Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Temmuz ayının başlarında kırsal bölgeler, Şamil'in bizzat dağ­lardan ineceği ve Telav'a saldırı düzenleyeceği dedikodularıyla çalkalanıyordu. Fakat Prenses Anna endişeli değildi. Yağan yağmurdan dolayı Alazani o kadar kabarmıştı ki nehri geç­menin imkansız olduğunu düşünüyordu. Ayrıca milisleriyle birlikte görevde olan kocasından haber almıştı. Kalesinin çok sayıda Lezgi tarafından saldırıya uğradığını söyleyen Prens, bozguna uğrayan düşmanların ağır kayıplar verdiğini yazıyor­du. Birkaç güne Tsinandali'ye geleceğim diyordu. Prenses'in huzursuz olması için bir neden yoktu (Prens, aslında eşinin kendisi için endişelenmesine gerek olmadığını anlatmaya ça­lışmıştı. Fakat Prenses, mektubu yanlış anlamış ve kendisinin tehlikede olmadığını düşünmüştü). Ertesi gece Lezgi Hattı'na saldırmak için Alazani'nin diğer yakasındaki tepelere inen dağlılar mahsulleri ateşe verdi. Prenses, hala Tsinandali'nin tehdit altında olduğunu düşünmü­yordu. Dağlılar Gürcistan dağlarının kadim düşmanı olsalar da yüzyılın başında yaklaşık yirmi bin Lezgiden oluşan bir kuvvetle Tiflis'in yüz kilometre yakınına kadar gelen Avar Hanı Ömer' den beri Alazani'yi geçmemişlerdi. Sadece kale ve köylere baskın dü­zenliyorlardı. Prenses, dağlıların ıssız bir sayfiye eviyle ya da bir avuç kadın ve çocukla ilgilenmeyeceğine inanıyordu. Hem ko­cası, yazdığı mektupta için rahat olsun dememiş miydi? Çiftli­ğin kahyası ve köyün reisi derhal yola çıkması için yalvarıyordu. Fakat birkaç hizmetçiyi nöbetçi olarak görevlendiren Prenses, başka tedbir alma ihtiyacı duymadı. Geçmişte köylüler, Lezgi baskınlarından kurtulmak için ormana saklanırdı. Prenses' e or­mana saklanması tavsiye edildi ancak çok anaç biri olan Prenses, bütün dikkatini hala emzirdiği dört aylık bebeğinin ihtiyaçlarını karşılamaya vermişti. Bebeğinden başka birini gözü görmüyordu ve rahatsız edilmek istemiyordu. Gitmesini söyleyen insanların sözleri, bir kulağından girip öbür kulağından çıkıyordu. Hiçbir şey yapmamaya karar verdi. Gece boyunca nehrin öteki tarafından silah sesleri duyuldu. Gü­neş doğduğunda sesler azalmış, daha uzaktan gelmeye başlamış­tı. Gökte tek bir bulut dahi yoktu. Hava çok sıcaktı. Kavurucu yaz güneşi yüzünden üzüm bağları bir serap gibi görünüyordu. Uyuyan Prenses Anna hariç bütün aile, dağlılar püskürtüldüğü için kiliseye şükretmeye gitmişti. Eve dönerken karşılaştıkları bir köylü, bir Lezgi kuvvetinin Alazani'yi geçmeyi başardığını ancak milisler tarafından durdurulduğunu söyledi. Fakat Çavçavadzeler adama inanmadı. Prenses Orbelyani, köylülerin panik yaptığını söylüyordu. İlerleyen yaşından dolayı herkesin hürmet gösterdi­ği Prenses Tinia, yanındakilere Prenses Anna'ya tek kelime dahi etmemelerini tembihledi. Bir saat sonra avluya gelen ve elbiseleri kurşun delikleriyle dolu köylünün dediklerini de umursamadılar. Adam, ne olup bittiğini anlamak için nehir kenarına indiğini ve Alazani'nin karşı yakasına gizlenen keskin nişancıların üzerine ateş açtığını anlatıyordu. Lezgilerin bela çıkaracağına emindi. Fakat sarhoşun teki gözüyle bakılan bu adama kimse kulak ver­medi. Mutfağa giden adam, horlaya horlaya uyumaya başladı. Öğleden sonra eve gelen bir yabancı, gece kalacak bir yer istedi. Nehrin karşı yakasındaki Lezgilerden kaçmak için Tognia geçidi üzerinden Alazani'yi geçmeyi başardığını, bu yüzden elbiseleri­nin sırılsıklam olduğunu anlattı. Haziran ayında yağmur nede­niyle kabaran nehir, kavurucu sıcakların etkisiyle bir nebze olsun yatışmıştı. Dolayısıyla Çavçavadzeler, adamın dediklerine inan­dı. Adam Telav'a giden bir tüccar olduğunu söyledi. Kafkasya' da misafirperverlik adettendi. Adama yemek ikram edildi, kuru kı­yafetler verildi ve yatacak bir yer gösterildi. Gece adamın sila­hını doldurduğunu gören hizmetçiler, durumu Prenses'e haber verdi. Bebeğiyle ilgilenmeyi bırakan Prenses, erkek hizmetçilere silah dağıttı ve evin etrafında devriye atmalarını emretti. Fakat hizmetçiler yorgundu. Nöbetçilerden ikisi, akşam yemeğinden sonra uyuyakaldı. Üçüncü nöbetçi, dadılardan biriyle şakalaşı­yordu. Duyulan bir el silah sesi, akşamın sessizliğini bozdu. Ya­bancı adam ormana doğru koşuyordu. Ağaçların arasına girip kayboldu. Eve niye geldiği şimdi anlaşılmıştı. Adam, bir Lezgi casusuydu. Arkadaşlarına işaret vermek için ateş etmişti ama bu işaretin ne anlama geldiğini kimse bilmiyordu. Prenses Anna, içinde bulundukları durumun vahametini anlamıştı. Sabahın ilk ışıklarıyla beraber Tiflis'e gitmeye karar verdi. Hizmetçilerine derhal eşyalarını toplamalarını emretti. Tarih, tehlike anında insanların saçma sapan işler ve eşyalarla oyalanırken felaketin yaklaştığını görmediği örneklerle dolu. Güven içinde Vareennes'e doğru yol alan Marie Antoinette, çi­çek toplamak için durmaya kalkınca hem kendi canından hem de topladığı çiçeklerden olmuştu. Prenses Anna da elinde hala kaçma fırsatı varken eşyalarını toplamayı tercih edince köşeye sı­kıştı. Çocuklarını yanına alıp ormana doğru kaçsaydı, belki kur­tulabilirdi. Fakat o, hizmetçiler hantal sandıkları taşımaya çalı­şırken başlarında durup kıymetli eşyalarıyla ilgilenendi. Pavoska adı verilen ve süratli gidebilen iki hafif arabanın hazırlanmasını emretti. Prens David'e evden ayrılacaklarını haber vermesi için birini yolladı. Prenses ve ailesi erkenden yattı. Durgun ve kasvetli bir geceydi. Ağaçlarda bülbüller şakıyordu. Madam Drancy'i uyku tutmamıştı. Bahçeye çıktı. Başına bir şey gelmesinden korkuyordu. Aslında ormana saklanmayı dü­şünmüş ancak patronlarının yanında kalmanın vazifesi olduğu­na karar vermişti. Gökte ay kocamandı. Ay ışıkları bahçeyi ve dağları aydınlatıyordu. Alazani'nin öbür yakasında yağmalanan köylerden yükselen alevler, hala görülebiliyordu. Çakalların ulu­ması, dağlarda yankılanıyordu. Asma dallarıyla kaplı şapelin ka­pısı açıktı. Madam Drancy, ikonanın önünde duran lambanın kırmızı ışığını görebiliyordu. Oraya gitti. İkonanın önünde diz çöküp kurtulmak için dua etti. Şapelden ayrıldığında, uzun bir adamın sessizce avluyu geçmeye çalıştığını fark etti. Adam, korkudan donakalan Madam Dran­cy'i görmedi. Prenses' in hizmetçilerinden biri olabilirdi. Madam Drancy, hizmetçilerin hepsini tanımıyordu. Fakat duruşu, ka­rarlı ve esmer yüzü, sessizce hareket etmesi, bu adamın hizmet­çilerden biri olmadığını gösteriyordu. Madam Drancy, adamın omzunda bir tüfek olduğunu gördü. Hızla eve yöneldi. Terasa ulaştığında, aşağıdaki nehrin sıcak yüzünden iyice kuruduğunu fark etti. Dehşete kapılmıştı. Atlarıyla kıyıda yürüyen iki adam, karşıya geçecek bir yer arıyordu. Ay ışığında silahları parlıyordu. Bu adamlar Çeçen gözcülerdi. Madam Drancy, Prenses Anna'nın yatak odasına daldı ve onu uyandırdı. Sessizce kalkan Prenses giyinmeye başladı. Çocukla­rının uyandırılmasını ve doyurulmasını emretti. Bütün ev ayak­taydı. Herkes koşuşturuyordu. Prenses emirler yağdırıyordu. Aceleyle çantasına birkaç eşya dolduran Madam Drancy, eski mektuplarını ve manevi değeri olan bir tutam saçı korsesinin içi­ne koydu. Mürebbiye olarak sorumluluklarını unutmayan Ma­dam Drancy, bir Fransızca dilbilgisi kitabını ve Dieu est Amour (Tanrı Sevgidir) adlı dini bir kitabı da yanına aldı. Şafak sökmeye başladığında eve gelen köylüler, Şamil'in Telav üzerine yürüdüğünü anlatıyordu. Hizmetçi kızların eli ayağına dolaşmıştı. Çay içip sakinleşmeye çalışıyorlardı. Dağlıların eline esir düşerlerse başlarına gelecekleri tartışan hizmetçilerin ya­vaşlığı yüzünden bir saat daha kaybettiler. Eşyaları Prenses An­na'nın istediği şekilde toplamamışlardı. Bazı sandıkların açılıp tekrar toplanması gerekiyordu. Saat sabah 8 olmuştu. Son san­dık pavoskaya yüklendiğinde güneş çoktan tepeye çıkmıştı. Et­rafta heyecanla hoplayıp zıplayan çocuklar, Madam Drancy'nin eteklerini çekiştiriyordu. Bahçenin ötesinden bir çığlık duyul­du. "Tanrı bizi korusun! Tatarlar!" Bir el silah sesi duyuldu ve bağıran adamın sesi kesildi. Dörtnala koşan atlar ve nara atan adamlar eve doğru yaklaşıyordu. Korkunç bir kargaşa yaşandı. Hizmetçiler, çığlık çığlığa kaçmaya başladı. Prenses ve Madam Drancy, çocukları kaptıkları gibi eve koştu. Dadılar, hizmetçi­ler ve ihtiyar Prenses Tinia, peşlerinden gitti. Prenses Tinia, hala başlarına gelen felakete inanmakta güçlük çekiyordu. "Bu ne cü­ret!" diye söyleniyordu. Lezgilerin evdeki kıymetli eşyaları yağ­malamak için baskın yaptığını düşünen Prenses Anna, çatıda bir odaya saklanmaya karar verdi. Dağlılar burada kıymetli bir eşya olduğunu düşünmez diyordu. Şamil'in peşinde olduğu hazinenin kendisi, kız kardeşi ve üç çocuğu olduğunun farkında değildi. Şamil, Çavçavadzeleri ele geçirebilirse nihayet oğlu Cemaleddin'in salıverilmesini sağla­yacak kadar kıymetli rehineler kazanmış olacaktı. Tsinandali'ye yapılan baskının uzun yıllardır yapılan bir planın ve ertelenen umutların bir sonucu olduğundan Prenses Anna'nın haberi yok­tu. Tozlu çatı katında ailesinin ve hizmetçilerinin korku dolu yüzlerine bakan Prenses Anna ağlamaya başladı. "Tanrım beni affet! Niye bu kadar bekledim ki? Hepiniz kurtulabilirdiniz . . . " Ele geçirildikleri takdirde kendilerini nasıl bir rezaletin ve dehşe­tin beklediğini biliyordu. Eve giren korkunç "Tatar" sürüsü kapıları kırıyor, perdeleri yır­tıyor ve piyanoya güm güm vuruyordu. Adamların bağrışma­ları, kırılan cam ve porselenlerin sesi, çatıya kadar ulaşıyordu. Dizlerinin üzerine çöken hizmetçiler, kurtulmak için yüksek sesle dua ediyordu. Prenses sessiz olmalarını söylese de nafile.Aşağıdan gelen her gürültüde tekrar bağrışmaya başlıyorlardı. Afallayan Prenses Tinia, hizmetçilere aşağıya inip çok sevdiği çay takımlarını kurtarmalarını emredip duruyordu. Madam Drancy, korku içindeki çocukları sakinleştirmeye çalışıyordu. Prenses Orbelyani, bebeklerle ilgileniyordu. Yaşlı dadı Maria Gaideli'yi tuhaf bir titreme sarmıştı. Yas tutan Gürcüler gibi ağıt yakmaya başladı. Artık çatıda olduklarının fark dilmemesi imkansızdı. Çatı katındaki küçük pencerelerden dışarıya bakan Madam Drancy, bahçede dolaşan vahşi görünümlü, sarıklı at­lıların çiçekleri ezdiğini görebiliyordu. Kuruyan nehir yatağı, eve açılan bir yol haline gelmişti. Dağlardan inen yüzlerce atlı, bu yolu kullanarak karşıya geçiyordu. Naraları, yeri göğü inle­tiyordu. Avluya giren dağlılar, şaşkalarını başlarının üzerinde sallıyorlar ve atlarını şaha kaldırıyorlardı. Nefes nefese kalan hayvanlar boyuna kişniyordu. Çeçenler, çatı katında giden merdivenleri bulmuş ve kapıya da­yanmıştı. İçerdekiler, dizlerinin üzerine çökmüş istavroz çıkarı­yordu. Sonunda kapı büyük bir gürültüyle açıldı. Dağlılar içeri daldı. Çeçenlerin zafer çığlıkları, hizmetçilerin feryatlarına ve çocukların ağlamalarına karıştı. Çeçenler, kadınların üzerine atladı. Vahşi bir adam, Madam Drancy'i kaptığı gibi merdiven­lerden aşağıya atladı. Prensesler, çocuklar ve kadınlar, tek tek yakalandı ve merdivenden aşağıya atıldı. Merdivenler, o kadar insanın ağırlığı altında çatırdıyordu. Bütün esirler salonda top­landı. Çeçenler, aralarında ganimet kavgasına tutuştu. Kadın­lar elden ele dolaşıyordu. Fransız vatandaşı olduğunu söyleyen Madam Drancy, buna çok pişman olacaksınız diye bağırıyor­du; ama nafile. Onu kimin alacağına dair öyle bir kavga çıktı ki yaşadıklarını, Acacias sokağındaki evinde bir romanda okuyor olsaydı muhtemelen çok beğenirdi. Daha sonra sarıklı canavar diye tarif edeceği bir adamın eline düştü. Madam Drancy'i sü­rükleyerek avluya götüren adam, el hareketleriyle ve anlamadığı bir dilde iki atı tutmasını istedi. Elbiseleri yırtılmıştı. Üzerinde sadece korsesi, iç gömleği, jüponu ve Rivoli sokağından aldığı bir çift deri çizme vardı. Kaçmaya yeltendi. Fakat kendisine acı acı gülen adamın kırbaç darbesiyle olduğu yerde kalakaldı. Öfke ve utançtan kıpkırmızı kesilen Madam Drancy, itaat etmekten başka çaresinin olmadığını anladı. Bütün avluya kargaşa hakimdi. Adamlar, çığlık atan kadınlar, devrilmiş pavoskalar, dizginlerinden kurtulup korkuyla koşuşan atlar, ayaklar altında ezilen çocuklar, darmadağın edilmiş paket ve sandıklar, her tarafa dağılmış eşyalar. . . İhtiyar dadı, diğerle­rinden biraz uzakta merdivenlere oturmuş ağlıyor ve ona böyle bir günü yaşattığı için Tanrı'ya sitem ediyordu. Küçük Marie ve Salome, Çeçen atlıların eyerlerine bağlanıyordu. Prenses Orbel­yani ve yeğeni Nina Baratov ortalıkta yoktu. Prens Aleksandr ve Georgi de görünmüyordu. Yerde baygın yatan Prenses Anna, bebeği Lydia'yı kucağından bırakmamıştı. Elbiseleri yırtılmıştı. Terliğinin teki düşmüş, ayağına saplanan bir çivi saplanmıştı. Siyah saçları yüzünü kapatıyordu. Lezginin biri, kulağındaki muhteşem pırlanta küpeleri aldı. Başını kaldırıp deli gibi etrafı­na bakınan Prenses Anna, "Çocuklar! Çocuklar!" diye ağlıyordu. Madam Drancy'i gördü ve tekrar bayıldı. O anda Prenses Nina'yı gören Madam Drancy hayrete düştü. Harika bir atın üzerinde­ki Prenses Nina'ya hiçbir zarar gelmemişti. Ne kıyafetlerine ne örtüsüne ne de mücevherlerine dokunmuşlardı. Diğerleri kadar vahşi görünmeyen, üstü başı düzgün genç bir Çeçen, Prenses Ni­na'ya eşlik ediyordu. Ardından Prenses Tinia göründü. Yarı çıp­laktı. Ağarmış saçları omuzlarına sarkıyordu. Ellerini göğe kal­dırmış, daha fazla rezalet yaşamadan ölmek için dua ediyordu. Prenses Çavçavadze ve Prenses Orbelyani'ni esir alan dağlılar, artık evi yağmalamaya başlayabilirdi. Heybelerine sığdırmaya çalıştıkları gümüş tabakları kırdılar. Şeker, kahve ve çay çok kıy­metliydi. Pırlanta broşlar yerlere dağılmıştı. İnci kolyeler atların ayaklarının altına eziliyordu. Dağlılar, yüz kremlerini, briyantin­leri ve Madam Drancy'nin sınıfta kullandığı tebeşirleri lezzetli yiyecekler zannedip tadına bakıyordu. Bu korkunç ve iğrenç sah­ne, çocukların çiçeklerle süslü yazlık şapkalarını başlarına takan yağız Lezgilerin evden çıkmasıyla doruk noktasına ulaştı. Sinirleri bozulan Madam Drancy, gülmemek için kendini zor tu­tuyordu. Onu esir alan dağlı geri döndü ve kadını atına bindirdi. Çavçavadzeler, mürit atlıların arkasında Tsinandali' den ayrıldı. Sadece Prenses Anna yürüyordu. Kucağında bebeği Lydia'yı taşıyan Prenses Anna kolundan önündeki atın üzengisine bağ­lanmıştı. Prenses Anna'yı çeken dağlı, kadının çektiği sıkıntıdan zevk alıyor gibiydi. Alazani' den karşıya geçerlerken ayakta dur­makta zorlanan Prenses Anna, bebeğinin başını suyun üstünde tutmaya çalışıyordu. Nehrin karşı yakasına ulaşan kafile, köyün hayvanlarını topla­yıp dağlara götüren bir grup Çeçen'le buluştu. Öğlen olmuştu. Güneş, insafsızca yakıyordu. Korkan ve tepişen hayvanların çı­kardığı toz bulutu, nefes almayı neredeyse imkansız hale geti­riyordu. Dehşet içindeki esirler, kendilerini durmadan böğüren hayvanların boynuzlarından korumaya çalışıyordu. Merhamet­ten umutlarını kesmişlerdi. Hepsi ölmek için dua ediyordu...
117 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.