Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

136 syf.
10/10 puan verdi
·
Beğendi
·
3 günde okudu
Kundera’yı tanımak
Kitabın ilk bir kaç sayfasını okuduğumda, “ Bunu söylemek için çok mu erken bilmiyorum ama bambaşka bir büyü var sanki bu kitapta” demiştim. Yanılmadığımı da şimdi not düşmek istiyorum. Evet , bu kitapta bambaşka bir büyü var.
Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği
Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği
‘ni okuduğum zaman Kundera ile hiçbir zaman anlaşamayacağımızı düşünmüştüm. Öyle ya, Kafka ile de aynı çizgide buluşamamıştık bir türlü. Çek yazarlar ile anlaşamamak belki de benim kaderimdi. Fakat durum düşündüğüm gibi değildi. Ben yine bir vasat okurluk yapıp bir duayenin dünyasına en gösterişli kapıdan dalmaya çalışmıştım.
Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği
Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği
‘nde kazandığım önyargı
Bilmemek
Bilmemek
ile yerini derin bir şefkate ve dostluk duygusuna bıraktı. Kundera ile bitmesini hiç istemediğim çiçekli bir yola girdiğimi hissettim. Müsadenizle lafı yine uzatacağım, çünkü söyleyecek çok şeyim var. Roman 1968’de Prag’ın Sovyetler tarafından işgali sonrasında ülkeyi terketmek zorunda kalan iki göçmenin hayatlarını ele alıyor. Kitabın merkezindeki tema göçmenlik olgusu. Eser Kundera’nın hayatından izler taşıyor, haliyle bir göçmenin iç hesaplaşmasını, ülke özlemini, ruhsal kayboluşunu çok güzel resmediyor. Ve tüm bunları yaşamının 20 yılını vatanından ayrı geçirmiş Odesa’nın hayatı ile kıyaslayarak yapıyor, ki bu romana apayrı bir lezzet katıyor. Kundera’nın çok beğendiğim bir roman yazma tekniği var. Olayları ilahi bakış açısı ile anlatıyor ve olup bitenin okuyucunun kafasında daha iyi canlanması için yer yer tarihi bilgilere yer veriyor. Eser ardarda gelişen olaylar zincirinden değil, her bir karakterin iç dünyalarına yapılan yolculuklardan oluşuyor. Bu kitabı okuduktan sonra Varolmanın dayanılmaz hafifliğinde de aynı tekniğin olduğunu fark ettim. Anlatımda ise insanı kitabın içine çeken bir duruluk ve sadelik var. Henüz sadece iki kitabını okudum ama şahsi fikrim Kundera okumaya bu eserden başlanması gerektiği yönünde. Tabi her şeyden önce Kundera’nın hayatını okumak lazım. Gelelim asıl nutuk atmak istediğim konuya, göçmenlik mevzusuna. Hep söylerim acılara borçluyuz edebiyatı diye. Göçmenlik ve onu takip eden vatan hasreti, kaybolmuşluk hissi, zayıflayan bağlar edebiyata en çok eser kazandıran olgu ve duygular olsa gerek.
Stefan Zweig
Stefan Zweig
’ın hayatını okuduğumda öykü kahramanlarındaki ruhsal kayboluşlar, çıkılan uzun yollar, varılamayan hedefler kafamda bir bir anlam kazanmıştı. Zweig hayatı boyunca vatan hasreti çekmiş acılı bir göçmendi, dahası vatansız kalmış ve bir gün “güneşin doğuşunu beklemeye mecalim kalmadı” diyerek yaşamına son vermişti. 20. Yy’ın ikinci yarısında iç karışıklıklar yüzünden doğup büyüdüğü toprakları terketmek zorunda kalan
Agota Kristof
Agota Kristof
iltica ettiği ülkeyi, asimile olup kaybolacağı noktaya kadar aşması gereken bir çöl diye isimlendirecekti. Nitekim okuyucunun kalbine hançer gibi saplanan tüm eserleri bu susuz çölde boy verecekti. “Göçmenlik”. Kim bilir onlar için ne kadar ağır bir kelimeydi. İnsanın içine doğup büyüdüğü, adına “Vatan” dediği olgunun insan varlığı üzerinde akıl almaz bir ağırlığının olduğunu düşünüyorum. Küreselleşen dünya düzeni, ulaşım imkanlarının her geçen gün hızla gelişmesi, teknolojinin nimetleri sayesinde sevdiklerine her an ulaşabilme lüksü bu olgunun insan üzerindeki ağırlığını kırar mı bilmiyorum. Fakat geçmiş zaman ve içinde bulunduğumuz dünya açısından bu hakimiyet hala varlığını sürdürüyor diyebilirim. Lisans üstü öğrenim için yıllar evvel yurt dışına taşındım. Düzenli olarak ailemi ziyaret edebilmeme ve her vakit sevdiklerimle iletişim kurabileceğim teknolojik imkanlara rağmen her geçen yıl doğup büyüdüğüm vatanımla olan bağlarımın biraz daha zayıfladığını, oradaki yaşama biraz daha yabancılaştığımı hissettim. İşin garibi ülkenle bağların zayıflarken, yaşadığın ülke ile daha güçlü bağlar kurmuyordun. İşte o noktada bir kopuş başlıyordu; aitlik duygusunu kaybetme. Bir aşamadan sonra, işçi göçleri ile anadoludan kopup gelmiş, Almanya’da yaşama tutunmaya çalışmış, vatanları ile bağlarını kaybedip, yeni vatanları ile bağ kuramamış “gurbetçi” diye adlandırılan kitlenin hislerini daha iyi anlar olmuştum. Çocukken radyoda dinlediğim Şebnem Kısaparmak’ın şiirindeki “Türkiye’de almancı, Almanya’da yabancı; neydik biz?” sözleri zihnimde anlam kazanmaya başlamıştı. Vatan toprağından uzak olmak işte böyle bir şeydi. Göçmenlik, yani siyasi sebepler, iç karışıklıklar veya savaşlar yüzünden doğup büyüdüğün toprakları bırakıp gitmek zorunda olmak elbette bu anlattığım duygulardan çok daha ağır olmalıydı. Kitabın bir yerinde Kundera; “bu sebeple ülkeni terk etmek demek, sevdiklerini bir daha hiç görmeden ölmeyi göze almak demekti” diyor. Belki de adının ülkende yasaklı olacağı, sevdiklerinin sana mektup bile yazamayacağı bir hayata yürümek. Seslerini duymadan, bir ekrandan bile olsa yüzlerini görmeden yıllar geçirmek. Bir zaman sonra aitlik duygunu kaybetmek, yaşadıklarının ağırlığını kimseye anlatamamak. Ve “ne de olsa kimse anlamaz” düşüncesinin ağırlığı. Çok vurucu sözler var bu kitapta, çok içli duyguların resmi çizilmiş. Öyle yakıcı ki, yazar sanki şöyle demek istiyor; demir olsam erirdim ama insandım dayandım. Kundera, iç görüsü çok güçlü, analiz yeteneği çok iyi biri. Ortaya koyduğu eserler, aldığı ödüller bunu ispatlıyor zaten. Öyle ya, yüzlerce göçmen geçmiş tarihten, ama çok azını edebiyat vesilesi ile tanıyoruz. Beni dünyana aldığın için sana minnettarım Kundera. Güzel bir eser. Kundera’nın dünyasına girilebilecek en mütevazi kapı. Burdan başlayın derim
Bilmemek
BilmemekMilan Kundera · Can Yayınları · 20141,577 okunma
·
57 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.