Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Esirlerin salıverilmesinden sonra Tiflis'te çıkan Kafkas adlı ga­zetede, avulda geçirdikleri esaret günlerinin hikayesi yayınlan­dı. Gazetenin yazdığına göre "ilk akşam, tanışmayla geçti." Bu denli dehşet verici bir akşamı, sosyal kaynaşma çağrışımı yapan bir ifadeyle tarif etmeleri ilginç. Fakat Şamil, daha ilk günden esirlere kendi eşleri kadar saygı gösterilmesini emretti. Y okuluk esnasında yaşadıkları sıkıntıları öğrenen Şamil, büyük üzüntü duyduğunu ifade etti. Esirlerin sıkıntı çekmeye devam etmesi, aslında tamamen Şamil'in suçu değildi. Esirler, farklı şartlarda yaşamaya alışmış medeni kadınlardı. Avuldaki yokluk ve rahat­sız ortam, esirlere çok zor geliyordu. Pohali Kulesi'nde esirleri korkunç bir halde bulan İlisu Sultanı Danyal Bey, bu duruma üzülmüştü. Şamil' den esirlerin kendi evinde kalmasını istedi. Uzun yıllar Rusların arasında yaşadığından onların yaşam tarzı­nı biliyordu. Fakat Şamil, bu isteği geri çevirdi. Bu kadar kıymetli esirlerin kendi evinden başka bir yerde kalmasını göze alamazdı. Zaten esirlere kendi ailesi gibi muamele edilecekti. Bir kadın daha ne isteyebilirdi ki? 1854 yılının yaz aylarında Büyük Avul'a giren esirler, korkunç bir kış geçirecek ve 1855 yılının bahar ay­larına kadar sekiz ay boyunca burada kalacaktı. Esirlere, kapısı ana avluya açılan hücre şeklinde bir oda tahsis edildi. Beyaz badanalı odanın tavanı alçaktı. "Bir mendil bü­yüklüğündeki" (çeyrek metre kare kadar) pencereden gelen ışık, odayı aydınlatıyordu. Odayı adımlayarak genişliğini ölçtüler. "On sekiz adım uzunluğunda ve on iki adım genişliğindeydi." İki prenses, çocuklar, Madam Drancy ve Tsinandali'deki evin hizmetçilerinden oluşan toplam yirmi üç esir, işte bu odada ya­şayacak, yemek yiyecek ve uyuyacaktı. Prensesler, maiyetlerini yanlarında tutmak için kendi rahatlarından feragat ediyordu; çünkü bir kere ayrı düşerlerse, bir daha görüşme ihtimallerinin nerdeyse hiç olmadığını biliyorlardı. Başka bir avula gönderilen, bir daha geri dönmezdi. Bu nedenle, boğucu sıcağa ve rahatsızlı­ğa rağmen bir arada kaldılar. Odada mobilya yoktu. Yerlere keçe paspaslar serilmişti. Duvarlardaki raflarda, içine keten doldurul­muş yorgan ve yastıklardan oluşan küf kokulu bohçalar yığılıydı. Esirlere, birkaç eski güveç, bir çaydanlık, birkaç bardak ve bir miktar şeker verilmişti. Esirleri görmeye gelen avulun meraklı kadınları, odayı daha da kalabalık hale getiriyordu. Küçük pren­seslerle tanışmaya çalışan çocuklar, Şamil'in eşleri Zahidet ve Şuanat'ın odaya girmesiyle birden ortadan kayboldu. Esirlere hoş geldin diyen Zahidet ve Şuanat, onlara Tiflis'in en iyi tatlıcısı olan Toilet'ten getirttikleri şekerlemelerden ikram etti. Odadakilerden sadece İslam'ı seçen Hristiyan kızı Şuanat, birkaç kelime Rusça biliyordu. Mozdok'ta geçirdiği çocukluğundan ha­tırladığı çat pat Rusçasıyla konuşmaya çalışsa da iletişim kurmak oldukça zor oldu. Zahidet, gavurları hiç sevmez ve küçümserdi. Buna karşın Şuanat'ın gösterdiği yakınlık, esirlerin yüreğine do­kunmuştu. Çok güzel biri olduğu söylenemezdi belki; ama latif zarafeti ve nezaketi, ortamı ısıtıyordu. Konumu sayesinde elde ettiği imtiyaz ve lüksleri esirlerle paylaşmaktan çekinmiyordu. Zahidet'i yumuşatmaya çalışıyor, İmam'la esirler arasında aracılık ediyordu. Şamil' in ilk eşi olmanın getirdiği konumunun tadı­nı çıkaran ve zaman zaman bu durumu kötüye kullanan Zahidet, haremde neredeyse tek söz sahibiydi. Fakat sözü, Şamil'e geç­miyordu. Zahidet'le siyasi nedenlerle evlenen Şamil'in, "incim" dediği Şuanat'ı yeğlediği belli oluyordu. Fakat Şamil, Kur'an'ın emirleri doğrultusunda eşleri arasında ayrım yapmamaya çalışı­yordu. Zahidet, kısa boylu, zayıf, huysuz ve kargaburunlu biriy­di. Çopur yüzünden kurnaz bir gülümseme eksik olmazdı. Fakat kötü muamele ettiği prensesler dahi asil ve narin el ve ayaklara sahip bu kadının zarif biri olduğunu kabul ederdi. Bu iki kadının arkasında, göz alıcı bir güzelliğe sahip genç bir kadın vardı. Diğerleri gibi o da, uzun bir keten elbise ve şalvar giymişti; ancak onun elbiselerinin ve örtüsünün renkleri daha canlıydı. On sekizinde görünen bu kadın, kalkık bir buruna ve kurşuni gözlere sahipti. Yüzündeki iki gamze, güzel ağzını süslü­yordu. Görünüşü, köydeki esmer kadınlardan farklıydı. Bu kişi, Şamil'in üçi,incü eşi Emine'ydi. Kistlerdendi. Üç yaşındayken bir baskın esnasında esir alınmış ve Şamil'in çocuklarıyla birlikte büyümüştü. Çocukken Cemaleddin'le birlikte oyunlar oynamış­tı. Cemaleddin Ahulgo'da Ruslara teslim edilince, kendinden iki yaş büyük olan Gazi Muhammed'le vakit geçirmeye başlamıştı. İki çocuk çok iyi anlaşmıştı. Emine on altı yaşına bastığında genç kızın güzelliğinden etkile­nen Şamil, onu üçüncü eşi olarak aldı. İmam, siyasi nedenlerle oğlu Gazi Muhammed'i Danyal Bey'in kızı Kerime'yle evlen­dirdi. Kerime'ye pek güvenmiyordu; ama Danyal Bey'le akraba­lık bağı kurmak akıllıca bir hamleydi. Gazi Muhammed, eşine delicesine aşıktı. Babasının Ruslarla müttefik olduğu dönemde çocukluk yıllarını Tiflis'te geçiren Kerime, fevkalade kültürlü biriydi. Büyük ihtirasları vardı. Bu nedenle İmam'ın veliahdıyla evlenmeye kararlıydı. Hem Asyalıların güzelliğine hem de Ba­tılıların cazibesine sahip bu kız, kocasının aklını başından aldı. Bu durum, kayın pederini çileden çıkarıyordu. Kerime, ne za­man Karatay'dan Büyük Avul'a ziyarete gelse, ortalığı bir par­füm kokusu kaplardı. Altın işlemeli tülbendini kıymetli taşlarla süslenmiş iğnelerle saçlarına tuttururdu. Şuanat ve Zahidet, Ke­rime'nin kürk astarlı, sırmalı paltosundan gözlerini alamazdı. Şuanat dahi İmam'ın süslenmeye karşı olmasına içerlerdi. Bazen Kerime'nin müsrifliği Şamil'i o kadar kızdırırdı ki gelinin eşyala­rını alan İmam, hepsini yakardı. Kerime ağlar gibi yapsa da Ka­ratay' da daha nice güzel elbisesi olduğunu bildiği için içi rahattı. Eşinin iç çeke çeke ağladığını gören Gazi Muhammed, ona daha da yürekten bağlanırdı. Yaşan anlara üzülen Emine, kendisini odaya kilitler ve kendinden geçinceye kadar ağlardı. Esirler, avulda ne olup bittiğini yavaş yavaş öğreniyordu. İlk gel­dikleri gün o kadar bitkin ve endişeliydiler ki odalarının rutubetli duvarlarından ötesini gözleri görmemişti. Sadece yatıp uyumak istemişlerdi. Gece huysuzluk yapan çocuklar, hiç durmadan ağ­lamıştı. Dışarda yürüyen muhafızların ayak sesleri duyuluyordu. Dağlarda uluyan çakallara vadideki köpekler karşılık veriyordu. Zar zor daldıkları uykudan, sabah ezanını okuyan müezzinin sesiyle uyanmışlar, titreyerek yataklarından kalkmışlardı. Esaret döneminin yeni safhası başlamıştı. Öğle vakti esirlerin yanına gelen Şamil'in kahyası Hacı, öğleden sonar İmam'ın ziyarete geleceğini söyledi. A vulun önde gelenle­rinden olan Hacı, yakışıklı zayıf bir adamdı. Siyah gözleri ve sa­kallarıyla bir kartal gibi görünen bu adam, esirlere hep yumuşak davranırdı. Kadınların başlarını kapamalarını emretti. Kapının önündeki balkona, İmam'ın oturması için bir sandalye konuldu. Ermeni kökenli Şah Abbas ve bir Rus asker kaçağı olan İndris, görüşmede tercümanlık yaptı. Prensesler, İndris'ten hiç hoşlan­mamıştı. Böyle hissetmekte haklıydılar; çünkü iletişim kurmak için ihtiyaç duydukları bu adam, şahsi garazından dolayı pren­seslerin söylediklerini ve salıverilmek için yaptıkları yazışmaları kasten yanlış çeviriyordu. Kapının önüne konulan sandalyeye adeta bir tahta oturur gibi kurulan Şamil, azametli bir adamdı. Yanında korumalarını ve baş celladını da getirmişti. Bu ayrıntı, esirlerin gözünden kaçmadı. Gözlerini esirlere diken Şamil, konuşmaya başladı: "Varvara, senin Ellico'nun eşi olduğunu söylediler. Ellico, benim esirimdi. Asil ve cesur bir adamdı. Beni hiç aldatmadı. Şunu bilmeni­zi isterim ki ben, düzenbazlıktan nefret ederim. Beni aldatmaya çalışmazsanız, başınıza kötü bir şey gelmeyecek. Rus Sultanı, oğlumu elimden aldı. Ona birçok kez elimdeki önemli esirlerle takas yapmayı önerdim; ama oğlumu geri vermedi . . . Anna ve Varvara, sizin Gürcistan Sultanı'nın torunu olduğunuzu söyle­diler. Dolayısıyla Rus Sultanı'na sizin mektup yazmanız uygun düşecektir. Cemaleddin'i bana geri versin, o an sizi salıveririm. Adamlarım, ayrıca fidye de talep ediyorlar. Daha sonra bu konu­da ailelerinizle görüşeceğim." Tercüman Şamil'in dediklerini çevirdiğinde, Prensesler şaşkına döndü. Belki fidye için gerekli para bulunabilirdi; ama Çar'ın hi­mayesi altındaki Cemaleddin'i geri vermesini nasıl bekleyebilir­lerdi? St. Petersburg' da tanıştıkları o kibar ve sevilen yaverin daha çocukken ayrıldığı bu vahşi ortama geri dönmesini nasıl isteyebi­lirlerdi? Avulun duvarları üstlerine üstlerine gelmeye başlamıştı. Şamil, sözlerine şöyle devam etti: "Elimde size gelen mektuplar var. Onları tercüme ettirdim. Fakat mektuplardan biri, ne Rusça, ne Gürcüce ne de Tatarca dilinde yazılmış. Şunu anlayın; benim okuyamadığım hiçbir şeyi alamaz ya da gönderemezsiniz. Allah, insanlara ihtiyatlı olmayı tavsiye eder. Ben de Allah'ın emirlerine uyarım . . . Bu ne tuhaf bir dildir? Neden böyle bir yazı kullandı­nız ki? Beni kandırmaya mı çalışıyorsunuz?" Böyle der demez elindeki mektubu yırtıp attı. Yere düşen kağıt parçalarını gören Madam Drancy, annesinin el yazısını tanıdı. Sıla hasretiyle göz­leri dolan Madam Drancy, başını çevirdi. Prenses Anna, Şamil' in sözleri karşısında o kadar hiddetlendi ki haremin büyün proto­kol kurallarını unutup öne atıldı. Başörtüsünü bir kenara atan Prenses Anna, pek de diplomatik olmayan bir dille İmam'a cevap verdi: "Bizi tehdit etmenize ge­rek yok. Sizi kandırmak gibi bir niyetimiz de yok. Konumumuz ve aldığımız terbiye, yalan söylememizi yasaklar. Fakat başka­larının bize gönderdiği mektuplardan mesul tutulamayız. Ya­nımızda, masum kurbanlarınız arasında Fransız bir kadın var. Yırtıp attığınız mektup, muhtemelen ona gönderilmişti." Veryansın eden Prenses'i tepki vermeden izleyen Şamil, karşı­sındaki kadını baştan ayağa süzdü. Sonra haşmetle ayağa kalktı. "Öyle olsun" dedi. "Hareketlerinize dikkat ederseniz korkacak bir şey yok. Okuduğum mektuplar size teslim edilecek. Fakat şunu aklınızdan çıkarmayın; Allah'ı ve onun sadık hizmetçisi Şamil'i aldatmaya çalışmak, suçtur. Kaçmaya ya da beni aldat­maya çalıştığınızı görürsem, sizi idam ettiririm. Bu, İmam olarak benim hakkım ve vazifemdir." Arkasını dönen Şamil, maiyetiyle birlikte oradan ayrıldı. Odaya sessizlik çöktü. Sadece hıçkıra hıç­kıra ağlayan Madam Drancy'nin sesi duyuluyordu. * * * Daracık odada sıkışıp kalan esirlerin efkarını dağıtmak mümkün değildi. Tiflis'teki akrabalarının gönderdiği sabun, tarak, havlu gibi ihtiyaç malzemelerini içeren paket dahi onları neşelendir­meye yetmedi. Akrabalarına fidyeyle ilgili konular haricinde sa­dece iyi olduklarını söyleyebiliyorlardı. Küçük Aleksandr'ın sağlığı, esirleri endişelendirmeye başlamıştı. Yaptıkları zorlu yolculuk, Aleksandr'ı ölümün kıyısına getirmiş­ti. Diş çıkardığı için kasılarak ağlıyordu. Her defasında ölecek gibi oluyordu. Şamil, çocukları severdi. Her gün esirlerin çocuk­ları İmam'ın odasına getiriliyordu. Burada çocuklarla oynayan Şamil, onları serbest bırakıyordu. Ne kadar meşgul olursa olsun, savaşlar nasıl giderse gitsin, hasta dahi olsa, çocuklara her zaman vakit ayırıyordu. Çocuklarla iyi anlaşıyordu. Şamil'in sırtına çı­kan çocuklar, kahkahalar atıyordu. Sesleri duyan prensesler, ço­cukları için endişeleniyordu. Fakat her zaman neşeli ve heyecanlı bir şekilde geri dönen çocuklar, Şamil'in ikram ettiği meyve ve şekerleri getiriyordu. Şamil, Aleksandr bebeğin sağlığına özel ilgi gösteriyordu. Uzak illerden en meşhur hekimleri getirtti; ama nafile. Ender bulunan şifalı otlardan toplattı, bebeği her hasta­lığı iyileştirdiğine inanılan taze kesilmiş koyun derisine sardırdı; ama nafile. Aleksandr, bir türlü iyileşmiyordu. İmam'ın dizle­rinde yatan bebek, durmadan ağlıyordu. Şamil gerçekten hasta çocuk için mi endişeleniyordu yoksa Prenses Anna'nın çocuğu gibi değerli bir rehineyi kaybetmek mi istemiyordu, bilmiyoruz. Esirlerin birlikte uyuduğu tıka basa odanın havasız ve sıcak orta­mı, bebeğin daha da zayıf düşmesine neden oluyordu. Sonunda Prenses Anna, Aleksandr'ın bir dadının nezaretinde balkonun altında açık havada uyuması için Şamil' den izin aldı. Bundan sonra bebek, yavaş yavaş iyileşmeye başladı. Havasızlık ve hareketsizlikten dolayı hem zihinsel hem de fizik­sel sağlıkları kötüleşmeye başladı. Şamil, esirlerin odalarından çıkmamalarını emretmişti. (Aslında İmam, bu yolla esirlerinin mahremiyet ve namuslarını korumayı amaçlıyordu. Kendisi de esirlerin kapısının önünden geçmek yerine avlunun diğer tara­fını dolaşmaya özen gösteriyordu.) Havanın boğucu olduğu ilk aylarda, Şamil gece istirahate çekildikten sonra esirlerin dışarda oturmasına ya da çatıya çıkıp dağ havası almasına ve ay ışığın­da uzak tepeleri izlemesine izin verildi. Bir süre tek tesellileri, dışarda geçirdikleri bu anlardı. Gece uçsuz bucaksız gökyüzü­nü seyre dalan mutsuz kadınlar, bir nebze olsun sakinleşiyor ve huzur buluyordu. Yavaş yavaş üstlerine çöken ataletten kurtulan esirler, etrafların­daki hayatı, haremin adetlerini ve burada yaşayan insanları göz­lemlemeye başladı. Şamil'in üç eşinin yanı sıra on üç yaşındaki kızı Nefise ve on yaşındaki Fatma da burada yaşıyordu. Babaları gibi keskin bakışlı olan bu kızlar, narin varlıklardı. Zahidet'in kızı olan dokuz yaşındaki üvey kardeşleri Nacabat, çok güzel bir kızdı; ama bacakları tutmuyordu. Nacabat'a çok düşkün olan Şamil, kızını kucağında taşıyor ve şımartıyordu. Haremi ate­şe verdiğinde dahi cezalandırılmamıştı. Esirler avula geldikten yaklaşık bir ay sonra Şuanat'ın bir kızı oldu. Diğer çocuklarının hepsi, bebekken ölmüştü. Nacabat'ın doğumundan sonra Zahi­det'in başka çocuğu olmamıştı. Şamil'in gözündeki yerini güç­lendirmek için bir oğlu olsun istiyordu. Çok geçmeden esirler, Şuanat'ın gözünün Şamil' den başka bir şey görmediğini, yoklu­ğunda kocasını çok özlediğini, uzaklarda bir yerlerden silah sesi duyulduğunda renginin attığını ve kocası eve döndüğünde taze gelin gibi yüzünün kızardığını gördüler. Buna karşın Zahidet'in bütün derdi daha fazla güç elde etmekti. Köleleri azarlar, evde yaşayanları rahatsız eder ve herkese çıkışırdı. Odasına çekilen Şuanat ise, kaynayan semaverin yanındaki mindere oturur ve Şamil'in yolunu gözlerdi. Şamil'in en küçük oğlu olan on beş yaşındaki Muhammed Şefi, yakışıklı, iyi kalpli ve neşeli bir çocuktu. Esirler, Şamil'in oğlu­na yakışır bir şekilde ata binmeyi ve silah kullanmayı öğrenmek için sürekli eğitim alan bu çocuğu nadiren görürdü. Ağabeyi Gazi Muhammed, Şamil'den sonra dağlardaki en iyi biniciydi. Nişancılıkta da babasıyla yarışırdı. Ağabeyi gibi babasına layık olmak isteyen Muhammed Şefi, hiç durmadan çalışıyordu. Gece gündüz demeden atına atladığı gibi haremden çıkıyor, tüfeğinin sesi dağlarda yankılanıyordu. Çıkan seslerden ürken kargalar ha­valanıyor ve tepede dönmeye başlıyordu. Şamil' in kayınvalidesi, Fatma' dan olan çocuklarının anneannesi Bahu da, haremde yaşıyordu. Bahu hanıma, büyük hürmet gös­terilirdi. Neşeli biri olan bu yaşlı kadın, haremdekilere ekmek yapmaya bayılırdı. (Kafkas usulüne göre yapılan ekmeğin kabu­ğunun üzerinde kalın bir yağ tabakası olurdu. Esirler, mideleri­ni bulandıran bu yağlı ekmeğe bir türlü alışamadılar. Ekmeğin kabuğunu ve üzerindeki yağı kazıyorlardı. Geriye kalan küçük ekmek parçasını suya batırıp yağ kokusu gidene dek kurumaya bırakıyorlardı.) Şamil'in kızlarının mürebbiyeliğini yapan Hacı Rebel adında orta yaşlı kindar bir Tatar kadını da haremde yaşı­yordu. Gavurlara tepeden bakan bu kadın, esirlerin hiç hoşuna gitmemişti. Emine ve Batçum'un annesi olan Nana da haremde kalıyordu. Şamil' in eski öğretmeni Molla Cemaleddin'in eşi olan Nana, Zahidet'in üvey annesiydi. Zahidet'ten birkaç yaş büyük olan Nana, güzel, kibar ve alçak gönüllü biriydi. Fakat Zahidet, üvey annesinden nefret ediyor ve ona sanki hayatlarına zorla gir­miş gibi davranıyordu. Nana, pek ortalıkta görünmezdi. Kahya Hacı'nın eşi İlita, kocasını parmağında oynatan buyurgan bir kadındı. Genellikle evin kileriyle ilgilenirdi. İmam'ın aşçısı Labazan, şahsi hizmetçisi Mirza Bey ve silahçı ve koruması Se­lim, Şamil'in evinde yaşardı. (Evin bu kısmı, sadece kadınlar için ayrılan harem bölümünün dışındaydı.) Diğer muhafızlar, uşak­lar ve hizmetçiler, evin dış kısmındaki odalarda yaşardı. İç avlu, Şamil'in dairesinin çevresinde yer alıyordu. Üç küçük odadan oluşan Şamil'in dairesinin yanında küçük bir cami vardı. Şamil'in eşlerinin, çocuklarının ve esirlerin kaldığı harem daire­si, avlunun yanında bulunuyordu. Harem dairesinin kapısı, bal­kona açılırdı. Giriş kapısının yanında hazine dairesi ve selamlık adı verilen kabul odası vardı. Misafirlerini bu odada kabul eden Şamil, ordusunu ve hakimiyeti altındaki illeri buradan yönetirdi. (Şamil, asker olmasının yanı sıra büyük bir devlet adamıydı.) Bu odalar, iç avlunun geriye kalanından yüksek çitlerle ayrılmıştı. Çitlerin arkasına gizlenen kadınlar, dışarda ne olup bittiğini iz­lerdi. Çiti geçmelerine izin verilmezdi. Esirler, bu çite "kıskanç­lık duvarı" adını vermişti. Bünyesinde bulundurduğu fırın, kiler, ahır ve su kuyusu sayesinde iç avlu, kendi ihtiyaçlarını kendisi karşılayabiliyordu. Sekiz ay boyunca esirlerin bütün dünyası, işte bu kadardı. Etraf­larındaki taş duvarlar ve harap haldeki ahşap odalarından başka bir şey görmediler. Tekdüze günlerinde zamanın geçtiğini göste­ren tek şey, müezzinin okuduğu ezandı. Ne yapacak bir şey vardı ne de gidecek bir yer. Zamanla esirler, Şamil'in eşlerinin ziyaret­lerinden keyif almaya başladılar. Şuanat, çocukluğunda öğren­diği Rusçayı hatırlamaya başlamıştı. Esirler de, Çeçence birkaç kelime öğrenmişti. Bu sayede birbirleriyle daha iyi anlaşabiliyor­lardı. Her şeye rağmen esirler, etraflarında yaşanan hayata ilgi gösteriyordu. Şamil savaşa gittiğinde endişe içinde eşinin yolunu bekleyen Şuanat'a üzüldüler. Şamil'in dönüşte bütün eşlerine ge­tirdiği ipeklerden kendisine hiçbir şey düşmeyen Emine'nin ha­yal kırıklığını paylaştılar. Bir akşam İmam'ı genç bir talipli gibi kapısında bekletmek isteyen Emine, esirlerin odasına saklandı. Üşüyen ve yorgun olan İmam, o kadar kapıyı çalmasına rağmen cevap veren olmayınca kapının üzerindeki anahtarı cebine attı (Prensesler, Şamil'in içeriye girmemesine çok şaşırdı) ve bir ka­raltıya çekilip Emine'yi beklemeye başladı. Emine'nin kapıda kalacağını düşünüyordu. Prenseslerin odasının kapı aralığından olan biteni izleyen Emine, gülmemek için kendini zor tutuyor­du. Geri dönmeyeceğini söyledi. Coşkulu bir aşık gibi uzun süre sabır ve tevazuyla Emine'yi bekleyen İmam, ayaza daha fazla da­yanamayarak odasına çekildi. Avluda yürürken morali bozuktu. Emine'nin şaka gibi gördüğü bu durum, esirler için hayat memat meselesiydi. Celladın baltasını unutmamışlardı. Şamil, Emine'yi sakladıklarını öğrenip muhafızlarını gönderirse neler olacağını tahmin edebiliyorlardı. Gece boyunca uzun süre rahat bir nefes alamadılar. Nefret ettikleri Zahidet dahi, esirlerle dertleşmeye geldiğinde insancıl yüzünü gösteriyordu. Bir daha çocuk doğuramamak­tan korkuyordu. Bölgedeki şifalı otlar fayda etmemişti. Acaba prensesler Tiflis' e mektup yazıp onun için yeni ilaçlar getirtebilir miydi? Prensesler, Zahidet'in istediği mektubu yazdı. Mektubu adresine teslim eden Şamil'in ulakları, ilaçlar ve doktorun gön­derdiği tavsiyelerle birlikte geri döndü. Tedaviyi uygulamaya başlayan Zahidet, esirlere çok iyi davranıyordu. Onlara fazladan şekerleme ve en iyi yemeklerden gönderiyordu. Genellikle ek­mek ve keçi peyniri yiyen esirler, bu değişiklikten çok memnun kaldı. Fakat Zahidet, bir süre sonra tedavinin işe yaramadığını gördü. Esirler, yine tatsız tuzsuz, yavan yiyeceklere talim etme­ye başladı. Şamil olmasaydı, bu durum böyle devam edecekti. Baskından dönen Şamil, esirlerin odasındaki ocağın tamir edilip edilmediğine bakmaya geldi. Ziyareti esnasında, içine soğan atıl­mış suyun tencerede kaynadığını gördü. Esirler, bütün gün çor­ba niyetine yaptıkları bu yemekle idare edecekti. Bu duruma çok öfkelenen Şamil, Zahidet'i çağırttı. Eşini o kadar kötü fırçaladı ki Zahidet, oracıkta ağlamaya başladı. Birkaç dakika sonra Şuanat ve Hacı, esirlere et, pirinç, tereyağı ve çay getirdi. (Kafkasyalılar, çay yapraklarıyla koyun kanını karıştırıp küp haline getirirdi. Bu kalıp, sıcak suya konulduğunda erirdi.) Karınlarını iyice doyu­ran esirlerin huzurunu, o an Zahidet dahi kaçıramazdı. Bu huzur, fazla uzun sürmedi. Esirlere sürekli eziyet eden Zahi­det, ailelerinin ne kadar fidye toplayabileceğini öğrenmek isti­yor ve fidye ödenmezse başlarına gelecek korkunç şeyleri anlatıp duruyordu. "Kocan seni çok sevmiyor anlaşılan. Yoksa seni çok­tan kurtarırdı" diyerek Prenses Anna'yla alay ediyordu. "Bugün Tsinandali'den gelen bir adamla konuştuk. Evin ihtişamı karşı­sında adamın ağzı açık kalmıştı. O kadar malın mülkün tek bir adama ait olduğuna inanmakta güçlük çekiyordu. Buna rağmen fidyenin hala ödenmemiş olması tuhaf değil mi?" diyordu. Esirler için yüklü bir fidye talep edildiğinden bahsetti. Fidyenin miktarı Şamil yerine Halk Meclisi tarafından belirlenmişti. Şamil dahi bu meclisin kararlarına karşı çıkamıyordu. Kocasının fidyeyi azalt­masını isteyen Şuanat'ın da elinden bir şey gelmiyordu. Şamil' in tek derdi, oğlunu geri almaktı; ancak halk, esirlerin karşılığında para istiyordu. Bir bakıma, Şamil'in kendisi de esirdi. İstibdatla hükmetmesi­ne rağmen halkının iradesine karşı çıkamıyor, kudretli naipleri­nin desteğini kaybetmeyi göze alamıyordu. Naipler, silah almak ve Rus saldırılarından dolayı yıkıma uğrayan bölgeleri yeniden imar etmek için gerekli olan parayı prensesler vasıtasıyla elde edebileceklerini düşünüyordu. Dağlılar, talep edecekleri hiçbir miktarın bu kadar soylu bir aile için aşırı yüksek olmayacağına inanıyordu. Çavçavadzelerin servetinin, nakit paradan ziyade sa­hip oldukları arazilerden geldiğinin farkında değillerdi. Prenses Orbelyani'nin eşyaları arasında buldukları evrak ve tapuların, kocasının vasiyeti ve mülklerinin tapusu olduğunu, Georgi be­bek reşit olunca ona miras kalacağını anlamıyorlardı. Prensesler ne kadar anlatmaya çalışırsa çalışsın; nafile. Zahidet'in cevabı hazırdı: "O halde oğlun reşit olana kadar burada kalır ve vakti gelince mirasını alır. Endişe etmeyin. Dağ havası insana yarar. Güçlü kuvvetli bir adam olacak." Bunu duyan Prenses Varva­ra, ağlamaya başladı. Arkasını dönüp giden Zahidet, halinden memnun görünüyordu. Esirler avula geleli üç ay olmuş, Kasım ayı başlamıştı. Yaz güneşi yerini fırtınaya bırakmıştı. Esirlerin hayatında pek bir değişiklik yoktu. A vulun üzerine çöken kara bulutlar yüzünden dağların günlerce görünmediği olurdu. Yağan sağanak yağmur nedeniyle damlar akıtıyor, avutun içindeki dar patikaları sel götürüyordu. Avlunun bazı yerleri diz boyu çamur olmuştu. Duvarları ince bir rutubet tabakası kaplamıştı. A vulda hiç durmadan uğuldayan rüzgar yüzünden kapılar çarpıyor, çatılardaki kiremitler uçuyor­du. Bu durum, esirlerin sinirini bozuyordu. Eski püskü elbiseleri, onları sıcak tutmaya yetmiyordu. Sürekli tüten ocak, artık daya­nılmaz bir hal almıştı. İç avluda nöbet tutan ve Şamil' in misafir­lerini (mollalar, illerden gelen valiler ve Şamil' in naipleri kapının ardındaki kabul salonunda yemek yiyordu) bekleyen karavullar, esirlerin haline acır ve prenseslere bir parça et, çocuklaraysa birkaç tane meyve verirdi. Esirler, zamanla dağlıları anlamaya başlamıştı. Avula gelirken yolda dayak yemişler ve rahatsız edil­mişlerdi; ama dağlılar, gecikmeleri halinde esirlerin Rus askerler tarafından kurtarılmasından korktukları için böyle davranmıştı. Çocuklar, dağlılardan hiç çekinmiyordu. Aleksandr ve Georgi, kendilerini Şamil'e götürmeye gelen bu yanık tenli, haşin adam­lara kısa sürede alıştı. Güle oynaya onlarla birlikte gidiyorlardı. Kaderin prenseslere acımasız davrandığını düşünüyorsanız, bir de zavallı Madam Drancy'nin durumunu göz önünde bulundu­run. Yabancı bir ülkeden geliyordu. Fidyeyi bulmasına imkan yoktu. Kimsenin onu kurtarmakla ilgilendiği de . . . Müritlerin gözünde siyasi ya da şahsi bir öneme sahip değildi. Ne Tatar lehçelerini biliyordu ne Rusçayı ne de Gürcüceyi. Madam Dran­cy'nin esirler arasındaki sohbetlere katılabilmesi için prensesle­rin her bir kelimeyi Fransızcaya tercüme etmesi gerekiyordu. En ufak şey dahi ilgilerini çeker olmuştu: odalarındaki küçük pen­cereden seyrettikleri bulutların şekli, uçuşan kuşlar . . . Duvarlar­da gezinen böceklerin hareketleri dahi sohbet konusu oluyordu. Tiflis'ten Imitation de fesus-Christ adlı bir kitap gelmişti. Kitabın kutsal bir içeriği olduğuna kanaat getiren Şamil, esirlere verilme­sine izin verdi. Madam Drancy, bu kitabı kullanarak Marie ve Salome'ye Fransızca okumayı öğretiyordu. Ayrıca prenseslerle birlikte kitabın içindeki sabır öğütleyen vaazları okuyup teselli bulmaya çalışıyordu. Madam Drancy'nin anlattığına göre Pren­ses Orbelyani, her zaman dindar bir tavır sergiliyordu. Fakat ne o ne Madam Drancy ne de Prenses Anna, şikayet etmeden durabiliyordu. Bir köşeye çekilen Fransız kadın, vatanını ve an­nesini düşünüp ağlamaya başlardı. Şamil'in eşlerinden biri, onu ağlarken görünce "Annen için mi ağlıyorsun?" diye sordu. "Ama artık anneye ihtiyacın yok ki Fransız kadın . . . Çocuk değilsin." Madam Drancy şöyle yazıyor: "Bu kadınlar bize benzemiyor. Çocuk büyüyünce içlerindeki anne sevgisi azalıyor. Çocuğun anneye fiziksel bağımlılığı bittiği an çocuk ve anne arasındaki o derin bağ kayboluyor." Esirler, haremdeki tekdüze hayatı ve zaman zaman yaşanan gün­lük çekişmeleri fevkalade boğucu bulurken, Şamil'in eşleri öyle düşünmüyordu. Esirlerin bu gibi olaylara üzüldüğünü görünce gerçekten şaşırıyorlardı. Onların gözünde İmam'ın kendi evin­de konaklamak büyük bir lütuf ve şerefti. Sadece Şuanat, dağla­rın ardında başka bir hayatı olduğunu hatırlıyordu. Esirlerden sürekli Avrupai adetleri anlatmalarını istiyordu. Zaman zaman Mozdok'ta Rus kadınların giydiğini hatırladığı şapka ve paltolar­dan bahsediyordu. "Burada mutluyum. O kadar mutluyum ki . . . Fakat bazen keşke demeden edemiyorum . . . " Gerisini getiremedi. "Keşke ne?" diye sordu Prenses. "Keşke Şamil daha iyi giyinmemize izin verse" diye cevap verip konuyu değiştirdi. Prens David ve General Read, esirleri kurtarmak için ellerinden geleni yaptıklarına dair haber göndermişti. Prenseslerin tek bil­diği buydu. Talep edilen fidye, çok yüksekti ve Cemaleddin'in geri verilmesini sağlamak imkansız gibi görünüyordu. Bu kadar büyük bir meblağın temin edilmesinin mümkün olmadığını söy­lediler. Fakat dağlılar, hesap kitap işlerinden pek anlamıyordu. Harabeye dönen avul ve meraları yeniden imar etmek için para istiyorlardı, o kadar. Naipler, prenseslerin doğrudan Çar'a mektup yazmasını öneri­yor; ama prensesler bu teklifi reddediyordu. Prenses Anna, "ken­di dikkatsizliğimiz yüzünden esir düştük" diyordu. "Çar'ı ken­di dertlerimle meşgul etmektense ölmeyi yeğlerim. Hele şimdi bütün dikkatini Kırım seferine vermişken." Bir gün esirlerin odasına giren Zahidet, St. Petersburg'da çıkan Russki Invalid gazetesinin eski bir nüshasını getirdi. İndris'e tercüme ettirdiği işaretli paragrafı gösterdi. İngiliz hükümetinin özel bir amaç için kullanılmak üzere büyük bir meblağ tahsis ettiği yazıyordu. Zahidet, muzaffer bir edayla konuşmaya başladı: "Gördünüz mü bak, o kadar büyük paralar varmış. İngiliz Hanhası milyonlar ödeyebiliyorsa, Rus Hanhası da ödeyebilir. Siz, onun nedimele­riydiniz. İsterseniz, ödeyecektir." "Niye ödesin ki? O sizin esiriniz değil" diye cevap verdi Prenses Anna. Kış Sarayı' na mektup yazmamakta kararlıydı. Haftalar birbirini takip ediyordu. Sanki esirlerin bütün ömrü bu odada geçmiş gibiydi. Tiflis'teki evlerini, Vorontsov Sarayı'ndaki davetleri, Tsinandali'deki hiç durmadan çalışan o pırıl pırıl mut­fağı, oradaki büyük yayıkları, Kaheti şaraplarıyla dolu mahzeni hayal meyal hatırlıyorlardı. Tıka basa dolu karanlık odada yerde oturan esirler, eski hatıralarını yad ediyordu. Etrafındaki kadın­lara Paris'ten bahseden Madam Drancy, kaldırım taşlarına düşen yağmuru, Concorde Meydanı'nda yanan gaz lambalarını, Seine nehrinin etrafındaki söğüt ağaçlarını, caddeler boyunca uzanan tiyatroları, restoranları ve dükkanları anlatıyordu. Aklına Aca­cias Sokağı, Jean-Baptiste'yle geçirdiği zor yıllar ve İngiltere'de­ki çocuğu gelince sessizleşti. Onlardan bahsetmedi. Neticede bu konu, Gürcistan prenseslerini ilgilendirmezdi. St. Petersburg' da geçirdikleri gençlik günlerini düşünen prensesler, Smolni Manas­tırı'ndaki hayatlarını, Çariçe'nin en genç nedimeleri olarak saraya gidişlerini, sarayda görevli olduklarını gösteren pırlanta rozetleri hatırladı. Çariçe, ne kadar da zarif biriydi. Çar, ne kadar da yakı­şıklıydı. Kış Sarayı'nda düzenlenen balolar ne kadar da büyüleyi­ciydi . . . Ardından her zaman Çar'ın birkaç adım gerisinde duran esmer yakışıklı yaverini yani Cemaleddin'i hatırladılar. Çar'ın göz­desiydi. O kadar güzel mazurka oynardı ki onun coşkulu dansını seyre dalan müzisyenler notaları karıştırırdı. Sonradan geldiği bu ülkeyi benimseyen Cemaleddin, herkes tarafından sevilen, mut­lu biriydi. Bütün bunları geride bırakmasını nasıl isteyebilirlerdi?
·
495 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.