal tesir olan) bir dizi etki girer. Nefret nesnelerinin dolaşımı serbest değildir.
“İğrenme” terimi en basit ifadeyle beğenimize ters anlamına gelir. Bir yiyeceğin görüntüsü, kokusu ya da tadındaki olağandışı herhangi bir şeyin bu hissi hemen nasıl ateşlediği merak edilesi bir konudur. Darwin’in aktarımından bir örnek verir:“Tierra del Fuego’da bir yerli, yediğim soğuk kuru et parçasına dokunmuştu.Onun yumuşaklığı karşısında aşırı bir iğrenme duymuştu; aynı zamanda ben de yediğim ete bir çıplak bir yabaninin dokunmasından dolayı aşırı bir iğrenme hissediyordum, elleri kirli görünmese bile”.
İğrenme duygusunu anlatırken 11 Eylül olayını örnek verir.
İkiz kulelerin yıkılışının ardı ardına gösterilmesi (ilk gün birkaç dakikada bir, birkaç ay sonra birkaç saatte bir ve sonrasında birkaç ayda bir) post- travmatik stresin özelliği olan tekrar etme zorunluluğunun sergilenmesi gibi görünüyordu. Bu zorunlu dönüş bilinçaltının travma durumuna geri dönme arzusudur. Hoş olmayan durumları tekrar ederek ya da sürekli onlara geri dönerek, travma yaşamış kişi bilinçsizce, başarılı olmak ve böylelikle keyif haline geri dönmek ister.
Travma görüntülerinin tekrarı henüz bireysel ya da topluluk ruhuna uyum sağlamamış şeyin yeniden canlandırılması ihtiyacını gösterir. İğrenme olayın kişiler üzerindeki “şok etkileri” açısından önemli olabilir; hakikaten de olaya sıklıkla “iğrenç”lik atfı yapılmaktadır. Bu atıf nasıl işler? Ne yapar? İğrenme, bir imge olarak olayla büyülenmişlik içerir; sanki kişi, şimdiki zamandaki dikkat çekici bir nesneymiş gibi o imgeye yakın olma arzusu içindedir.
Utanç duygusunu analiz ettiği bölümde sadece bireysel değil bir ulus olarak da utanç hissetmenin ne demek olduğunu örnekleriyle aktarır.
Utanç yoluyla bir kimlik iddiasında bulunmak ne demektir? Ulusal utanç nasıl bireyleri utançtan kurtarırken bir yandan da geçmiş yanlışları kabullendirmeye yarar?
Utanç ve suçluluk arasındaki farklılıkları ve bedensel karşılaşmalardaki fenomonolojik utanç deneyimini analiz eder.
Gerçekten, özellikle de 11 Eylül saldırılarından beri, çok kültürlülük bir güvenlik tehdidi olarak algılanmaktadır: Ulusa katılanlar terörist “olabilirler” ve bu “olabilirlik” zaten yabancı olarak görülen ötekilerin gözetlenmesi talebini artırır.
İngilizce abjectten (aşağılık, sefil, dışlanmış, dışarı atılmış olan) türetme bir kavram olan abjektleştirme bölümünde yazar, bir şeyi bu kadar tehditkâr yapan nedir? Sorusunu sorar ve ona göre;Abjekt içimize girmez; bizi içten
dışa, dıştan içe çevirir.
Özellikle Queerler ile ilgili analiz yaptığı bölümde abjektleştirme kavramı üzerinde durur. Queerler bir yandan abjekt varlıklar olarak inşa edilirken, öte yandan arzu ve cazibe kaynaklarıdır. Michael Bronski “heteroseksüellerin, homoseksüel ve gey kültürü karşısındaki korkusu ile bu özgürlük ve hazza duyulan eşit derecede güçlü kıskançlık ve arzu” arasındaki gerilimi inceler.
Feminizm bölümünde yazar niçin feminist olduğunu şu sözlerle aktarır: “Bizi feminist yapan, kadınların baskı altında olmasına duyulan kızgınlık değildir; böyle bir kızgınlık dünyayı zaten farklı bir şekilde yorumlamayı ve bu yorumu da yorumlamayı gerektirir; yani kendini feminist olarak tanımlama dünyayı bu şekilde eleştirmek için o öfkeyi kullanmaya bağlıdır.”
Son söz olarak; Duyguların başlangıç noktaları değil, sonuç olduğunu, bu nedenle de muhakemenin temelini oluşturamayacaklarını ileri süren bu kitabı okumanızı tavsiye ediyorum.