Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

196 syf.
10/10 puan verdi
Spoiler İçerir!
Atay’ın karakterlerinin böylesi buhranlı, hikayelerinin dramatik oluşunun sebebi onun tam da bulunduğu dönem, kültür ve çevreyle alakalıdır. Modernizmin ve geleneğin bir arada olduğu bu dönemin etkilerini romanlarda ve hikayelerde de görmekteyiz. Karakterlerin kendi kendileriyle içsel hesaplaşmalarını, kendileriyle alay edebilmelerini, içinde bulundukları durumu olduğu gibi aktardıklarını görürüz. Bu insanlar toplumdan yoksun bir durumdadırlar. Kayıtsızlık hâline bürünmektense kendileriyle kalabilme cesaretine sahiptirler. Yukarıda, “alay edebilmeleri” demiştik, Atay’ın eserlerindeki en belirgin özgün özellik “ironi”dir. “İroni bireyi ve bireye içkin toplumu hedef almaktadır” (Demiralp, 1987). 8 öyküden oluşan bu kitabın 8’ine değinmek yerine yalnızca 3 hikâyeyi olabildiğince iyi aktarmak ve incelemek istiyorum. Başta “Unutulan” olmak üzere, kitaba ismini veren asıl hikâye “Korkuyu Beklerken” ele alınacaktır. UNUTULAN: Tozlu Rafların Mekânı Tavan Arası En ama en en sevdiğim öyküdür. Kendimi bulduğum, içselleştirdiğim bir karakter. Bazen açıp açıp bu öyküyü tekrar okuyasım gelir. Atay’ın bu (unutulan) öyküsü post-modern edebiyatın temel unsurlarını taşır. Yıldız Ecevit’in Oğuz Atay’ın eserleri için yazdığı “Ben Buradayım” (2005) adlı eserinde de belirttiği gibi, Atay bu öyküsünü 1972 yılında Soyut dergisinde yayınlamıştır. Yine Ecevit’in ifadesiyle şunu da belirtmekte fayda var ki, Atay’ın çoğu öykülerinde olduğu gibi bu öyküsünde de kafkaesk atmosfer hâkimdir. Her ne kadar öznel bir ifade olacaksa da, Atay’ın öyküleri arasından “Unutulan”ı en duygusal olanıdır. Ana karakteri kadın olan bu öykü “Ben tavan arasındayım sevgilim!” diye başlar. Mekânımız tavan arasıdır. Tavan arası bizim için kaldırılmış, kullanılmayacak, alanımızı daraltmayacak, görmek istemediğimiz eşyaları koyduğumuz ve kimsenin görmeyeceği, aklına da gelmeyeceği bir yer olarak bilinir. Tam da bu anlamıyla öykümüzde de görürüz ki tavan arası, bilinçdışıdır. Geçmişimiz, unutmaya yüz tutmuş anılarımız, benliğimizi oluşturan unsurlar oradadır. Sonra bir ses karşılık verir ona, “Orası çok karanlıktır; dur, sana bir fener vereyim”. Fener bize sadece fiziksel bir aydınlatma aracı olarak değil, aynı zamanda kadının içsel dünyasının derinliklerine inerek geçmişle yüzleşme ve anıları canlandırma çabasını ifade eder. “Yıllardır bu tozlu, örümcekli karanlığa çıkmamıştı. Işığı gören bazı böcekler kaçıştılar. Korktu; fakat yararlı olacağını düşünmek kuvvetlendirdi onu. Belki de hiçbir şey söylemeden başarmalıydım bu işi (Atay, 1975, S. 27-28).” "Tozlu, örümcekli, karanlık tavan arası" yalnızca fiziksel bir mekanın betimlemesi gibi görünse de, aslında geçmişi ve unutulmuş anıları temsil eder. Fener, bu karanlık alanda görüneni aydınlatan ve geçmişin izlerini ortaya çıkaran bir metafor olarak kullanılır. Fenerin aydınlattığı alan, sadece fiziksel bir mekan değil, aynı zamanda duygusal ve zamansal bir boyutu da içerir. Burada aslında bir bakıma karakterimizin üzerinden uzun zaman geçmiş olsa da kendisiyle, geçmişiyle yüzleşmek için bir adım attığını görürüz. Önce korkar, fakat daha sonra kendisine de telkinde bulunur, bu yüzleşme onun için yararlı olacaktır. Bilinç akışı, iç monolog tekniğini bu öyküde öylesine görürüz ki, karakter kendisinden ona karşı çıkacak bir kendisi daha yaratmıştır. Birinci kişili anlatımlar, ardından üçüncü kişili anlatımlar devreye girer bir anda. Karakterimizin feneri önce yakın yerlere ışığını tutar bunlar, ailesidir. Büyük olasılıkla anne ve baba ölmüştü, her ne kadar acıyla “unutarak” başa çıkmaya çalışılsa da yine de her zaman hatırlanabilecek ilk anılar olarak görürüz. Daha sonra ise buruşmuş, küflenmiş mor renkli ayakkabılarını bulur karakterimiz. Ayakkabılarından birini ayağına geçirir fakat onu çıkarmak da istemez, topallayarak adımlarını atar ve gezintisine devam eder. Işığın aydınlattığı yerde birini görür, bu eski sevgilisidir. “Korkuyla geri çekildi: Biri vardı orda, oturan biri. Feneri alıp bütün gücüyle deliğe kaçmak istedi, kımıldayamadı. Korkusuna rağmen fenerle birlikte, ona yaklaştı. Ne yapmışsa korkusuna rağmen yapmıştı hayatı boyunca. Yoksa çoktan kaybolup gitmişti. Feneri onun yüzüne tuttu: Aman Allahım! Eski sevgilisi yatıyordu yerde. Tozlanmış, örümcek bağlamış; tavan arasındaki her şey gibi. Kitap sandığına ve resim tahtalarına örümcek ağlarıyla tutturulmuş eski bir heykel gibi. Sağ kolu bir masanın kenarına dayalı; parmakları kalem tutar gibi aşağı kıvrılmış, boşlukta.” Sevgilinin tavan arasında intihar etmiş şekilde bulunması ve hatırlanması, görünürde unutulmuş gibi görünen bir geçmişin aslında hiç unutulmadığını ortaya koyar. Ayakkabı giyme sahnesi, bu eksikliği ve yarayı bize derinden hissettirmekle birlikte karakterimizin, eski sevgilisinin yokluğu karşısında tutunamayışının acısını taşıdığını görürüz. Aynı zamanda eski sevgili, unutulmuş bir nesne olarak karşımıza çıkar ve bu unutulmuş nesne/ceset karşısındaki korku kendisini bir süre sonra duyarsızlığa bırakır. Fakat bu duyarsızlık sevgiliye ait duygulara karşı duyarsızlık değildir, yaşanmışlıkların hatırlanmaya başlanması ve hatıralara duyulan yakınlıkla ilgilidir. Yaşanmışlıklarımızdan kaçmamız mümkün değildir, onlar bir şekilde hiç umulmadık bir anda, tekinsiz bir biçimde bize kendilerini gösterirler. Karakterimiz hatırlamaya devam eder, ki hatırlar eski sevgilisinin intihar ettiğini. Acaba bu intihar ne sonucu olmuştu? “Sonra hatırladı: Bir gün tavan arasına çıkmıştı eski sevgilisi, şiddetli bir kavgadan sonra. İkisinin de, artık dayanamıyorum, dediği bir gün. Ayrıntıları bulmaya çalıştı: Belki de büyük bir tartışma olmamıştı. Biraz kavgalıydılar galiba.” Tüm bu olanların ardından karakterimiz eski sevgilisini tavan arasında bırakıp gittiğini ifade eder. Bir bakıma modern yaşamın sonucu olarak karakterimiz bu yeni yaşantısında, çünkü yeni bir evlilik yapmıştır ve yeni bir hayat kurmuştur kendine, geçmişle ilgili herhangi bir hatırlatıcı unsur barındırmak istememiştir. Burada bir ironi de sezeriz. Modern hayatın insanı kendine çeken, yavaş yavaş bünyesine sızan hâlini karakterimiz üzerinden de görürüz; gündelik hayatın yoğunluğuna dalmış ve önemli detayları unutmuş bir modern insan tasviridir aslında buradaki ironi. “Sonra, onu bir süre görmek istemediğim halde, onun orada olduğunu bildiğim halde, tavan arasına bir türlü çıkamadığım halde onu düşündüğümü, onsuz yaşayamayacağımı biliyordu. Sonra neden aramadım? Bir türlü fırsat olmadı; her an onu düşündüğüm halde hep bir engel çıktı. Aşağıda yeni sesler, yeni gürültüler duyduğu için inmedi bir süre herhalde. (…) Sonra... bir türlü olmadı işte... çıkamadım: Gelenler, gidenler, geçim sıkıntısı, yemek, bulaşık, evin temizliği, 'onun' bakımı (çocuk gibiydi, kendisine bakmasını bilmiyordu), babamla annemin ölümü, bir şeyler yapma telaşı, önümde hep yapılması gereken işlerin yığılması. Orada, tavan arasında olduğunu unuttum sonunda. (Onu unutmadım tabii.) Ne bileyim, daha mutsuz insanlar vardı; onlarla uğraştım.” Her şeyin sıradan, normal, vasat, kabul edilebilir olduğu bu dünyada unutmak da hatırlamak da zaten eşyanın tabiatına aykırı gibidir. Satır aralarında aile kurumunun bireyi törpüleyen yanlarını, modern küçük burjuva hayatlarının içtenlik ve heyecandan uzak taraflarını Atay, kendine özgü ironik tonu ile anlatır (Eren, 2011, s. 88; akt. Kurucu, 2021). Geçmişe yapılan bu ziyareti, yeni hayatının bir parçası olan sevgilisinin seslenmesiyle tekrar tozlanmaya, küflenmeye ve böceklenmeye bırakarak unutulmaya terk eder. KORKUYU BEKLERKEN: Beklemenin Dayanılmazlığı: UBOR METENGA! Kitaba ismini veren bu öyküdeki karakterimiz; şehir merkezinden uzakta olan, sıradan ve rutin bir düzeni olan, aynı zamanda yalnız yaşayan bir adamdır. Onun betimlemesine bakılırsa, “benim sokakta üç ev vardı, yani üç çöp tenekesi vardı. Hayır, orada barınamazlardı. (Atay, 1975, s.32)”, şeklindedir. Bir akşamüstü evine döndüğü sırada sokak köpekleri onu gördüklerinde havlamaya ve takip etmeye başlarlar. Karakterimiz biraz afallar ve durumu garipser, çünkü daha önce bu köpekler ona bu şekilde yaklaşmamıştır. Eve gidene kadar bir ‘korku’ sarmıştı onu, korkunun bir getirisi olarak sürekli bir şeyler düşünüyor, kendi kendisiyle konuşuyor aynı zamanda köpeklerin bu tavrını o denli ciddiye alıyor ki onlara karşı küçüldüğünü hissediyordu. Köpeklerin bu tavrının sebebini, o sırada birisi hakkında olumsuz şeyler düşündüğüne ve dişlerini farkında olmadan gıcırdattığına dayandırıyordu. “Arkamdan yürümeye başladıkları zaman, havlayan köpek ısırmaz gibi, bana zayıf ve düşünülmesi utandırıcı gelen atasözlerinden birini hatırlamak zorunda kaldım. Köpekler yüzünden kendime karşı küçüldüm. Belki de bir rastlantıydı ama, tam bu sırada, birisi hakkında kötü şeyler düşünüyordum, onu içinden çıkamayacağı zor durumlara düşürerek dişlerimi gıcırdatıyordum. Hayır, köpekler bu gıcırtıyı duymuş olamazlardı. (..) Fakat, köpeklerle aramızdaki gerginliğin de böyle bir sırada patlak vermesi iyiye yorumlanamazdı.” Farkında olmaksızın çok düşünerek eve varmıştı bile, düşünmesinin bittiğini daima yerli yerinde duran ve düzeni bozulmayan eşyalarının arasında duran bir zarfın içindeki mektup ile artık düzeni bozulacaktır. “Sonra, birden o zarfı gördüm. Koridorda bulunan tanıdık eşyanın dışında tek yabancı şey olduğu için, onu. hemen gördüm: Rafın üstünde duruyordu. (Atay, 1975, s.33)” Bu mektup yabancısı olduğu bir dilde yazılmıştır. Bir süre mektubu çözmeye uğraşan karakterimiz, evinde bulundurduğu sözlükler yardımıyla, başarılı olamayınca mektubunu çok eski olan ve bize ölü diller uzmanı olarak tanıtılan bir arkadaşına götürür. Ölü diller uzmanı arkadaşına mektubun ‘çok gizli bir mezhep’ tarafından ona gönderildiğini ve mektup eline ulaştığı andan itibaren evinden kesinlikle çıkmaması konusunda uyardıklarını söyler. Karakterimizin hâli hazırda var olan korkuları ile karşılaşır. Yaşantısı anlamsızlık, sorgulamalar ve korkudan ibaret olan bir düzene girer. “Koridora ip gerilmesini sevmediğimi bilirdi. Çamaşırlar arasında kaybolmaktan korkardım. (Atay, 1975, s.34)” Bu mektup onun için, tek düze ve herhangi bir olumsuzluk olmayan yaşantısı için oldukça sarsıcı olmuştur; açlığa dahi kayıtsız bir hâle gelecek düzeyde bir korku ile evinin dışına adım dahi atmamıştır. Fakat korku ve yalnızlık içinde çatışmalar yaşamaya devam ettiği bir gün kapısı çalmıştır. Kapıya gelen kişi market çırağıdır, ve yiyecek ihtiyaçlarının siparişini deftere yazdırır. Uzun zaman sonra hanesine giren bu yabancının ardından günleri bir şey yapmakla, hep bir şey yapmakla, çoğu zaman kendi içsel münasebetleriyle geçer. Bir gün sabahın erken saatlerinde dışarı çıkmaya karar verir, önce tereddüt eder fakat sokakta yürümeye başlar. Yürüdükçe yürür fakat bir süre sonra başı döner ve oturur, o sırada bir kamyonun ve birinin ona yaklaştığını fark eder, anlar ki o kamyon onun sokağına gidiyordur. Komşusunun evi yıkılıyor, yeni kat çıkılacaktır. İnsan gördüğü için mutlu olmuştur aslında, insandır sonuçta: “Ortalık toza bulanıyordu, iki bahçeyi ayıran çalılıklar tozdan sararıyordu; fakat, bir hareket vardı, insan vardı (Atay, 1975, s.76).” Bir gün yine kapısı çalar ve bu sefer kapıda bir değil birden fazla insan ona bakıyordur, afallamıştır, büyük bir ikramiyeye konduğu haberi verilir, habere karşı kayıtsızdır, açlıktan bile ölmeyi dahi ‘becerememiştir’. Sanki o öylece duruyordur ve bir şeyler oluyordur, olanlara alet ediliyordur, ait hissetmiyordur. İnsan kalabalığı onu bir eşya olarak kullanmıştı. Acaba kalabalık mı yoksa o mu bir eşyaydı? Onunla fotoğraf çekildiler, yalandan gülümsemesini istediler, övmesini istediler. O günden sonra hiç kimse gelmemişti kapısına, boş durmadı, bir şeyler yapmaya devam etti, mesela düşünmek gibi mesela daha çok düşünmek ve tabiata dikkat çekmek gibi. Önünde sonunda bir zaman sonra yalnızlıktan isyan etti, aklını mı kaçırıyordu yoksa? “Ben! diye bağırdım bütün gücümle. Sonra adımı tekrarladım birkaç kere. Ben, burada gizli bir mezhebin kurbanı olarak bir saksı çiçeği gibi kuruyup gidiyorum. Ben, çiçeklere bakmasını bilmediğim gibi, kendime bakmasını da bilmiyorum. Ben, yalnızlığı istemekle suçlanıp yalnızlığa mahkûm edildim. Bu karara bütün gücümle muhalefet ediyorum. Ben yalnızlığa dayanamıyorum, ben insanların arasında olmak istiyorum. İnsanların düşmanlara da ihtiyacı vardır. (Dostlarının değerini bilmek için.) İşte tek başıma yıkılmış durumdayım: Ne yemek pişirmesini, ne de okumasını becerebildim; ne İngilizce'yi, ne de tabiatı sevmesini öğrenebildim. (Sabahları on beş dakikalık tabiat sevgi gösterisinden sonra, yarım saat de konuşma talimi yapmalıydım.) (Atay, 1975, s.86).” Fakat aynı zamanda oldukça sitemkârdır da. Herkese karşıdır ve herkes de ona. Reddeder, isyan eder. Kendisini kendisine kanıtlamaya çalışır, aslında gerçekten kendisine mi yoksa ötekilere mi kanıtlamaya ihtiyacı vardı? İlgi istiyordu, görülmek, duyulmak, anlaşılmak, hissetmek istiyordu. Öylece korkuyu beklemektense korkuya karşı gelmeliydi, bildiklerini, bilmediklerini bir bir konuşuyordu işte, kendisine, herkese. Kendisiyle alay etmeyi de es geçmezdi. Fakat artık pes etmişti. Akıl hastanesine yatmaya karar verir, aklından bunu geçirir, bu kararı ya da düşüncesi hayat karşısında yenilgiyi kabul ettiğinin bir göstergesidir bir bakıma. “Sonunda dayanamadım bunlara; bir köşeye büzüldüm kaldım. O köşede ne kadar kaldığımı hatırlamıyorum. Uyuyup uyumadığımı da bilmiyorum. Uyku ile uyanıklık arasındaki fark azalmıştı herhalde. Düşündüğümü hatırlıyorum. Ne düşündüğümü bilmiyorum. Uykuda düşündüm galiba. Kendi başımın çaresine bakamayacağımı düşündüm sonunda. Bunu hatırlıyorum, en son düşüncemi. Aklıma bir baktırmalıyım, dedim; kendimi uzmanların eline bırakmalıyım. Ben her şeyi birbirine karıştırdım; onlar daha iyi bilirler. Beni hiç olmazsa, benim gibi olan insanlarla bir araya koyarlar (Atay, 1975, s.94).” Ve bir gün evine gaz döküp yakmaya karar verir. Tam da bu eylemi gerçekleştireceği sırada gazetelerden birinde bu gizli mezhebin (UBOR METENGA-Üstün Yol) üyelerinin yakalandığına dair haber görür. Bu haberin ona hissettirdiğini şu şekilde ifade eder: “Gazetelerin ortasına oturdum. Üzüldüm mü sevindim mi hatırlamıyorum. Yalnız, öylece kaldığımı, gaz kokusunun genzimi yaktığını hatırlıyorum (Atay, 1975, s.98).” Korkunun bir anda yok olması, artık korkulacak bir şeyin olmaması ve özellikle birileri tarafından ‘seçilmiş kişi’ olmasının artık bir öneminin kalmamış olması onu hayal kırıklığına uğratır. Aslında böylesi bir gizli mezhebin onun peşinde olduğunu bilmesi ona iyi geldiğini, şimdi ise yapacak bir şeyi olmadığını düşünür; ancak akraba ziyaretlerine başlama kararı almakla birlikte evlenmeyi de düşünür, kendisine birini de bulmuştur. Her şeye yeniden başlamanın zor olduğunu söyleyerek toplumsal düzenin bir parçası olmaya adım atmıştır. Evlenmeyi düşündüğü kişiyle vakit geçirir ama bir gariplik vardır onun da söylemiyle: “Ben de artık, yemekten sonra kızı evinin kapısına kadar götürüp öpenlerden biri olmuştum; fakat benim davranışlarımda yürümeyen bir şey vardı (Atay, 1975, s.103).” Ayak uyduramadığı bu düzenden tekrardan uzaklaşır, korkularından bir türlü kurtulamaz. Diğer insanların da onun başına geleni yaşamasını ister, onlar da korkmalıdır, evlerinden çıkamamalıdır; onlara ona yapılanın aynısını yapar fakat görür ki diğerleri kendilerini eve kapatmaz, yaşamla bağlarını kesmezler. Ve sonucunda karakterimiz polise giderek kendini ihbar eder: “Kimseden korkum yoktu. Açıkça tekrarladım: Morde ratesden, E sur tinda serg! Teslarom portog tis ugor anleter, fer- to zist Norgunk!__ UBOR-METENGA (Atay, 1975, s.105-106).”
Korkuyu Beklerken
Korkuyu BeklerkenOğuz Atay · İletişim Yayıncılık · 202226,3bin okunma
·
151 görüntüleme
Cansel okurunun profil resmi
Atay'ın en sevdiğim ve yazınıyla, diliyle tanıştığım öykü kitabı. Bu incelemeyi Edebiyat Sosyolojisi dersim için yapmıştım, bundan dolayı bu incelememde resmi bir dil kullandım. “Babama Mektup” da en sevdiğim metinlerden biridir. Kesinlikle her öykü kendi başına oturup incelenecek türden. Herkese keyifli okumalar dilerim!
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.