Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Tiflis, savaş iklimine alışkındı. Kafkasya'daki bütün halklar gibi Gürcüler de silah sesleri ve kılıç şıngırtılarıyla büyürdü: Onlar Türkler ve İranlılarla mücadele ederken Mürit Savaşları başla­mıştı. Bu nedenle, şiddetlenen Kırım Savaşı ve Şamil'in Gür­cistan ovalarına yaptığı saldırılar, onlar için günlük hayatın bir parçasıydı. Rus ordusunda subay olan Gürcü aristokratlar, kendilerini tam anlamıyla bir Rus gibi görüyordu. Batılılaşma­yı erkekler kadar benimsemeyen kadınlar, her ne kadar modası geçmiş Fransız korseleri ve şemsiyelerine bayılsalar da hala mil­li kıyafetlerini gitmeye devam ediyordu. Soylu aileler, kızlarını Smolni Enstitüsü'nde eğitim almak için St. Petersburg'a gönde­riyordu. Kim bilir belki bir gün kızları, Çariçe'nin o ceylan gibi nedimelerinden biri olabilir ya da grandüklerden birinin gönlü­nü çalabilirdi. Son Gürcistan Kralı XII. Georgi'nin iki torunu, 1846- 1848 yılları arasında Rus sarayında bulunan güzel ve seçkin Gürcü prenses­lerin arasında yer alıyordu. O dönem ülkede çok sayıda "Gürcü Prenses" vardı ancak Yüce Majesteleri Gürcistan Prensesi Anna ve kardeşi Prenses Varvara'nın unvanları, diğerlerinden çok yüksek ve soylu konumlarını gösteriyordu. İkisi de Çariçe'nin nedimesi olarak görevlendirilmişti. St. Petersburg sosyetesinin güzide güzellerinden olan prensesler, iki yakışıklı ve genç Gürcü prensle evlendi. (Prensler, Rus ordusunda görevliydi). Tifüs' e dö­nüp aile topraklarında yaşamaya başladılar. Prenses Anna Prens David Çavçavadze'yle, Prenses Varvara'ysa Prens Ellico Orbel­yani'yle evlenmişti ancak aile saadetleri çok uzun sürmeyecekti. 1 854 yılında evliliklerinin üzerine kara bulutlar çökmeye başladı. Aslında ilk başlarda diğer soylular gibi lüks içinde yaşamışlar­dı. Etrafları çocukları, dede ve babaanneleri, yeğenleri, kuzenle­ri, teyzelerinden oluşan kocaman bir aileyle çevriliydi. Fedakar hizmetçileri, evin bütün işlerine koşuyordu. St. Petersburg'daki hayatlarını pek de özlemiyorlardı. İki prenses de bütün zaman­larını çocuklarıyla ilgilenmek, sorumluluklarını yerine getirmek ve cepheye giden eşlerinin yokluğunda mülklerini idare etmek için harcıyordu. Fakat Prens Orbelyani, 1854 yılında Oğuzlu'da Türklerle girdiği bir çatışmada öldürüldü. Prenses Varvara, üç aylık bebeğiyle dul kalmıştı. Prens Orbelyani, daha önce he­men hemen aynı gün hayatını kaybeden büyük oğlunun yanına gömüldü. O günden sonra Prens Varvara, bütün hayatını tek mutluluk kaynağı olan bebeği Prens Georgi'ye adadı. Albay Prens Ellico Orbelyani, babası gibi bir savaşçı olarak yaşa­dı ve öldü. İkisi de Rus ordusunda görev yaptı. İkisi de Müritlere esir düştü. 1842 yılında Şamil tarafından esir alınan Prens Ellico, sekiz ay boyunca korkunç bir hapishanede kaldı. Prens' in cesare­ti ve haysiyetinden çok etkilenen İmam, Ellico karşılığında oğlu Cemaleddin'i geri almayı ümit ediyordu ancak Prens oralı bile olmuyordu. Aylar süren inatlaşmadan sonra Şamil, Prens'i hapse attırdı. Prens, dört ay sonra bulunduğu zindandan çıkarıldığında yarı ölü bir haldeydi. Fakat hala başka bir adamın hayatı kar­şılığında salıverilmeyi kabul etmiyordu. Çileden çıkan naipler, Ellico'ya öldürüleceğini ancak idam şeklini seçebileceğini söyle­di. Prens'in cesaretine saygı duyan Şamil, takdirinin bir nişanesi olarak Ellico'ya bu hakkı tanımıştı. "Beni esaretten kurtaracak her türlü ölümü kabul ediyorum" dedi Prens. Bir duvarın önüne konuldu. İdam mangası çağrıldı. Şamil, duvardaki bir çatlaktan olan biteni izliyordu. Askerler nişan aldığında ortaya çıkan Şamil onlara durmalarını emretti. "Ellico" dedi İmam. "Bana senin cesur biri olduğunu söylemiş­lerdi. Doğru söylüyorlarmış. Ölümle yüzleşmeni izledim. Sen­den sadece kaçmaya çalışmayacağına söz vermeni istiyorum." Kaçmayacağına söz veren Prens, Müritlerin arasında serbestçe yaşamaya başladı; ta ki İmam'ın adamları karşılığında takas edi­lene dek. Salıverildikten sonra hemen cepheye geri döndü. Za­man, generalliğinin yüreği kadar sağlam olmadığını gösterecekti. Yirmi beş yaşındaki dul eşi, gece gündüz dua ediyordu. Tifüs sos­yetesinde boy göstermez olmuştu. Eniştesi Prens David Çavçava­dze'nin ablası Nina'yla birlikte yas tutuyordu. Nina, 1828 yılında Tahran' daki Rus Sefaretini basan İranlı çete tarafından katledilen Griboyedov'un eşiydi. Acısı, yirmi altı yıldır dinmemişti. Çavça­vadze ailesinden akrabalarıyla birlikte yaşayan Nina hala karalar bağlıyor ve günlerini hayattan kopuk bir şekilde geçiriyordu. Eşlerini kaybeden bu iki kadın, sık sık Prenses Anna'nın evini ziyaret ediyordu. Burada birlikte dua eden kadınlar, çocuklarla (Prenses Anna'nıın beş çocuğu vardı) vakit geçiriyor ve kaygıyla Kafkasya'daki savaşı takip ediyordu. Dökülen kanlar hiç durma­yacak mıydı? Dağlardan yükselen her duman, yaralanan ya da ölen bir askerin habercisiydi. St. Petersburg'dan ve İstanbul' dan gelen gazeteler Kırım'da savaşın yaklaştığını yazıyordu. Yine binlerce asker ölecek ve eşleri, kendileri gibi yas tutacaktı. Madam Drancy, yılın ilk aylarında Tiflis'teki yaşamaya devam edemeyeceğini anlamıştı. İşleri yolunda gitmemişti. Fransa'yla savaşa girmek üzere olan Rusya' da kalamazdı. Ülkesine dönmek­ten başka çaresi yoktu. Fakat tam Tiflis'ten ayrılmak üzereyken kader ona yeni bir kapı açtı. Tesadüf gibi görünen bu olayların, aslında muazzam bir planın parçası olduğunu düşünmemek elde değil. Hayatını İslam'a adayan Isabelle Eberhardt, "Hayatımızda, geleceğimiz için önemli sonuçları olmayan an yoktur. Kader! Ya­zılmış bir kere" diye yazıyordu. Kaderinin çizdiği olağandışı yol­da yürüyen bu kadın, alnına yazılan hayatı yaşadı. Madam Dran­cy'nin hayatı da böyleydi. Çavçavadzeler, büyük iki kızlarıyla ilgilenecek bir Fransız mürebbiye arıyordu ancak uluslararası arenada artan gerginlik nedeniyle bu tür malları getirtemiyor­lardı (Rus aristokratlar, Fransız mürebbiye ve öğretmenlere bu gözle bakardı). Madam Drancy'e teklifte bulundular. Bu teklifi minnettarlıkla kabul eden Madam Drancy, Çavçavadzelerin ma­iyetine girdi ve ailenin macera dolu hayatının bir parçası oldu.
26 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.