"Hakim bey, mahkeme heyetinde görev alan şahısların hiçbirini tanımam. Bu sebeple güven duyup duymamak söz konusu değildir. Fakat gerçek olan şudur ki: Mahkemeniz bağımsız bir mahkeme olma niteliğine sahip değildir. Bu durumu göz önüne alarak istifa etmeniz gerekir."
Bugün 19 Şubat… Türkiye 68 kuşağının önemli isimlerinden olan;
Ulaş Bardakçı’nın 19 Şubat 1972’de Arnavutköy’de bulunduğu evde polislerle girdiği çatışmada 25 yaşında katledilişinin yıldönümü.
Ulaş Bardakçı, 1947 yılında Hacıbektaş'da dünyaya geldi.
İlk ve orta öğreniminden sonra ODTÜ'de üniversite öğrenimine başladı.
Ulaş Bardakçı, 6 Ocak 1969’da ABD’nin Ankara büyükelçisi Robert Komer’in makam aracının ODTÜ bahçesinde yakılması eylemine katıldı.
Türkiye Halk Kurtuluş Partisi-Cephesi’nin kuruluşu sırasında önemli görevler üstlendi.
Daha sonra Mahir Çayan ve Hüseyin Cevahir'le birlikte örgütün merkez komitesinde yer aldı...
THKO önderleri Deniz Gezmiş,
Hüseyin İnan ve Yusuf Aslan’ın serbest bırakılmaları için 17 Mayıs 1971’de İstanbul’da, İsrail Başkonsolosu Efraim Elrom’un kaçırılmasında Mahir Çayan ve Hüseyin Cevahir ile birlikte hareket etti.
Ulaş Bardakçı, emperyalizme ve oligarşiye karşı sosyalizm ve devrim mücadelesinde devrimci hareketin yaratılmasında önder kadrolar arasında yer aldı. Gençlik hareketinin yükselen eylem çizgisini, geniş halk kesimleriyle buluşturanlardandı.
Ulaş Bardakçı, cuntaya karşı mücadele ederken 19 Şubat 1972 günü kuşatıldığı evde darbeciler tarafından öldürüldü.
Yaşar Kemal’in 19 Şubat 1972’de öldürülen Ulaş Bardakçı anısına yazdığı, Bugünlere Bahar İndi şiir kitabında bulunan “Ulaş” isimli bir şiiri bulunmaktadır. Bu şiirin bir kısmı Zülfü Livaneli tarafından bestelenmiştir. Ayrıca bu şiir Grup Yorum ve Ali Asker tarafından da yorumlanmıştır:
Hele Ulaş’a Ulaş’a
Ulaş benziyor güneşe
Ulaş kardaş can verirken
Görenlerin aklı şaşa
Ulaş canım, Ulaş gülüm
Sana yakışmıyor ölüm
Sana demedim mi kardeş
Düşman hayin, düşman zalim
Ulaş benim gülüm güzel
İnsanlığım yolum güzel
Kardeş sen öldükten sonra
Vallah billah ölüm güzel
Döğünürüm yana yana
Haber olmadı mı sana
Yüreğindeki kırk kurşun
Ağır gelmiyor mu sana
Şu boğazın günden yanı
Gitti gelmez Ulaş hani
Bu dünya güzel olacak
Bu insan güzel olacak
Ulaş kardeş koç yiğidim
Görmeyecek güzel günü
Dağlar taşlar geldi dile
Bu dünya kalır mı böyle
Öcümüz yerde kalamaz
Sinan’ıma selam söyle
Kadir’ime selam söyle
Sinan, Kadir, Hüseyin’im
Soylu dağım yüce kinim
Ulaş selam et dostlara
Bizi durduramaz ölüm
Bu zalim günler geçecek
Düşmanlar ağu içecek
Bundan sonra yeryüzünde
Çiçekler Ulaş açacak
Çiçekler Kadir açacak
Çiçekler İlkay açacak
Bundan sonra yeryüzünde
Çiçekler dostluk açacak
Generaller generaller
Kızıl kanda kanlı eller
Sizi de yeneriz bir gün
Bize türk milleti derler
Hele Ulaş’a Ulaş’a
Ulaş benziyor güneşe
Ancak sen ölürsün böyle
Böyle yiğit biz ölürüz
Düşmanların aklı şaşa
Ulaş benziyor güneşe
Bundan sonra yeryüzünde
Hep çiçekler Ulaş aça...
Ulaş Bardakçı ’nın mahkeme salonunda Mahir Çayan’la yaşadığı sarılma anı, Türkiye devrimci hareketi için yoldaşlığın en güzel simgelerinden biri haline geldi...
Ulaş Bardakçı’nın Savunması:
Hakim bey, önce geçen celsede cevaplandırmadığım soruya mahkeme heyetine güven duyup; duymama sorusuna cevap vermek isterim. Mahkeme heyetinde görev alan şahısların hiç birini tanımam. Bu sebeple güven duyup duymamak söz konusu değildir. Fakat gerçek olan şudur ki: Mahkemeniz bağımsız bir mahkeme olma niteliğine sahip değildir. Bu durumu göz önüne alarak istifa etmeniz gerekir. Cevap vermediğim kimliğime gelince, adım Ulaş Bardakçı. 1947 doğumluyum. THKP ve THKC’nin bir savaşçısıyım.
İddianamade, Kurtuluş Savaşı’ndan, Anayasa’dan, gençlik olaylarından bahsedilerek ve yayın organlarından, yazılarımızdan parçalar alınarak, bir giriş yapıldığını, buna bağlı olarak yaptığımız eylemleri okudum. Bu eylemler sonucu anayasayı ihlal suçundan ceza görmemiz isteniyor.
İddianame üzerine görüşlerimi belirtmek için birkaç konuya değinmek istiyorum.
Okuduğum iddianamenin özü, yaptığımız eylemlerin proletarya diktatörlüğünü amaçlayan eylemler olduğunu ispatlamaya yöneliktir Savcı, bu iddiasını sağlamak için yazılarımızdan kopuk ve Marksizm’in klasik kitaplarından eksik teorik aktarmalar yapmış, bize ait olmayan yazılara başvurmuş, dipnot düşer gibi bu iddianameyi hazırlamıştır. Yapmak istediği ise bağımsızlık ve demokrasi için savaşanların stratejik hedefinin proletarya diktatörlüğü olduğunu ispatlamak, ucuz bir zafer kazanmaktır. Savcı iddianamesine temel olarak Milli Demokratik Devrim’i seçmiş, hiç de iyi bilmediği bir alanda at koşturduğu için konuları birbirine karıştırmıştır. Mekanik bir düşünce içerisinde hareket ettiği için de bir o yazıdan, bir bu yazıdan cümleler alıp artarda eklemeler yapmakla bu işi kıvırabileceğini zannetmiştir. Ama bu işte yanılmışsınız Bay Savcı.
Oradan buradan alınan cümleleri artarda dizmekle Milli Demokratik Devrimi açıklayamazsınız. Kesintisiz Devrim’in ne olduğunu öğrenmeden bizi stratejik hedef olarak proletarya diktatörlüğünü seçmekle suçlayamazsınız. Siz şunu bilmiyorsunuz; bir devrimci memleketin içinde bulunduğu üretim şeklinin bir üst seviyesindeki üretim şeklini stratejik hedef olarak seçer. Şu anda Türkiye’nin önündeki üretim şekli ise proletarya diktatörlüğünün kolektifleşmiş üretim şekli değil, fakat Milli Demokratik Devrim’in bütün yabancı unsurları, tekelleri, tröstleri, üretimin ve üretici güçlerin gelişmesini önleyen parazit sınıf ve tabakaları temizlediği bir üretim şeklidir. Ayrıca Milli Demokratik Devrim’in devletçi, işçi sınıfının proleter diktatoryasını sağlayan devlet değil, içinde halkın bütün millici sınıf ve tabakalarının mevzilendiği bir devlettir. Burada yeri olmayan yalnız yalnız ve emperyalizmin bir avuç finans oligarşisi ile onun uzun süre müttefiki olmuş tefeci-bezirgandır.
Bilmediğiniz veyahut da işinize gelmeyen bir husus da şudur ki; Milli Demokratik Devrim şu anda içinde bulunduğumuz bağımsızlık ve demokrasi savaşının sonudur. Stratejimiz Milli Demokratik Devrim stratejisi derken kastedilen işte bu bağımsızlık ve demokrasi savaşıdır.
Biz her yazımızda, her konuşmamızda stratejimizi açık olarak belirttik. Her bildirimizin sonunu ‘Tam Bağımsız Demokratik Türkiye’ diye bitirdik. Tartışmalarımızın sebebi her zaman bağımsızlık savaşının temel ilkeleri oldu. Yayınlarımızın temelini bağımsızlık savaşının taktikleri teşkil etti. Bütün teorik incelemelerimiz bu konuyu işledi. Bizim dışımızdaki devrimcilerle olan ayrılığımızın temelini bu teşkil etti.
Ama hiç kimse bizim proletarya diktatörlüğü üzerine tartıştığımızı işitmemiştir. Hiç kimse proletarya diktatörlüğünün taktiklerini yazdığımızı görmemiştir. Hiç kimse ‘stratejimiz proletarya diktatörlüğüdür’ diye yazdığımızı okumamıştır.
Her şeyi açık yazdık biz. Emperyalizme ve yerli oligarşiye silah çektiğimizi ilan ettik. Bağımsız ve gerçekten demokratik Türkiye için savaştığımızı ilan ettik. 1961 Anayasası’nı gericilere karşı koruduğumuzu dost-düşman herkes biliyor. Anayasanın tatbik edilmesi için Devrimci kanı aktı. şehitler verdik. Neden budanıyor 1961 Anayasası? Neden Anayasayı değiştirmek Erim’in ilk ‘reformu’ oluyor? Neden Türkiye için ‘lüks’ oluyor Anayasa?
Açıktır bunun sebebi. 1961 Anayasası bağımsızlık ve demokrasi savaşımızın hukuki dayanağı oluyor. Budur sebep.
Gelelim savcının ağzından eksik etmediği Atatürkçülüğe.
Emperyalizme silah çekmiş devrimcileri ezilen Türkiye halkı değil, fakat emperyalizm itham eder. Biz burada Türkiye halkı tarafından değil, emperyalizmin jandarması olan iddia makamı tarafından itham ediliyoruz.
Ve ne kadar acıdır ki, jandarma, savcı, emperyalizme karşı mücadele etmiş Mustafa Kemal’in adını ağzından eksik etmiyor.
Ne kadar acıdır ki, ezilen uluslara ışık tutmuş Mustafa Kemal sömürgeye bayrak yapılıyor. Nasıl oluyor bu?
Şunu herkes öğrensin ki: Emperyalizm ve yöneticileri, zamanın büyük devrimcilerini aziz, evliya haline getirir, doktrinlerinin devrimci yanlarını küllendirir, statik, statükocu yanlarını ortaya atar, kendileri için kabul edilebilir yanlarını reklam eder. Arkalarından ah-vah edilir, radyoda programlar düzenlenir. Artık ölen bir devrimci değil, bir evliyadır. Bu şekilde zararsız hale getirilen devrimciler her fırsatta halka sunulur. Artık o halkın kurtarıcısı değil hakim sınıfların paravanasıdır.
Mustafa Kemal’in başına gelen tamı tamına budur. Anadolu ihtilalinin lideri gitmiş yerine mavi gözlü dev gelmiştir. Artık o bağımsız Türkiye için savaşan devrimci değil, şapka, ceket-pantolon değiştiren büyük bir terzidir.
Dikkat edilsin savcıya. Atatürk’ü, Milli Mücadele ruhunu ne hale soktuğu görülecektir. İddianamede rastlanacak bir dolu örneğinden sadece bir paragrafı aşağıya alıyorum.
“Milli mücadele ruhu bütün milletin vatanı kurtarma çabasında el birliği yapması ve her türlü fedakarlığı seve seve katlanması anlamını taşır.” Oysa biraz sonra Birinci Milli Kurtuluş savaşımızın tahlilinde anlatacağım gibi vatan tüm milletin el birliği ile kurtulmamıştır.
Birileri hain ilan edilmiş, haklarında idam kararı verilmiştir. Bütün milletin elbirliğinden bahsetmek cehaleti, ihaneti en azından art niyeti ortaya koyar. Atatürk konusunda bizim savcıya söyleyecek bundan başka bir şeyimiz olamaz.
1960’tan sonra olanlara geçmeden evvel Kurtuluş Savaşı’ndan bu yana Türkiye’nin sınıfsal yapısını şöyle bir özetlersek konuya daha bir açıklık getirmiş oluruz.
Günümüzde olan olayların sebebini anlamak ve sorguya geçebilmek için Kurtuluş Savaşı’ndan bu yana olanları şöyle bir gözden geçirmek gerekir.
.