Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Köprülüzade Fuad, Arap harflerinin yerini Latin harflerinin alması fikrine muhalif bir zat imiş. Bu konuda da beyanları sözlü ve yazılı olarak varmış. Fakat bir gün kendisinin Sultanahmet’teki ikametgâhına Mustafa Kemal bizzat gitmiş. O akşam ne kadar konuştularsa konuşmuşlar. Ertesi sabah Köprülüzade Fuat, Latin alfabesi lehine bir yazı yazmış. Durumu bilen arkadaşları, ahbap çevresi müstehzi bir şekilde: “Ne oldu Fuad?” demişler. O da cevaben: “Ben, Zeki Velidi Bey gibi kitaplarını kolay taşıyan birisi değilim” demiş. Ne demek bu? Zeki Velidi Togan Türkiye’yi terk etti. Neden terk etti? Çünkü bu şartlarda bu memlekette ilim yapılamaz. Nedir o şartlar? Türk Tarih Kurumu’nun -bugün hala ilk mekteplerde var mıdır bilmiyorum- bir göç haritası vardır. Türkler, Orta Asya’dan her tarafa yayılmışlar. Ben ilkokulda okurken bir harita vardı. Dünyanın yüzeyi sarı bir şeydi. Kırmızı oklar her yere gidiyordu. Bize çocukken böyle bir şey öğretmişlerdi. İç deniz varmış Orta Asya’da. Daha sonra o iç deniz kurumuş. Ondan sonra da herkes geçinmek için ortalığa dağılmış. Zeki Velidi Togan bunun böyle olmadığını biliyor. Ama Türk Tarih Kurumu bunu resmi tez olarak kabul etmiş. Jeolojik bilgi olarak da hiçbir kitapta böyle bir şey yok. Ama bizim yüksek bilginlerimize göre var. Orta Asya’daki iç deniz kurumuş. Millet de oraya buraya dağılmış. İşte Zeki Velidi Togan, Türk Tarih Kurumu’nun böyle bir tezi resmi tez olarak kabul etmesi üzerine İsviçre’ye gitmiş. "Bu şartlarda, bu ülkede bilgi üretemem" diye düşündüğü için. Köprülüzade Fuad da diyor ki “Ben kitaplarımı Zeki Velidi Bey gibi kolayca taşıyan birisi değilim.” Kitaplarını taşımayı göze almadığı için, muarızlarından birisi olduğu halde Latin alfabesinin müdafilerinden birisi haline geldi,. Böyle bir düzenimiz var. Ne konuşacaksak, bu düzen içinde konuşacağız… Kitaplarımı taşımak benim için mesele değil. Ben hangi şartlar altında bulunduğumu erken yaşlarımda öğrendiğim için dert olarak kendime kitaplarımı taşımayı seçmemişimdir. Bir şey söylenebilecekse söylerim. Söylenmeyecek şeyi de söylemem. O hükümden vazgeçmediğim halde onu söylemem. Dolayısıyla söylediklerim gerçek fikirlerim değildir. Çünkü gerçek fikirlerimi söylediğim, zaman ağzımı açmamam lazım. Bu Türkiye’de herkes için geçerli olduğu halde insanlar kendilerini yalanlara alıştırdıkları için öyle bir şekilde konuşuyorlar ki söylediklerini sanki hakiki fikirlerini söylüyormuş gibi söylüyorlar. Ama böyle bir şey yok. Bu yüzden de hepimiz meraka değer bir iletişim ortamı içinde bulunuyoruz. Bakalım benim ifade ettiklerim karşısında siz nasıl bir tutum benimseyeceksiniz? Şimdi Türklük bilincinden bahsedeceğiz. Bilinç dediğimiz şey nasıl bir şey? Edmund Husserl adını taşıyan filozof düşünce dünyasına şunu hediye etmiştir: “Bilinç kendi başına bir şey değildir, bilinç bir şeyin bilincidir.” Yani bilinç diye böyle mücerret, yersiz yurtsuz bir şey yoktur. Bilinç dediğimiz şey bir şeyin bilincidir. Biz de Türklüğün bilincinden bahsedeceğiz. O halde önce o bilincinden bahsedeceğimiz şeyin ne olduğunu bilmemiz lazım. Türklük hakkında gerek bir malumatımız, gerekse bir kavrayışımız olmalı ki Türklük bilinci edinebilelim. Şimdi bu ciddi bir şeydir. Türklüğün ne olduğunu bilmemiz lazım. Türklüğün ne olduğunu nerden öğreneceğiz? Böyle bir şey nereden çıkıyor? “Ey Türk titre ve kendine dön!” dendiği için mi biz Türklükten haberdarız? Böyle bir ihtimal yok. Orhun-Yenisey yazıtları bin sekiz yüz doksan küsurda okunmuş. “Bakın orada böyle yazıyor, Türk diye bir şey varmış,” dememiz mümkün değil. Çünkü bu bize çok geç ulaşan bir bilgi. Türk dediğimiz şeyin ne olduğunu anlamak için Orhun yazıtlarına başvurmamız manasız bir şey. Manalı olan hangisi acaba? Bizim kendimize Türk dememiz manalı olabilir mi? Bu da pek manalı değil. Çünkü bizim kendimize Türk dememiz Orhun yazıtlarından da sonra vuku bulmuş. Türk, yaşadığımız coğrafyada kullanılan şekliyle henüz medeni vasıfları edinmemiş bozkır ahalisin adıydı. O yüzden bizim dilimizde atasözüne benzer bir şey vardı: “Al turpu vur Türk’e, yazık oldu al turpa.” Böyle bir şeydi Türk. Sonradan Türk diye bir şeyden olumlu anlamda haberdar olduk. Ne kadar sonra? Bize Türklük lazım olduktan sonra. Bize, bir zaman geldi ki Türklük lüzum etti. Biz Türkleşmeyi başardığımız sırada değil, Türk olmayı iyi bir şey saydıktan sonra kendimize Türk dedik. Daha önce Türk denince kaba saba bir şey anlaşılmasından rahatsız olmuyorduk. Şimdi artık Türk nedir diye sorduğumuz zaman bunun gündemimize tekrar anlaşılması gereken bir şey olarak girdiğini görüyoruz. “Türk bir milletin adıdır.” Bu cümleyi kolayca anlamak mümkün değildir. Bunu bir çırpıda anlamak neden mümkün değil? Milletin ne olduğunu bilmediğimiz için. Arapça kökenli bir kelime olarak millet derken neyi kastediyoruz? Millet ve ümmet kelimeleri etimolojik olarak birbirine yakın şeyler. Ama biz Türkler millet kelimesini mesela şöyle de kullanıyoruz: “kadın milleti”, ”köylü milleti”, “esnaf milleti”. Öyleyse Türk böyle bir milletin adı değil. Türklerin milletliğinden söz etmemiz net bir kavrayış sağlamıyor bize. Türklüğü netlikle kavrayışımız onu lüzum ettikten sonra baş vurduğumuz bir ibare olarak ele aldığımızda mümkün olacak. Biz bir toplum olarak Türk’ten onu, bir hedefin aracı, bir hedefe varmanın aleti sayarak haberdar olmuşuz. Nedir o hedef? Aslında bir hayli olumsuz bir şey. Yani modern zamanlarda Türk, karşımıza ortadan kalkması halinde varlığımızı kaybedeceğimiz bir şey kıyafetine bürünerek çıkmış. Pozitif Türk, birinci derecede negatif bir hedef sebebiyle tebellür etmiş. Yani Türk diye, Türklüğün ortadan kalkması halinde birer fert olarak kendimizi varlık alanından silinme tehlikesi ile karşı kaşıya bulduğumuz şeye demişiz. Menfi hedefimiz pekâlâ müspet bir şey olarak düşünülebilir ve dünyada üstün bir niteliğin temsilcisi olan, dolayısıyla ulaşılması gereken bir şey olarak Türklükten bahsedebiliriz. “Türk bir milletin adıdır”. Bu cümle, bir hedefe sahip olsak da anlaşılmaz bir şey. Çünkü biz millet dediğimiz zaman diğerlerinden cismanî vasıflarıyla ayrılan bir kavmi mi kastediyoruz; yoksa Avrupa’da XVII. yüzyıldan itibaren doğan medeniyetin ortaya çıkardığı sosyal bir varlığı mı kastediyoruz. Siz şimdi bana bir “Türk milleti var” bir de “Fransız milleti var” dediğiniz zaman ikinci şıkkı seçmiş olursunuz. Bu takdirde Avrupa medeniyetinin ortaya çıkardığı bir ulustan (nation), bir sosyal varlıktan bahsediyoruz demektir. Ama Çinli de var Türk de var dediğiniz zaman, o başka bir şey. Çünkü bu tasnif Avrupa medeniyetinin ortaya çıkardığı bir şey değil, farklı bir şey. Tıpkı Hintli dermiş gibi, Çinli dermiş gibi, Arap, Fars, Latin dermiş gibi Türk’ten bahsediyorsak, böyle bir ayrım yapıyorsak; kastettiğimiz bir çeşit “kavim-medeniyet” arası bir şeydir. Bu konuda kafamızı aydınlığa kavuşturmamız lazım. Türk dediğimiz şey -bazı hamasi ifadelerde olduğu gibi- “Tarihten önce de vardık, tarihten sonra da varız ” gibi bir şey midir; yoksa bugün dünya üzerinde fonksiyonel bir yeri olan bir insan topluluğu mu? Bütün bunları açıklığa kavuşturabilmek için kendimizin dünyayla ilişkisi konusunda bir açıklığa, sarahate, netliğe, aydınlığa kavuşmamız lazım. Dünyayla olan ilişkimiz nedir? Bunu kendimiz anlayabilirsek Türklük meselesinde de bir kavrayış yoluna girebiliriz. Biz yaşarken, yaşadığımız süreç içerisinde, dünyayı tanımak mı istiyoruz, yoksa derdimiz bir dünyayı kaçırmamak mıdır? Doğru, dünyaya geldik, belli bir zaman yaşadık. Bu belli bir zaman yaşamanın sonunda bir kırılma noktası diye bir şey var. İnsanların çocukluğu geride bırakıp, akıl baliğ oldukları döneme buluğ çağı da diyorlar. Artık o dönemden sonra insanların yetişkin olarak hayatları var. Yani önce bir çocukluğumuz var. Bir çağımız geliyor ki buluğa eriyoruz. Buluğa erdikten sonraki hayatımız başka bir hayat. Onun için -Arapça bir ifade- ona akıl baliğ olmak diyorlar. Demek ki çocukluğa mahsus zihnî kategorilerimizin, çocukluğu geride bıraktıktan sonraki kategorilerimizden farklı olması esastır. Şimdi bu ikinci dönemde -yetişkin diye tanımladığımız dönemde- biz dünyayı tanımayı mı seçtik? Dünyadan istifade etmeyi mi seçtik? İnsan olarak bu birinci tercihimiz ve bu tercihimiz dolayısıyla bir şeyleri anlarız veya anlamayız. Dünyayı tanımayı seçtiysek dünyanın karşısında yerimizi de seçmiş oluruz. Dünyayı tanımayı seçmek demek, iyi ve kötü ayrımı yapan yaşamayı seçmek demek. “Ben dünyayı tanımayı seçtim” diyenler; iyi olanları kendime yakın tutacağım, kötü olanları da kendimden uzak tutacağım, diyenlerdir. Nasıl yani? Bunun İslam’daki ifadesi “meşru bir hayatım olacak” veya “gayrimeşru bir hayatım olacak” biçimine girer. İnsan bu seçmeyi akıl baliğ olduktan sonra yapar. Akıl baliğ olmadan insanların bu konuda tercih hakkı yoktur. İnsanlar buluğa erinceye kadar helal haram hesabı yaparak yaşamazlar. Ancak buluğa erdikten sonra insanlar helal ya da haram meselesine muhataptırlar. Dolayısıyla dünyayı tanımak mecburiyetindedirler. “Ben bunu yapıyorum, helal mi haram mı?” derler. Ama biz bu yolu seçmeyebiliriz. Dünyayı tanımayı seçmeyebiliriz. Neyi seçebiliriz? Dünyadan istifade etmeyi seçebiliriz. Yani hazır dünyaya gelmişken şu dünyayı kaçırmamayı tercih edebiliriz. O zaman dünyayı tanımak birinci derecede önemli değildir. O zaman bir filmi kaçırmamak gibi dünyayı kaçırmamak diye bir şey vardır. “Gelmiş eline fırsat, sen bunu yapmayacak mısın?” Bektaşi çok sıcak ramazan günü dayanamamış, su içmeye başlamış. Birisi ona demiş ki: “Yahu! Bunu yapmaya utanmıyor musun?” “Bana bak demiş” o da cevaben: “Ramazan seneye yine gelir. Ama bu can gitti mi bir daha gelmez.” Şimdi bizim tercihimiz bu istikamette olabilir. Çünkü kim olursa olsun bütün insanların bir tek hayatı var. “Bu hayatın hakkını vererek yaşamak istiyorum” diyebilir bir adam. Onun için bu hayattan istifade eder. “Gençlik elden gitmeden…” diye düşünür. Ama başka bir tanesi der ki: “Ben bu hayattan istifade etmeyi değil, bu hayatın ne olduğunu anlamayı tercih ediyorum.” Yapılan bu tercihler sebebiyle insanlar hakkında bir karara varabiliyoruz. Bu tercihler toplumda durdukları yer bakımından insanları birbirinden ayırıyor ya da iki kategoride insandan bu tercihler sebebiyle söz edebiliyoruz. Birileri bu dünyayı tanımayı öne almışlar, diğerleri dünyadan istifade etmeyi öne almışlar. Bu vakıayı herkes hayatından örneklendirebilir. Şimdi dönelim Türklük meselesine. Biz bir şeyleri ancak dünyayı tanımak meselesinde bir tercihte bulunduğumuz zaman kavrayabiliriz. Dünyadan istifade etmeyi düşünüyorsak, hiçbir şeyi kavramamızın lüzumu yoktur. Süleyman Demirel’in dediği gibi: ”Dün, dündür. Bugün, bugündür.” Her şeyi oluruna bırakarak yaşarız. Yani ortamın yüklediği anlam gereğince şu şudur, bu budur. Şu doğrudur, bu yanlıştır dememize lüzum yok. “Bugünde bu yapılıyor, bunu yapıyorum”, dersiniz, olur biter. Çünkü siz dünyayı kaçırmak istemiyorsunuz. Oysa tanıma meselesi esastır. Tanımayı tanımamız lazımdır. “İnsan yerle gök arasındaki kıstaktır” İsmet Özel
·
355 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.