Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Bu kitap neredeyse benim elimden çıkmış gibi…
Tanrı inancına dayanan düşünce biçimlerinin neredeyse tamamı, ahlâki kuralların “dünya dışı” bir kaynaktan insana öğretildiği ve ahlâki değerlerin tanrısal kökenli olduğu konusunda birleşirler. Tanrı tanımaz (ateist) yahut bilinmezci (agnostik) görüşler gibi akımlarda ise ahlâkın göreceliği, doğal kökenleri ve diğer canlılardaki ahlâki davranış örnekleri sıklıkla masaya getirilir. Her zaman olduğu gibi kendi görüşünüzü yahut deneyiminizi bir görüşün, ideolojinin sınırları içinde formüle dökmeye başladığınızda mecburen ve kaçınılmaz olarak gerçeklikten bir kopuş ve önemli bir hata payı da birlikte ortaya çıkar. Artık gerçek dünyada neler olup bittiğine dair yeni şeyler öğrenmek yerine, eldeki veri birikimini bu “açıklama tercihi” yönünde değerlendirmekle meşgul olmaya başlarız. Hal böyle olunda da açıklamanın kökeni ve adı ne olursa olsun, insanların ürettikleri hiçbir fikir tam olarak kapsayıcı ve açıklayıcı kalamaz. Halbuki devamlı edindiğimiz bilgi ile kendimizi güncelleyebilsek, görüşümüze ve ideolojimize bağlı kalmak için harcadığımız enerjinin bir bölümünü tabiattan öğrendiklerimizle iyileştirme ve geliştirme yönünde harcasak, bu sorunları aşmamız da büyük oranda kolaylaşacaktır. Ama söylemesi kolay, yapması zor bir iştir bu. Ahlâk ve ahlâki davranışın kökenleri, özellikle bu ideolojik bakış zaviyesinden ileri düzeyde etkilenen konuların başında gelir. Halbuki geçtiğimiz 50 yılda, hayvanlar aleminde yapılan detaylı gözlemler, canlılar arasındaki akrabalık ilişkilerine dair anlayışımızdaki ilerlemeler, canlılar dünyasının gizemlerine dair elde ettiğimiz şaşırtıcı deneyimler, bize davranışlarımızın ve elbette ki ahlâki yargılarımızın kökenlerine dair çok şey söyler. . . . Mesela beyinleri bizimkinin üçte birinden küçük de olsa canlılar âlemindeki en yakın kuzenlerimiz kabul edilen şempanzeler, birçoğumuzun ancak insanda görülebileceğini düşündüğü sayısız davranışı günlük yaşamlarında sergilerler. Bir kere onlar da insanlar gibi yalan söyleyip hile yapabilirler. Oysa yalancılık ve üçkağıtçılık oldukça gelişmiş bir beyin gerektirir. Mizah anlayışları da hiç fena değildir (hayvanat bahçesine giden birçok insan buna doğrudan şahit olmuştur). Fakat tek başına hayatta kalamayan ve sosyal açıdan diğer canlılara yaşamsal olarak ihtiyaç duyan tüm türlerde olduğu gibi şempanzelerde de sosyal dokuyu bozabilecek her türlü aşırı davranışa karşı ciddi tedbirler ve grubu birbirine bağlayıcı birçok karmaşık refleks davranış gözlemlenir. Adaletsizlik, kandırmaca, çıkar amaçlı yalancılık gibi durumlar hızlı ve etkin bir biçimde kontrol altına alınamazsa türün devamı için ciddi bir sorun var demektir. Zira daha zeki bireyler daha fazla avantaj sağlayacak ve hayatta kalıp üreme şanslarını artıracak her türlü üçkağıtçılığı yapabilir. Bu davranışın sonucunda da bir süre sonra daha saf, naif ve diğergâm bireylerin zamanla topluluktan silinmesine neden olabilirler. Bu durumda ancak sosyal bir yaşam sürerek hayatta kalabilecek olan o türün devamlılığı, elbette ki tehlikeye girecektir. Çünkü artık herkes kendi türdaşlarına karşı arkasını kollamak durumundadır. Böyle bir sistemdeki bireylerin ortak düşman yahut ihtiyaçlar odağında toplanıp da iş birliği yapması zordur. Ahlak kelimesi Arapçadaki “halk”tan yani “yapılış-yaradılış” anlamındaki kökten türemiştir. Bu kelime, davranış biçimi ve alışkanlık anlamlarını da içerir. Bu köken bilgisi ise “Hayvanlarda ahlâk var mı?” sorusunu tek başına başka bir noktaya taşımaya yeter. Zira tüm canlıların “evrimsel yaradılışlarından” gelen bir davranış kalıbı kümesi, bir tabiatı vardır. Bu tabiata uygun davranış biçimi o hayvanın yahut canlının ahlâkı olarak adlandırılabilir. Bu etimolojik fikrin farklı imâlarını sizlerin zihinlerine ve gönüllerine bırakıyorum. Tarihte böyle “bencil” topluluklar var olduysa bile ömürleri oldukça kısa sürmüş olmalı. Zira günümüzde canlılar âleminde bunun örneklerine neredeyse hiç rastlamıyoruz. Onun yerine birbirini gözeten, yardımlaşan, hassas adalet dengelerini gözetirmişçesine dikkatli davranmak zorunda olan, paylaşan ve hatta başkaları için kendisini riske atabilen ilgini örnekleri bolca gözlemleyebiliyoruz. Hayvan davranışlarına bakarken genellikle “insan merkezli” değerlendirme alışkanlıklarımız nedeniyle bu tip davranışlarda bir “amaçlılık” arasak da çoğu zaman bunun gerçeği yansıtmadığını biliriz. Zira insan dışındaki hayvanlar çoğunlukla öyle uzun boylu düşünüp taşınarak, dürtülerine karşı gelerek davranış sergileyemezler. Bu davranışların çoğu içgüdüsel ve doğaldır. Zira milyonlarca yıl boyunca sosyal dokuyu en sağlam bir arada tutabilecek olan davranış kalıpları, aksi olanların elenmesi yöntemiyle düzenli bir biçimde seçilmiş ve bugünlere gelmiştir. Frans de Waal, Şempanze Siyaseti kitabında şempanzelerin karmaşık politik davranışlarına ve bunun üzerine davranışları ile ilişkisine dair gözlemlerini paylaşır. İlk baskısı 1979 yılında çıkan bu klasik eser, bugüne kadar Amerika Birleşik Devletlerindeki birçok siyasetçinin ve kongre üyesinin de okuma listesine girmiş. Bu önemli bir işaret… Çünkü şempanze davranışları sadece onları değil, davranış kalıpları olarak onlara oldukça yakın duran biz insanları da yakından ilgilendiriyor. Şempanze, bonobo, orangutan ve goril gibi birçok insansı maymunda insana benzer çok sayıda davranıp gözlemlenebiliyor. Gruplaşma, gruplar arası savaşlar, namus cinayetleri, isyanlar, iktidar mücadeleleri, çeşitli ayak oyunları, karmaşık ve iş bölümüne dayalı pusu kurup avlanma davranışları, yaşlılara yardım etme, yiyeceğini paylaşma, mahkeme, cezalandırma usulleri ve daha neler neler… Bazı gruplarda sırayla herkes birbirinin tüyleri arasındaki bitleri ayıklıyor. Bunu içgüdüsel olarak yapıyorlar çünkü bugün bir başkasının sırtındaki bitin ayıklanması, yarın kendi sırtındaki bitlerin de birileri tarafından ayıklanacağını garanti ediyor. Biz bunu düşünerek, belki çıkarcı bir tarzda yapabiliriz ama maymunlarda yahut benzer sosyal davranış gösteren canlılarda bu davranışın alternatifini görmek pek mümkün değil. Görülse bile topluluğun diğer üyeleri tarafından o “bencil” birey hızla dışlanıyor veya cezalandırılıyor. Bu arada, hayvanların bizim gibi düşünüp hissetmemesinden bahsederken onların duyguları olmadığı anlamı çıkmamalı. Zira bizden farklı da olsa onlar da düşünüyor, onlar da birçok şeyi derinden hissedebilecek duygulara sahipler. Canlılar dünyası böyle sayısız örnekle dolu; bunlar da henüz gözlemci ve bilim insanlarının görebildiği kısımları. Peki, insanların davranışları bunlardan bağımsız mı? Elbette ki hayır. İnsanın en önemli farkı, tabiattaki canlıları kökten bağlayan bu kuralları esnetebilmeleri ve hatta sıklıkla ihlâl edebilmeleri. Günümüzün kapitalist sisteminin ürettiği dengesizlik, insanın bencilliğinin bu kadim evrimsel dengeyi bozmasının açık neticelerinden birisi. Sadece kapitalizm değil, insan ürünü hemen tüm sistemler, tabiattaki kökenlerinden kopuk olarak türetilen temel bazı çıkış noktalarından dolayı saadetten ziyade zulme ve sıkıntıya neden olabiliyorlar. Öte yandan herhangi bir dini görüşe yahut ideolojiye bağlı olmayan insanlar, toplu halde yaşamanın tüm kurallarına gayet rahat uyum sağlayabilir ve bundan fayda görebilirler. Dahası dini inançlarla hiç karşılaşmamış insanlarda dahi “doğru ve yanlışın” ne olduğuna dair yargılar hızla gelişip yerleşir. Çünkü tek başına hayatta kalamayan böylesine zayıf bir canlının toplumun geri kalanıyla sağlıklı bir ilişki ve iş birliği kurabilmesi için bu kuralları anlayıp uygulayabilmesi şarttır. Hepimiz doğuştan bu tip kurallara uygun bir davranıp repertuarı potansiyeli ile dünyaya geliriz. Getirdiğimiz potansiyel ise büyük oranda kendimizi içinde bulunduğumuz sosyal koşullara göre yeniden şekillenir. Dolayısıyla insandaki bu tip ahlâki davranış kalıplarının çoğunlukla doğuştan, evrimsel ayarlamalarımızdan geldiğini söylemek mümkündür. Bu gerçek, dinleri ve inançları hiç de gereksiz hale getirmez. Zira bu ayarlarını sıklıkla unutan insanoğlu hem kendi türünün hem de tabiatın geri kalanının başına ciddi bir bela olma potansiyeli taşıdığı ve bu zararı sıklıkla verdiği için, bu kadim gerçeklerin ona sıklıkla hatırlatılması gerekir. İşte neredeyse tüm gelenek ve inançlar da aslında bunu yapmaya çalışır yani kısaca insana gerçek ayarlarını hatırlatır. (Katılmıyorum, Tanrı’nın sırf bizler gerçeğe ulaşabilelim ve bu vesileyle iyi yönde devam edebilelim diye, son derece küçük milyonlarca ihtimali bir araya getirerek bizlere sunduğu aklımız ve zekamızla saf hakikatlere ulaşabiliyorken, {Bu ve buna benzer ifadeler Kuran’da da çokça geçer. Aslında bu sebeple Kuran’ın bir nevi kendi kendini çürütmüş olduğundan her zaman şüphelenmişimdir.} son derece dogmatik, kültürel, yerel, kutuplaştırıcı ve direkt niteliği tanımında gizli “inanca dayalı ve asla gerçekliği kanıtlanamayacak” olan dinlerin Tanrı’dan geldiğine inanıp “doğru yaşamaya” devam edebilmemiz için bunlara inanmamızın şart olduğunu ileri sürmek, bence Tanrı’ya edilecek en büyük hakarettir. Aynı zamanda bu, bu fikirdeki insanların ne kadar tembel, işgüzar ve de son derece korkak, talepkâr ve menfaatçi canlılar olduklarını da gözler önüne serer. Onun dışında tabii ki de dinlerde gerçekten insanlığın yararına olan birçok güzel şey anlatılır, lakin bunlar da zaten insanlık adına dert sahibi, iyi yürekli, gözlem yeteneği yüksek, zeki insanların ortaya koyduğu yapıtlardır ve ne yazık ki hata payları da yaşadıkları döneme, etkilendikleri kültüre, geleneklere, duymuş oldukları söylentilere ve hatta günlük rutinlerine bağlı olaraktan yüksektir. O yüzden dinlere karşı da, tıpkı diğer bütün fikir ve ideolojilerde yapmamız gereken gibi, mantıksal, felsefi aklımızla, şu ana kadarki tüm bilgilerimizle hem kendi hem de genel tabiatımıza doğru, iyi ve faydalı olabileceğine kanaat ettiğimiz görüşleri alıp geri kalanını zihnimizdeki hiçliğin derinliklerine gömmeliyiz zannımca.) “Evrimsel ahlak”, çoğu zaman insanların inançlarına yahut geleneklerine dayanan ahlâk anlayışlarından çok daha genel, çok daha evrensel ve çok daha kapsayıcıdır. Maalesef günümüzde yerel anlayışlara sıkışmış, dar yorumlarla yozlaştırılmış nice özünde güzel mesaj; insana iyilik ve esenlik getirmekten çok kavga, huzursuzluk ve kan dökme nedeni haline gelebiliyor. Zira bu ahlâk ve yaşam anlayışlarının çoğu, belli coğrafya ve kültürlere ait toplumların temel sorunlarını çözebilmek için üretilmiş yerel çözümlemelerden oluşur. Halbuki ayarlarımıza incelikle işlenmiş “doğru yaşam prensiplerini” her an hatırlayabilsek, işte o zaman daha düne kadar insanlığın hayatını karartan ve bugün hâlâ çeşitli yerlerde tüm ilkelliği ve şiddeti ile devam eden fakirlik, ırkçılık, bağnazlık ve cehaleti çok daha kolay yönetebilir hatta bunları yeryüzünden silebilir hale gelebiliriz. Kulağa “aydınlanma romantizmi” gibi gelse de tekrarlamak isterim: Günümüzde bu hedefe bizi en hızlı ulaştıracak araç, bilim ve eleştirel düşünme becerisidir. Bu becerilerimiz artıkça, vicdan ve doğal ahlâkımızı da (bizim kültürümüzdeki ifadesiyle gönlümüzü de) rehber edinerek, bizi insan yapan özellikleri çok daha açık ve tarafsız bir biçimde anlayabileceğiz. Çokça tekrarladığım bir şeyi burada bir kez daha yinelemek isterim: Hayatları boyunca hiç gerçek doğal ortamında bir maymun görmemiş, şehir ve çiftlik hayvanları dışında hayvan tanımayan, ıslah edilmiş bitkiler dışındaki bitki yaşamından bihaber, canlılığın devasa ve mikroskobik boyutlarıyla ilgili tamamen bilgisiz, kitaplardan haberdar oldukları dışında yaşamın zenginliğini deneyimleme şansı bulamamış insanların; “insan” ve “ahlak” hakkında konuşacağı her şey, ortaya atacağı her fikir, eksik ve kusurlu olmaya mahkumdur. Velev ki bu bilgiler köken itibariyle “İlahi bir kaynak”tan geliyor olsun; bu dünyayı hakkıyla ve zamanımızın bilgisiyle öğrenmekten uzak duran insanların bu mesajları dahi anlaması muhaldir. Zira “Türkçe bilmeyen birinin bu metni anlayamayacağı” gibi, tabiatı anlamamış, tabiatından kopmuş bir insanın da “gerçekleri” bizzat kaynağından duysa bile hakkıyla anlayabilme ihtimali yoktur. Dünyayı bilmeyen, canlılığı tanımayan; kendi zanları içinde boğulmaya ve diğer insanları da çağlar boyu olduğu gibi yanıltmaya mahkum olur. Niyetler ne kadar iyi, düşünme metotları ne kadar sağlam olursa olsun, kendi zihinsel zanları içinde yaşayan insanın medeniyetin başlangıcından beri en büyük engeli ve sorunu budur. Halbuki tabiat, hepimize açık, sınırsız bir bilgi ve deneyim kaynağıdır. Evet, bu evren karmaşık ve anlaşılması pek zor bir sistemler bütünüdür. Fakat yeterince çaba gösterip zamanın bilgi kaynaklarını bu yönde inatla seferber ettikçe, zanlarından çıkıp temâşâya (gözlem ve hissetmeye) yöneldikçe, insana “nerede yanlış yaptığını” en iyi gösterecek rehber de odur. Neye inanıyor olursanız olun karşınızdaki en büyük bilgi, en önemli bilgelik kaynağı, bağrında yoğrulduğunuz bu muhteşem tabiat ve evrendir.
·
121 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.