Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Sahaflar Çarşısının Târihçesi, Çarşı Esnafı ve Sahaflık
youtu.be/TW3RUcX2V_4?si=... Burası aslında boş bir yermiş. Boş bir yermiş. Caminin müştemilâtından imiş. Hattâ şu caminin avlusunun iç tarafı, bizim hademe-i hayratın odaları var orada. Bunun da sebebi, bu Dişçi Mektebi olan yer var ya, oradaymış cami meşrûtaları. Her caminin meşrûtasının imâretden yemek vakfı var. Bu Bayezid Camisinin imamları olsun, vâizleri olsun, müezzinleri olsun, kayyımları olsun, saraydan yiyecekler, Eski Saray'dan çıkacak yemekleri, vakfı böyle. Ve aynı zamanda o mektebin olduğu yerde evleri varmış. Ve her birinin de birer tâne câriyesi ve kölesi varmış, hizmet için. Yani mâl-ı ganâim olarak gelen, harbden alınan, o devrin ahkâmına göre, imamlarına, müezzinlerine birer câriye ve köle veriyorlarmış. Sonra Ömer Besim Paşa gelmiş. Onların o meşrûtalarını yıktırmış, o vakfiyeyi kaldırmış. O mektebi yaptırmış, Ömer Besim Paşa. Bu Dişçi Mektebi değil, ötekinden bahsediyorum. Sonra Mâliye Vekâleti'ydi orası. Osmanlı zamâmında Mâliye Vekâleti'ydi. Orası. Orayı yaptırınca, bu caminin meşrûtalarını yıkmış ve caminin ön tarafına, minârenin yan taraflarına, oralara müezzinlerine oturmak için odalar yaptırmış. Bir gece Sultan Abdülaziz terâvihe gelmiş, namaza buraya, gülmüşler oradan. İmamların kadınları mı kızları mı neyse. İşitmiş, "Nedir bu?" demiş. "Kim var burada?" demiş pâdişah. Demişler ki, yani bu çarşıyla ilgisi olduğu için anlatıyorum bunu, demişler ki, "Efendim, caminin hademesi burada oturuyor". "Niye burada oturuyorlar, caminin burasında oturulur mu?" demiş. "Böyle şey olur mu hiç caminin harîminde" filan demiş. "Bunlara ayrı yer yapın" demiş. Onun üzerine caminin bu bahçesinin içerisine, sultanın emri yerine gelsin diye, odalar yaptırmışlar. Ben bu camide 938'de filan müezzin olmuşdum, affedersin yüznumara için, o vakfiyenin yerine çıkıyorduk, caminin helasına. Yıkılmışdı ama orada işimizi görüyorduk filan. Onun için bu çarşı, burası hâlî imiş. İşte o fas bozgunundan sonra buraya gelmiş muhâcirler yerleşmişler, sonr amuhâcirler çıkdıkça içerisi rutûbetli olmuş ve sahaflık aksamış, matbaacılık dolayısıyla. Bir zelzele de olmuş. Zelzele olmuş. Ondan sonra buraya, 303 hareketi filan zannediyorum, ondan sonra halk, zâten rutûbetden ihtiyar adamlar, buraya yavaş yavaş çıkmışlar. Şimdi gelelim bu tarafa. Çarşı'nın bu kısmına gelelim. Râif Bey'in karşısında Mazhar Baba vardı. Dervîş Mazhar Baba. Orada o kitap satardı. Dervîş, Rufâî dervîşiydi kendisi. Gâyetle sesi güzel. Hüseyin Sebilci'nin kardeşi. Kendine mahsûs bir adam. Ve sermâyesinin hepsi iki lira. Orada oturur, kitap satar orada. Yüz paraya bir Amme satdı mı, sen geçiyorsun, çevirir, "Arslan Bey, gel buraya", "Ne olacak?", "Çay içelim". O yüz parayı oraya verir. Karşıda Râif Bey'in yanındaki dükkân Acem Hüseyin'in dükkânıydı, orası çayhâneydi. Şimdiki dükkânının yani. Oradan hemen çay ısmarlatır. Çay meraklısı. Evde çay içer meselâ sabaha kadar, iki okka şeker alırız, sabaha kadar içer çayı, hiç durmadan içer. Hattâ iki okka şeker aldık da yetişmedi, saat üçdü gece şeker bitdi, bakkalı kaldırdık gece. hem okuyor, hem çay içiyor, hiç durmadan. Yani elli, altmış, yetmiş, seksen, doksan çay içiyor bir oturuşda böyle sırayla. Acâib. Kaç yaşında öldü bu adam? Allahu a'lem, altmış beş, altmış altı yaşlarında vefat etdi. O gün cenâzesine biz gidemedik. Bütün esnaf Yeşilköy'de bir Arnavud prensinin kütüphânesi satılacakdı, oraya gitdik, maalesef cenâzesine gidemedik Mazhar Baba'nın. Şimdi o tarafa doğru geçelim. Onun üstünde karyolacı vardı. Onun üstünde İbrâhim Efendi'nin kitapçı deposu vardı, o saatçi, hani kardeşlerinin yanından ayrılmasın diyenin. Ondan sonra yol böyle ayrılır, arka tarafa bir yol çıkar, burada yüznumara vardı içeride, ortada bir ada vardı, adacık vardı böyle. Birinci dükkân, adacığın birinci dükkânı Cemil'in dükkânıydı, bizim Cemil Zorlu'nun. Onun yanında Tesbihçi Nûri Efendi vardı. Meşhûr Tesbihçi Nûri Efendi. Tesbihçi Nûri Efendi'nin yanında Raûf Efendi, Hakkâk Raûf Efendi vardı ki onunla bi mülâkatımız var, ben buraya geldiğim vakitde. Onu söyleyeceğim inşallah. Raûf Efendi'nin ismi Raûf değilmiş, ismi Fehmi'ymiş, fakat tabelasının üzerrinde Raûf yazardı. Onu geçince bizim Necâti'nin dükkânı vardı. Mekteb kitabı satardı. Onun üzerinde yine bi rtesbihçi dükkânı. Onun üzerinde bir Arap, Hacı Ahmet. Maymun Ahmet diyorlar, şimdi İç Bedestanında iş yapıyor, bilmiyorum sağ mı, görmüyorum bir kaç aydan beri, onun babasıydı. Onun üzerinde bir saatçi vardı, saatçi. Onun üzerinde Nizamettin'in dükkânı. İki dükkânı vardı Nizâmettin'in yanyana. Onun üzerinde Receb Efendi'nin dükkânı. Kitapçı Receb Efendi'nin, Sofu Receb Efendi. Onun üzerinde gene Sofu Osman Efendi'nin kitapçı dükkânı. Onun üzerinde Hindistanlı Ali Efendi'nin aktar mağazası, aktariyye, otdan çöpden ilaç yapıyordu, yedi dükkân süpürüntüsü filan, onu satıyorlardı. Onun karşı tarafında meşhûr Piyazcı Kâzım Efendi. Ama iki tânedir. Sonra bir tâne Mûsâ Efendi geldi Kâzım Efendi'yle berâber. O değil. Daha eski benim söylediğim. Sonra geldiler. Arnavud, Bektâşi Arnavud Mûsâ Efendi. Çok mübârek, kılıyoruz namâzi, yiyoruz piyâzi. Ondan sonra Çarşı'nın dışına çıkıyoruz. İşte o Bektâşi Hakkı Baba, tepsi yapardı o. Onun sana enteresan bir şeyini anlatayım, târihî vukûatı. Benim ağabeyim, İstanbul'un sayılı fırtınalarından, mütârekede vurdular kendisini. Refi Cevad da kitabında yazdı, Sayılı Fırtınalar'da. Sonra Yangın diye bir film yapdılardı, Yangın'da da benim ağabeyimi temsîl ediyorlardı, Murad Reis'i. Ağabeyim o Bektâşi babasını bir vartadan kurtarmış, çirkin bir hâdiseden. "Benim ecelim bu çarşının yıkılmasıyla" derdi. "Bu çarşı ne vakit yıkılacak, ben öleceğim" derdi. Şâribü'l-leyli ve'n-nehâr. Sabahdan başlar içmeğe, kendi işinde bir adam, tatlı sözlü, kimseye zararı yok, kavga gürültü çıkarmaz, antika bir Bektâşi. Hakîkaten de Çarşı yıkıldı, Hakkı Baba bir hafta sonra göçdü. Ve götürdük 16 Mart şehidlerinin oraya Eyüb'e Bahâriye'ye oraya sırladık. Dediği gibi yapdı, acâib bir şey. Acâibâtdan olduğu için söylüyorum zâten. Onun üzerinde klişeci bir zât vardı, klişe yapardı. Onun üzerinde bir Kahveci Şevki vardı. Kahveci Şevki'nin yanında bir kitapçı vardı, onun da oğlu şimdi arkada antika eşyâlar satıyor, eski eşyâlar satıyor. Subay mütekâidi bir adamdı. Benim geldiğim vakitde Çarşı bu hâlde idi. Bir de ayran satan bir adam varmış. Ali Baba. Söyledim onu. Karşı tarafda, Ayrancı Ali Baba. O da meşhûr bir ayrancıydı. Ayrancı Ali Baba'dan evvel de bir kuskuscu vardı orada. Millet kuskus yer ve Ayrancı Baba'dan ayranı içerdi. Meşhûrdu yani Ayrancı Baba, Ali Baba'nın ayranı. Şimdi karşı tarafa geçelim. Karşıya geçince, karşıda Şevki Efendi, Acem Rızâ. Sonra Râif Bey o dükkândan karşı tarafa nakletdi, oraya geçdi. Bir de Ziyâ Efendi vardı, Kitapçı Ziyâ. O d abirçok kitaplar basdırmışdır filan. Gâliba onun küçük oğlunla, Şâkir Efendi'nin büyük oğlu Ali ortak iş yapıyorlar. Bilmem sağ mı değil mi. Mühim bir adamdı. Anadolu'ya çok kitap sevkeder filan filan. Böyle halk tabakasının okuduğu kitapları basdırırdı. Ferhad ile Şirin, Ysuuf ile Züleyha, Şah İsmâil filan, aşk kitapları, böyle şeyler. Dînî kitaplar da satar, Muhammediyye, Ahmediyye filan, böyle şeyler sevkederdi. Sonra yangın meselesine gelelim. Yangın meselesini anlatalım. 49'du. Ben yatsı namazını kılmışdım. İmamdım o vakit Vezneciler Câmisinde, oradan Dârüttaallim Kıraathânesine oturduk. Dârüttaallim Kıraathânesi, bizim için bir ilim meclisiydi. Şehzâdebaşında. Bir ilim meclisiydi. Bütün profesörler oraya çıkarlar. Başda Mükremin Halil Bey, Emin Âlî Bey, Şemseddin Siver Bey, Hâlid Sarıkaya, Nûri Karahöyük, İslam Müzesi Müdürü Abdülbâkî Efendi, Süreyya Bey, Bahriyeli Fahri Bey. Böyle ilmî sohbet yapılır orda, her gece saat on ikiye kadar, bire kadar ilmî sohbet yapılırdı. Târihî sohbetler, münâzaralar, münâkaşalar filan olur böyle. Tabii kaba kuvvetle değil, birbirlerinin fikirlerine saygı göstererek. Bazı talebeler de gelir edeble dinlerlerdi, sohbete girmezlerdi, onlar yalnız dinlerlerdi, sâmiîn sıfatıyla otururlardı. Ben de mahallenin imamı olmak münâsebetiyle, içlerinde bulunurdum, onlarla beraber otururdum. Tabii ben sohbete karışırdım. Oradaki bulunan halkın ekserisi, bu profesörlerin kâffesi bu çarşının üyesi idi, manevî üyesi yani. Günde iki defa buraya gelirler. Sayalım gelenleri. Evvelâ Tâhir Nâdi Bey, şâir. Mutlakâ günde iki defa gelir. Bir sabah gelir, saat onda filan görünür, bir de akşamüstü beşde gelir, "Bana âid bir şey var mı?" diye sorar. Kitap meraklısı. Bir şey gelirse gösteririz, gelmezse eğer, "Ben varım Hocam" filan derdim. "Sana para yetişmez" derdi. Eğer kitap hoşuna gitdi, fazla para istedin mi, "Köftehor! Alamazsın elimden kitabı" diye, zorla kitabı gasbeder filan. Biz de Biz de damarına basarız Hoca'nın filan. Böyle. Gene Mükremin Halil Bey. Hâlid Sarıkaya gelir, burada oturur, ağacın altında oturur. Tekrar dolaşır buraya gelir, buraya oturur. Muallim Cevdet gelirdi. Daha evveliyâtı Küllük'e çıkarlardı. Muallim Cevdet Bey, Ferit Kam Bey, Ahmed Naim Bey, Hoca Sadreddin Efendi, bunlar Küllük'ün adamlarıydı. Fakülte gibiydi burası.
·
48 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.