Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Muzaffer Özak - Sahaflar Çarşısının Târihçesi, Çarşı Esnafı ve Sahaflık
youtu.be/TW3RUcX2V_4?si=... Kitapçılığa nasıl başladınız? Fakîrlik yüzünden mektebden çıkmışdım, bir yerde yevmiyeli çalışıyordum. Çalışdığım yerde, küçük yaşda bir çocuğun taşıyamayacağı kadar ağır yükler taşıttıkları için kasığım çatladı, fıtık oldum. İş yeri sahibi, beni işden çıkardı. Başka bir işe girdim, gündüzleri çalışıyordum gece de Arapça tahsîl ediyordum. Bize yardım eden yok ki gündüz mektebe gidelim, mecbûren gündüz çalışacağız, akşam okuyacağız. Müezzinlik imtihanı açıldı. Hesâb ettim, benim çalşıdığım yerden aldığım parayla müezzinlik maaşı arasında beş lira bir fark var. Ya akşama kadar çalışacağım beş lira fazla alacağım ya da müezzin olup beş lira eksik alacağım ama akşama kadar da çok boş zamânım olacak. Böylece gündüz de ders okuyabilecekdim. Bu yüzden eksik maaşa razı oldum ve müezzinlik yapmaya karar verdim. Müezzinlik imtihanını yüksek bir dereceyle kazandığım halde beni, hak ettiğim câmiye vermediler. Oraya arkası olan birini verdiler, beni de Rum Patrikhanesinin karşısındaki fevkânî câmiye verdiler. O câmide hem imam hem de müezzin olarak vazîfe yapdım. Câminin bir odası vardı, elektriği ve suyu vardı. Annemle birlikde oraya yerleşdik. O vakit yaşım çok gençdi, daha on yedi yaşındaydım. İlk ay on dört lira kırk iki kuruş maaş aldık, iyi fakat ikinci ay bir buçuk lira verdiler. "Ne parası bu" dedim. "Bu caminin tahsîsâtı bitti" dediler. Eyvâh! Ne yaparız biz. Uğraşdık, Soğanağa Câmisinin müezzinliğini istedik, verdiler. Oranın da müezzin odası olduğu halde, İmam Efendi evini kirâya vermiş, müezzinin odasına yerleşmiş. Ev meselesinden imam ile aramıza niza girdi ve oradan da ayrılmak mecbûriyeti hâsıl oldu. Bu cami geliratlı bir camiydi, halk bana bakıyordu, seviyordu mahalleli. Oranın imamının ihânetine uğradım. Sonra Kefeli Camisine verdiler beni. Kefeli Camisine verince, Kefeli Camisinin imamı, burdaki bulunan kitapçı Şâkir Efendi. Ben dedim ki Hocaefendi'ye, "Hocaefendi, ben çalışmıyorum, ben yalnız tahsîle bakıyorum, sen dükkânını gündüz kapama, şimdi mahzurlu olan yerini söylüyorum, dükkânını sen kapama, gelme buraya öğlenle ikindiye câmiye, ben senin yerine câmide vazîfeyi görürüm" dedim. O da "Peki" dedi. İşte bir iki sene kadar onun yerine vazîfe yapdık. Gündüz o gelmedi. O da bana bunun mukâbilinde kendine âid olan odayı verdi, "Otur orda" dedi. Evi yakındı çünkü oraya. Şimdi, askere çağırdılar beni. Bu hangi sene oluyor efendim? 936 filan. 935-36 o zamanlar. Askere çağrılınca, tabii müezzinlikten aldığımız maaş bizim 14 lira 42 kuruş, bozdur bozdur ye, kitaplarımı satayım dedim. Yirmi lira yaparsa kitaplar, on lirasını cebime harçlık koyarım, askere gidiyorum diye, on lirasını da anneme bırakırım, çıkar giderim. Bir anneyle oğuluz biz o vakit. Şakir Hocaefendi'yi çağırdım, "Hocaefendi, bu kitaplara bak" dedim. Baktı, "Ne vereyim" dedi. "Siz ne verirseniz verin" dedim. "Altı lira veririm" dedi. Halbuki bir kitap aldım ben, yalnız o altı lira. Ve peyderpey ödedim, senelerce. Bir alay kitap. Kitap fazla para etmiyor o vakitler ama hani yirmi lira da yapar bir esnaf gözüyle. Netekim de öyle olacak. Şakir Hocaefendi'yi çağırdım, Hocaefendi baktı kitaplara, dedi "Ne istiyorsun", "İşte sen ver bir şeyler" dedim. "Altı lira vereyim" dedi bana. Deyince benim canım sıkıldı iyice. Ben bekliyordum, yirmi lira verirse "al" diyecektim ona. Eder yani etmez değil. "Olmaz" dedim. "Yedi lira vereyim" dedi, "Olmaz" dedim. "On lira vereyim", "Olmaz" dedim. "On beş lira vereyim", "Olmaz". "Yirmi lira vereyim", "Olmaz" dedim. "Şimdi bana yirmi bin lira da versen vermeyeceğim kitapları sana". Çünkü yalan söyledi size. Yalan söyledi değil de, işin acâibi şu. Dedim ki ben, altı on para o vakit tramvay. Burdan Bayezid'den altı on paraya tramvayla öğle namazı için geleceksin, tekrar buraya döneceksin. İkindi için geleceksin, tekrar döneceksin buraya. Ne yapıyor altı on para, altı on para? On iki buçuk, yirmi beş kuruş yapar. İşini de kaybedeceksin, dükkânını kapatacaksın. Ben senin iki sene burada bedava öğlenle ikindini kıldırdım. Çıkarıp bana yirmi lira para versen, hiç de kitap almasan ne çıkar, ne olur yani. Şimdi benim hesâbım bu. Şâkir Efendi'ye fenâ halde kızdım. İki sene onun işini yaptım, insan çıkarır hiç değilse yirmi lira verir, kitaplar da en az yirmi lira yapar zâten. "Olmaz" dedim, "On lira vereyim" dedi, "olmaz" dedim, "yirmi lira vereyim" dedi "olmaz" dedim. Bağladım kitapları, omuzuma vurdum, getirdim Fâtih Camisinin önündeki musallâ taşlarına yığdım. Daha ilk gün on yedi buçuk liralık kitap satmama rağmen kitaplar olduğu gibi duruyordu. İlk gün sattığım kitapların fiyatları bile hâlâ hatırımda. Mesela "Mevkûfât"ı otuz beş kuruşa, "Envarü'l Aşıkîn"i otuz kuruşa sattım. Tabii gözüm faltaşı gibi açıldı. Câmiden aldığım maaş hepi topu on dört lira kırk iki kuruş idi. Sonra kitapları omuzladım, eve götürdüm, ertesi günü yine geldim. Öğle vakti olunca tezgahı kapatıp koşa koşa câmiye gidiyorum, ezanı okuyorum, namazı kıldırıyorum, dönüp yine geliyorum. İkindi vakti gelince yine koşup câmiye gidiyorum, namazı kıldırıp dönüyorum. Ama öyle değil biz kitap veriyoruz, altı lira, sonra yirmi lira. "Olmaz" dedim, "Yirmi beş de versen olmaz". Kitapçı olacağım çünkü. Bunun üzerine Hocaefendi, "Şu kitabı ver bana, altmış kuruş vereyim" dedi. Sattığım kitabın da ne olduğunu biliyorum. "Peki al" dedim. "Bana lâzım" dedi. Verdim ona. Biz kitapları sırtımıza yüklendik, getirdik Fâtih Camisinin musallâ taşlarının üzerine koyduk. Kitapçı olmamıza sebeb böyle oldu yani. Sizden aldığı kitap neydi o? Ahmediye'ydi. Bak, unutmadım yani. Şimdi, oraya geldim, kitapları serdik oraya. Yalnız o gün on yedi buçuk liralık alışveriş yapdım ben. Kitaplar olduğu gibi duruyor. Altmış kuruşa Ahmediye'yi sattık, otuz kuruşa Halebî'yi satdık filan. On yedi buçuk liralık kitap sattık, kitaplar olduğu gibi duruyor. Gözüm faltaşı gibi açıldı benim. Bir ay ben camide bağlanıyorum, on dört lira kırk iki kuruşa. Bir günde on yedi buçuk lira mal sattık, kitaplar olduğu gibi duruyor. Hepsini yirmi liraya vereceğim kitaplar. Biz ertesi gün gene dükkânı açtık, oraya sergiyi. Ben gitmedim şubeye, gitmedim. Benim babamın arkadaşlarından bir adamcağız, Zekeriya Efendi diye bir hocaefendi, o gördü beni, "Oooo Molla ne yapıyorsun burda sen?". "Kitap satıyorum". "Aman ne güzel yapmışsın" dedi. Bir yerde kitaplar var alır mısın" dedi. "Alırım" dedim. "Eğer paran yoksa ben vereyim" dedi sermâyesini, "sonra bana ödersin" dedi. "Yok, param var benim" dedim. Kalkdık, gitdik. Vaktiyle babamın çarşısının kahyası olan bir hocaefendi imiş. O vakit çarşılarda kahya varmış. Gittik biz, "Ne istiyorsunuz kitaplara?" dedik, "Beş lira istiyoruz" dediler, beş lira! Ben de "Aldım" dedi. Bodrumda duruyor kitaplar. İki karpuz arabası kitap doldurduk beş liraya hâlâ aşağıda kitap var. Onları getirdik Fâtih Camisine koyduk. Hocaefendi geldi, Şâkir Efendi, o kitapların içerisinden seksen altı liralık kitap aldı. Gene kitaplar duruyor. Türkçelerini Mahmud Efendi'ye sakladım, bizim Acem Mahmud'a. Ve ondan sonra kitapçı oldum. Askere de almadılar beni, bakayaya kaldık. Üç dört sene geriye kaldı benim askerliğim. 40'a kaldı yani. Ondan sonra kitapçılığa öyle başladık. Efendi Hazretleri bir sohbetlerinde bu kitapların hikâyesini şöyle anlatmışlardı : Babam öldüğü vakit, Malta Çarşısında dükkânları varmış. Çarşının kahyası da o câminin imamıymış. Babam yirmi sene evvel vefât ettiğinde, mal taksim edilecek, yetimler var diye çarşının kapısını mühürlemişler. Bizim büyük birâder, kahyayı kandırmış, arkadan duvarı deldirmiş, içerde ne varsa almış. Babamın kitaplarını da o imam efendi almış. Meğer parasını verip aldığımız iki araba dolusu kitaplar babama âit kitaplarmış. Nereden nereye! Yani verdiğimiz parayı kitaplar için vermedik, yirmi senelik kirâ parası vermiş olduk. Kitapları aldık getirdik. Tabii ben kitapların babamın kitapları olduğunu bilmiyordum, kahyanın kim olduğu neden sonra anlaşıldı. Adâlet-i ilâhiyyeye bakın! İşte böylece kitapçı olduk. Sonra geçinemediğimiz o imama da dua ettim. Çünkü eğer o imam yüzünden o câmiden ayrılmasaydım kitapçı olamayacaktım. Bu çarşıya gelişiniz? Ondan sonra buraya geldim. İşte bu caminin taşlarının üzerine serdim. Çünkü kitapların kaça alınıp kaça satıldığını bilmiyorum. Piyasayı öğreneyim diye. Sonra burada yüz elli lira hava parası vererek şuradaki, dipteki dükkânı aldım. İçinde kitaplarıyla beraber. Öyle başladık kitapçılığa. Kimindi o dükkân? O dükkân Çarşı'nın bekçisinin dükkânıydı. Birisi almış, kitapçı dükkânı açacakmış, içine biraz kitaplar koymuş ama hep gramer kitapları böyle yani eski medrese kitapları filan. Sonra o işten vazgeçmiş o adam. Bana sattı o, yüz elli liraya. Ben de onu taksitli olarak aldım yani yüz elli lira verecek durumda değiliz, yirmi lira, on beş lira, böyle ödemek şartıyla aldık. Taksitle aldık, oraya girdik. Sonra tekrar askerlik çıkdı. Bu sefer dükkânı ben satmadım. İçeride kitapları olduğu gibi bıraktık, çıktık gittik askere. Geldiğim vakitte bir de baktım, bir liraya sattığım kitap, on beş lira olmuş.
·
63 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.