Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Madam Drancy, Çavçavadzeler'in teklifini sevinçle kabul etti. Eve dönmeyi hiç istemiyordu. Hem evliliğinde hem de işlerin­de başarısız olduğu için ailesine karşı çok mahcuptu. Ne yardım isteyeceği biri vardı ne de göze çarpan bir özelliği. Yabancı bir ülkede köşeye sıkışmıştı. Mürebbiye olma teklifi, ona hem bir iş kapısı hem de saygınlık sağlamıştı. Ayağına gelen fırsatı geri çe­virmedi. Şamil'in avuluna bir adım daha yaklaşmıştı. Nisan' da Kırım Savaşı ilan edildiğinde, Madam Drancy yeni evi­ne çoktan yerleşmişti. Çavçavadzelerin maiyetinde olduğu için düşman bir ülkede yalnız kalan yabancıların başına gelen rezil­likleri yaşamadı. Yabancıların içinde bulunduğu duruma ve gör­dükleri muameleye büyük bir titizlikle hassasiyet gösteren Çar Nikola, savaş patlak verince onları himayesine aldığını ilan etti ve tebaasından yabancılara misafirperverlik göstermelerini iste­di. Rusya'da ikamet eden İngilizler, "savaştan önce kendilerine umursamazca ya da müsamahayla davrananların artık özen gös­termeye gayret ettiğini" söylüyordu. Moskova'da bir İngiliz fab­rikasında görev yapan İngiliz Papaz Grey'e Majesteleri Kraliçe Victoria'nın düşmanlarının bozguna uğraması için dua etmeme­si gerektiği söylendiğinde papaz bu şoven tavra karşı çıktı. Me­seleyi, Çar Nikola'ya iletti. Çektiği telgrafta Grey'in üzüntüsünü paylaşan Çar, düşmanın kim olduğuna bakılmaksızın Grey'in ülkesinin zafer kazanması için dua etmesine izin verilmesini emretti. Burada Çar'ın, Kraliçe Victoria ve ülkesine duyduğu saygının izlerini görebiliyoruz. Her ne kadar Fransızlara şüphe ve küçümsemeyle bakılsa da ülkedeki Fransızlara zulmedilmedi. Mürebbiye olarak çalışmaya başlayan Madam Drancy, mükem­mel bir iş çıkarıyordu. Öğrencilerine katı davransa da aşırı baskı yapmıyordu. Hane halkı, Madam Drancy'i yürekten sevmese de tavırlarını beğeniyordu. Hizmet ettiği güçlü ve coşkulu Gürcü aristokratlar vakur, zeki ve şehirli biri olan Madam Drancy'nin gözünde hep bir yabancı olarak kalacaktı. Şamil' in esiriyken ge­çirdikleri zorlu günlerde birbirlerine fevkalade nezaket ve sada­katle davransalar da birlikte çektikleri çileler dahi onları birbiri­ne yakınlaştıramayacaktı. Haziran ayının sonunda Tiflis'te sıcaklar iyice bastırmıştı. Pren­ses Anna, her yıl yaptığı gibi Tsinandali'ye, Tiflis'in yaklaşık yüz otuz kilometre kuzey doğusunda yer alan Kaheti'deki aile çift­liğine gitmeye karar verdi. Eşi Albay Prens David, Kaheti'deki yerel milislerin başına atanmıştı. Bu milisler, Müritlerin ovalara inmesini engellemeye çalışan Lezgi Hattı'ndaki mevzileri des­teklemekle görevliydi. Bu mevziler, birbirinden oldukça uzak­taydı. Bazen dağlılar, cüretkar baskınlar düzenleyip hiç kayıp vermeden geri çekilebiliyordu. Fakat genellikle karşılarına çıkan milislerle şiddetli çatışmalar yaşanıyordu. Prenses şehirden ayrı­lacağını söylediğinde, Tiflis'te bu karara karşı çıkanlar oldu. As­keri Vali General Read, ayrılmasına izin vermek istemedi. Gar­nizondaki askerler, bunun delilik olduğunu düşünüyordu. Kaygı içindeki bir Rus albayı, Madam Drancy' e bir hançer hediye etti ve taşranın tehlikeleriyle karşılaşmadan önce kullanmayı öğren­mesini istedi. Hediyeyi kibarca kabul eden Madam Drancy, han­çeri eşyalarının arasına koydu. Bundan iyi zarf açacağı olur diye düşünüyordu. Prens David, eşinin planlarını uygun bulmuştu. Lezgi Hattı çok sağlamdı. Kendisi de o bölgede görevde olduğu için eşine göz kulak olabileceğini düşünüyordu. Nehrin sağ tarafında, dağlara son derece uzak bir noktada yer alan evlerinin güvenli olduğu kanısındaydı. Dağın eteklerinde, Alazani Nehri boyunca uzanan kalelerden oluşan Lezgi Hattı, dağlılarla ovalar arasında bir setgörevi görüyordu. Ayrıca Alazani, çok hızlı akan ve derin bir ne­hirdi. Yılın bu döneminde nehirden karşıya geçmek imkansızdı. Nehrin daraldığı ve sığlaştığı yerlerde Rus kaleleri bulunuyordu. Çavçavadzeler, Tsinandali'de kendilerini hep güvende hissetmişti ve bu sene bölgedeki olaylar, bir nebze olsun yatışmıştı. Osman­lı ordusunun, elindeki bütün mühimmata ihtiyacı vardı. Bu ne­denle Şamil' in Türkiye' den aldığı düzenli silah desteği kesilmişti. Dağlara çekilen Şamil' in kötü durumda olduğu düşünülüyordu. Prenses, Tiflis'ten ayrılmak için hazırlıklarını sürdürüyordu. Tsi­nandali'ye giden Prenses' e Madam Drancy, çok sayıda hizmetçi, Prenses Orbelyani ile bebeği Prens Georgi ve on yedi yaşındaki güzel yeğeni Prenses Nina Baratov refakat edecekti. Neredeyse seksen yaşında, boşboğaz bir kadın olan Prenses Tinia da Tsi­nandali'ye gidenler arasındaydı. Prenses Tinia, Prens David'in halasıydı. David'in kardeşi Prenses Nina Griboyedova, bu grupla birlikte Tsinandali'ye gitmedi. Çavçavadzelerin üçüncü çocuğu Elena'yı yanına alan Prenses Nina, Tiflis'ten ayrılarak birkaç haf­talığına şehrin tozu ve sıcağından kurtulmak için taşra evine çe­kilen kuzeni Megrelya Prensesi'nin yanına gitti. Kafile, 18 Haziran' da yola çıktı. Aileye on iki hizmetçi eşlik edi­yordu. At arabalarını, semaverler, yatak takımları, erzak, tencere­ler ve ikonalarla dolu kağnılar izliyordu. İhtiyaç kabul edilen bu lüks eşyalar da olmasa, hayat ve seyahat şartları fevkalade tatsız olurdu. Seyyahlar, yoldaki hanlarda bir oda bulduğuna şükreder­di. Handa lavabo olsa dahi çoğu zaman su ve havlu bulunmaz­dı (Handa bir bardak soğuk su bulan bir Rus subayı, önce suyla ağzını çalkalamış. Sonra ağzında ısınan suyla ellerini, yüzünü ve boynunu yıkamış. Pis bir mendille ellerini ve yüzünü kurulayan Rus subayı, temizlik konusunda İngilizlere benzediğini söylemiş. Bunu gören bir İngiliz seyyahın şaşkınlıktan ağzı açık kalmış). Hanlar, yemek konusunda da pek iyi değildi. Binbir güçlükle çelimsiz bir tavuk yakalasalar, pişirecek tencere bulamazlardı. Yataklar, genellikle uyduruk sıralardan oluşurdu. Bazılarının üzerine, içine saman doldurulmuş şilteler serilirdi. Çarşaf diye bir şey yoktu. Başkentin dışındaki en lüks evlerde dahi nadiren su tesisatı bulunurdu. Pskov'un güneyindeki bölgelerde tuvalet yoktu. Kafkasya'yı ziyaret eden seyyahlar, eşek ve develerle dolu ahırları kullanmak zorundaydı. Yola çıkanlar, muma varıncaya kadar ihtiyaç duyabilecekleri bütün eşyaları yanlarında taşır ve her akşam mola verdiklerinde ev düzeni kurardı. Prenses Çav­çavadze, arabaları doldururken sadece yolculuk boyunca rahat etmeyi amaçlamamıştı. Tsinandali'de geçireceği yaz aylarında Tiflis'teki lüks hayatını devam ettirmeyi planlamıştı. Tsinandali, oldukça ıssız bir yerdi. En yakın kasaba olan Telav'a on kilometre uzaklıktaydı. Tiflis'ten Tsinandali'ye gelmek için, iki gün boyunca hiç durmadan at sürmek gerekiyordu. Fakat bölgedeki büyük Gürcü evleri, kendi ihtiyaçlarını karşılayabile­cek nitelikteydi. Kendi ekmek ve şaraplarını kendileri yaparlar, ihtiyaç duydukları hayvanları kendileri yetiştirirlerdi. Hizmetçi­ler, marangozlar, uşaklar, bahçıvanlar, çiftçiler, sütçüler ve mut­fak görevlilerinden oluşan kalabalık bir grup, Prens ve Prenses' in bütün işlerine koşardı. Hem lüks hem de sade yönleri olan bu hayat, ataerkil bir düzene sahipti. Tsinandali, Gürcistan'ın en meşhur sayfiye yerlerinden biriydi. Prens David'in babası Prens Aleksandr döneminde burası, ya­zar ve şairlerin buluşma noktasıydı. Prens Aleksandr'ın kendisi de, ünlü bir şairdi. Lermontov, İblis adlı eserini yazarken Tsi­nandali' de kalmıştı. Büyük avlusu, taraçalı bahçeleri ve sıra sıra sütunlarıyla bu beyaz ev bir uçurumun kenarına kurulmuştu. Aşağıda Alazani'nin kollarından biri akardı. Etrafı, ağaçlarla, bağ ve bostanlarla çevriliydi. Madam Drancy, Asya'nın bu eg­zotik bitki örtüsü karşısında hayrete düşmüştü. Nehrin karşı­sında, karlı zirveleriyle dağlar yükseliyordu. Kaheti'nin bereketli ovalarından bakıldığında bu dağlar, o kadar da korkunç görün­müyordu. Daha ziyade, gün doğumu ve batımında zirveleri inci gibi parlayan bir masal diyarını andırıyordu. Tsinandali, güne­yin ılıman havasından nasibini almıştı. Burada, Kafkasya'nın o haşin yüzünden eser yoktu. Akşamları, evin etrafını saran ağaç­larda bülbüller şakırdı. Gün boyunca gül bahçelerinin üzerinde arılar vızıldardı. Hiç durmadan çalışan mutfakta gürültü eksik olmazdı: yumurta karıştıran çatallar, parke zeminde sürüklenen yayıklar, bilenen bıçaklar, yıkanan tabaklar ve aşçıbaşının buyur­gan sesi . . . Bazen evi kaplayan ot ve çiçek kokusunun arasında, bilinmeyen bir baharatın keskin kokusu, gül reçelinin insanın ağzını sulandıran tatlı kokusu ya da ocakta yavaş yavaş pişen ye­şil biberlerin yanık kokusu duyulurdu. Bir seyyaha Yakın Doğu dediğinde aklına gelen ilk koku, işte bu yanık biber kokusuydu. Bahçenin sonunda, vadiye tepeden bakan bir yerde küçük bir çardak vardı. Sıcak yaz günlerinde öğleden sonralarını burada geçiren hanımlar, büyük bir gümüş semaverin etrafına otu­rur komşu evlerden gelen soylu ailelerle birlikte çay içerdi. Eve gelirken yanında subay arkadaşlarını da getiren Prens David, misafirleriyle birlikte yemek yiyip dağlılara karşı kazandıkları zaferleri kutlardı. İki Prenses, her gün bahçede dolaşır ve uzun uzun muhabbet ederdi. Prenses Anna, uzun burunlu ve esmer biriydi. Irkının klasik özelliklerini taşıyordu. Neredeyse birleşik olan kalın kaşları, muhteşem kara gözlerine çok sert bir ifade katıyordu. Siyah saçlarını topuz yapardı. Başına taktığı tülbendi, büyük pırlanta iğnelerle saçlarına tuttururdu. Prenses Varvara da ablası gibi esmerdi. Fakat Varvara, daha latif bir güzelliğe sahipti. Anna, heybetli bir görünüme sahipti. Varvara'ysa daha minyondu. Terasta dolaşırlarken, Prenses Anna dimdik yürür ve kararlı ve ısrarcı bir ses tonuyla konuşurdu. Eşini kaybetmiş olan kardeşiyse, matem elbiseleri içinde başını öne eğer ve kendi ha­linde söylenirdi. Aklı başka yerdeydi. Eşi ve oğlunun defnedildiği Orbelyani aile şapelini ve mezarların başında gece gündüz dua eden Ermeni papazları düşünüyordu. Küçük Marie ve Salome, aile şapelini saran asmaların yanında Madam Drancy'nin nezaretinde Fransızca fiilleri öğrenmeye ça­lışıyordu. Küçük çocuklar ve bebekler, uzun zamandır ailenin yanında bulunan baş dadı Maria Gaideli ve emrindeki köylü dadı ordusu tarafından yetiştiriliyordu. İlk olarak Prens Gerse­van'ın bakımını üstlenen Gaideli, nesillerden beri Çavçavadze­lerin çocuklarını büyütüyordu. Prens Gersevan, II. Katerina'nın sarayında Gürcü elçisi olarak görev yapmıştı. (Prens Gersevan'ın torunu) Prens David dahi, aileyle ilgili bir mesele olduğunda ona danışıyordu. Artık bir bastona dayanarak ayakta durabilen Ga­ideli, dört yaşındaki Tamar'a, on sekiz aylık Aleksandr'a, dört aylık Lydia'ya ve yedi aylık Prens Georgi Orbelyani'ye sevgi dolu gözlerle bakıyordu. Sadece Prenses Nina Baratov, Tsinandali'deki hayatı sevmiyor­du. Teyzelerini çok yaşlı, kuzenlerini de çok küçük buluyordu. St. Petersburg' dan yeni gelmişti. Ceylan gibi güzelliği, saray­da büyük beğeni toplamıştı. Saray hayatı başını döndürmüştü. Şimdiyse somurtuyordu. Teyzeleri, aşık olduğunu düşünüyor­du ama Prenses Nina pek konuşmuyordu. Bir köşeye oturup gözlerini uzaklara dikiyordu. Yüzünden düşen bin parçaydı. St. Petersburg' da yaşadığı o parlak günleri hatırlıyordu. Smolni Enstitüsü'nde öğrenciyken birden Tiflis'e geri çağrılmıştı. Kısa bir süre önce servetini kaybeden babası felç olmuştu. Annesi öl­düğünde, ailesi eve dönmesi gerektiğine karar vermişti. Prenses Nina'yı St. Petersburg sosyetesine sokacak paraları yoktu. Çeyiz­siz evlenmesi de zordu. Tiflis'e dönen Prenses Nina, kara kara düşünüyordu. Talih yüzüne gülmemişti. Taşra sosyetesinden sıkılmıştı. Güzelliğini ziyan ettiğini, gençliğinin parmaklarının arasından kayıp gittiğini düşünüyordu. Belki yakışıklı bir suba­yın, Çar'ın yaverlerinden birinin, genç bir grandükün ya da sa­ray balolarında dans ettiği, pembe granit iskelerlerde atlı kızakla gezerken kürk manşonunun arkasından davetkar bakışlar attığı genç adamların hayalini kuruyordu...
104 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.