Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

272 syf.
·
Puan vermedi
 DAĞA ÇIKAN KURT     Dağa Çıkan Kurt öyküsü, Milli Mücadele yıllarının panoramasını gözler önüne sermektedir. Hikâyenin başlangıcında yazar, Fransız bir sanatçının şiirinin çıkmasını beklemektedir. Bunun etkisinde kalarak rüyaya dalmaktadır. Rüyasında, işlerin sarpa sardığı bir orman görür. Ormandaki hayvanlar arasında mücadeleler yaşandığını görür. Her bir hayvan, aslında bir devletin timsalidir. Kurdu, Türklerle özdeşleştirerek bizlere derin mesajlar verir.      Hikâyedeki kozmik zaman, bir akşam vaktidir. Mekân ise Üsküdar’da Paşakapısı’nın ötesinde, mezarlıkların karşısındaki kırık tahta evdir. Kişi kadrosunda; anlatıcı(çocuk yaşta), anlatıcının annesi, fil, aslan, ayı, yılan ve bozkurt vardır. Yazar öyküde anlatıcı görevindedir. Öykünün kahramanı, babasını kaybetmiş ve annesiyle yoksul bir halde yaşamaktadır. Anne çocuğu için eve ekmek getirir. Bu esnada inleyerek feryatlar eder: “Yurdumuzda yas ve zincir var, avcı inlerinizi sardı…” Bu feryatlar vasıtasıyla, ülkenin kuşatma altında olduğunu ve yoksulluğun halk üzerindeki etkisini alenen görebiliyoruz. Annesinin feryatlarında da kurt motifini duyan anlatıcı hülyalara dalar. Rüyasında karşısına dikilmiş yaralı bir kurt görür. Kurt, anlatıcıya ormanda yaşanan kavgayı uluyarak anlatır. Yani öyküde yer alan diğer bir mekân da kara ormandır. Ormanda yaşanan kavgada; güçlü güçsüz bütün hayvanların kavgaya karıştığını, bu kavga dolayısıyla her tarafın tahrip olduğunu ve hayvanların kanından ırmaklar oluştuğunu öğrenmekteyiz.      Tüm bu olayları incelediğimiz zaman, ormanda yaşanan kavganın aslında 1. Dünya Savaşı’nın tasviri olduğunu anlayabiliyoruz. Ormandaki savaştan sonra fil, barışı sağlamak için ilk adımı atar. Ormanın en ulusu diye tasvir edilişi ve barışı sağlamaya çalışması, filin ABD’yi temsil ettiğini anlamamızı sağlar. Filin, barışı sağlamaya yönelik bu adımı ile ot yiyen hayvanlar (Zayıf devletlerin timsali) mutlu olur. Et yiyenler ise (Sömürgeci devletlerin timsali) kaygı yaşar. Sonunda tüm hayvanlar, müşterek bir kararla birleşerek ormanın huzurunu bozan kişinin kurt olduğuna karar verir. Tüm bu tasvirler, 1. Dünya savaşı sonucu Sevr Antlaşması ile ağır sonuçlar yaşatılmaya çalışılan Türkler’i hatırlatır. Yazar, geçmişte tüm ülkelerin birleşerek Türkler’e saldırmasını, öyküde yer alan orman ve hayvanlar vasıtasıyla bizlere anlatır.      Halide Edip hikâyenin sonunda, öç andını ulumak için dağlara çıkan kurt tasviri ile Türk halkının bağımsızlığına olan düşkünlüğüne dikkat çekmektedir. Tüm hayvanların kurda saldırışı, onu yıldırmamaktadır. Bu da bize Kurtuluş Savaşı’nda halkın kararlığı konusunda çıkarımda bulunmamızı sağlar. Son derece yalın bir üslup, yerli yerinde kullanılan sıfatlar ve tamlamalar hikâyeye sürükleyicilik kazandırmıştır. Uzun cümlelere yer vermeyişi de öyküyü başarılı kılmıştır. Verilmek istenen mesajların hayvan motifleriyle anlatılışı, öyküyü dikkat çekici hâle getirmiştir. Hem konu hem de biçem olarak beğendiğimi söyleyebilirim. CEHENNEM DAĞI, CENNET DAĞI     Cehennem Dağı, Cennet Dağı öyküsü, küçük bir çobanın yazara efsaneyi anlatmasıyla başlar. Ankara’ya bakan iki dağ vardır. Birinin öyküsü, savaştan dolayı pusuya düşen bir askerin öyküsüdür. Diğer dağın öyküsü de askerin sevgilisinin, ona yaptığı ihanet neticesinde yaşadığı pişmanlıklarıyla ilgilidir.    Öyküdeki kozmik zaman, Ankara’nın güneşli ve güzel bir akşamıdır. Bunun haricinde efsaneler yoluyla 93 Harbi’nin olduğu zamanlar anlatılır. Mekânlar; Cehennem Dağı ve Cennet Dağı, Kafkaslar ve İstanbul’dur. Şahıs kadrosunda ise küçük çoban, yazar, subay(yaşı küçüktür.) ve subayın sevgilisi vardır. Efsaneye göre, Ankara’ya bakan biri küçük diğeri ise halkalı olan bir dağ varmış. 93 Savaşı’nın başında küçük subayın biri, izinli olarak dönüyormuş. Kitapta yer alan küçük subay ifadesi, bize döneme dair bazı ipuçları vermekte. Buradan, küçük yaşlardan itibaren vatani görevini yapan askerler olduğu çıkarımına varabiliyoruz. Bu subay, küçük dağın eteğine gelirken sevdiğiyle özlem gidermek istemiş. Fakat eşkıyaların pususuna düşmüş. Subay, temiz kalbi ve gurbette çektiği hasretler dolayısıyla cennette güzel bir mertebeye kavuşmuş. Ama buna rağmen hâlâ o dağa gelip fanilere görünüp şans getiriyor ve ışıklar saçıyormuş.      Gelelim halkalı dağın hikâyesine. Yazar bu öykü vasıtasıyla kadının, toplum nezdindeki zihniyetini bizlere yansıtmaktadır. Efsaneye göre subay savaştan dönerken, sevdiği İstanbul’da günah dakikaları yaşıyormuş. Subayın vurulduğunu duyunca vicdan azabından ölmüş ve cehenneme gitmiş. Halkalı dağda, kasırga geceleri görünüp insanlara uğursuzluk getiriyormuş. Bu yüzden dağa Cehennem Dağı denmiş. Yazar burada, toplumun kadın hakkındaki düşüncelerini bizlere aktarmaya çalışmış. Toplumda, eşine sadık olmayan kadın, iffetsiz olarak görülmekte ve muhakkak bedel ödemesi gerekmekte zihniyeti hâkimdir. Yalnız bu hikâyeyi diğerlerinden farklı kılan şey, kadının insanlar tarafından değil de ilahi olarak cezalandırılmasıdır. Kadının, siyah ve bol bir kefene sahip oluşu, ödediği bedelin sonucu olduğunu gösterir. Etrafındaki kurt sürüsü de ödediği bedelin daimi olarak sürdüğünü bizlere gösterir. Kadın, yeryüzüne gelmek için cehennem bekçilerini kandırmak zorundadır ve bunun için de cazibesini kullanır. Bu ifadeyle de yazar bizlere, toplumdaki kadın imajını göstermeye çalışır.      Halide Edip bu öyküyle bizlere, kadının ataerkil toplum düzenindeki mutlak konumu hakkında mesajlar verir. Çünkü hatasının bedelini, ömür boyu korkunç bir yaratığa dönerek ödeyen bir kadın tasvir edilmiş. Kadın kendisini o kadar değersiz görür ki bir erkeğe yaptığı ihanet sonucu, kendi kendini yok eder. Yazarımız, konuyu yerli yerinde ifadelerle bizlere aktarırken merak duygumuzu azami düzeye çıkarır. Yalın, anlaşılır ve kısa cümleler, mesajını okuyucuya direkt olarak ifşa etmektedir. Konuyu ele alış bakımından ve üslup bakımından fazlasıyla beğendiğim bir hikâye oldu. EFE’NİN HİKÂYESİ     Efe’nin hikâyesi, Kurtuluş Savaşı’nda Yunan işgalinin Ege’de, toplum üzerindeki etkilerinin anlatıldığı bir öyküdür. Efe adındaki bir genç ve çevresi düşman işgaline karşı duyarsız davranmaktadır. Fakat düşmanlar, amca kızına tecavüz edince Efe bunu kaldıramaz ve düşmanla mücadele etmeye karar verir.     Öykünün kişi kadrosunda; kalın boyunlu, ateşten daha güçlü, küçük siyah bıyıklı ve 21 yaşındaki Efe, emmi kızı Kezban, imamın kızı ve Kezban’ın küçük kız kardeşi vardır. Mekân, Aydın Menderes köprüsü civarıdır. Kozmik zaman, Kurtuluş Savaşı yıllarıdır. Yunanlılar; dükkânları soymuşlar, çoluk çocuk öldürmüşler ve kadınlara sataşmışlar. Fakat Efe ve çevresi, olanları umursamayıp koyun otlatmış. Düşmanlar; ihtiyarları sakallarından sürüklemişler, gençleri paralamışlar ama nafile! Hâlâ kayıtsız kalmışlar. Ta ki bir cuma günü namazdan çıktıklarında, amca kızı Kezban ve imamın kızını görene kadar. Kezban ve imamın kızı yazmalarını onların suratına atarak: ”Yunan İzmir’e girdi, sustunuz; ne kan ne can ne ırz kaldı, sustunuz. Bugün bizim altınlarımızı parçaladılar, üstümüzü parçaladılar…!” diye haykırırlar. Bu durum, o dönemde kadının savaş ortamında yaşadıklarına ayna tutar. Kezban intihar eder. Ama Efe’ye imamın kızıyla haber yollayıp: ”Bir Zeybek sağken Yunan Aydın’da padişah olursa, benim kanım da onun boynunda olsun!” diye vasiyet bırakır. Bu durum üzerine, Efe ant içerek düşmana karşı mücadele etmeye karar verir.     Yazarımız bu öyküde, Kurtuluş Savaşı döneminde yaşayan toplumun, bilhassa kadınların yaşadıklarını yalın bir dille bize aktarmış. Kezban’ın iffeti uğruna intihar edişi, namus kavramının ne kadar önemli olduğunu bizlere gösterir. Kezban’ın sözleri üzerine Efe’nin harekete geçmesi, kadının erkek üzerindeki hâkimiyetini, etki gücünü gösterir. Bu öyküde; anlatımın duru olmasına rağmen, olayların etki gücü son derece başarılıdır. Kezban’ın yaşadıklarını, âdeta yüreğimde hissettim. Bu öyküyü; anlatımın duru oluşu, cümlelerin kısa ve net oluşu yönünden beğendim. ÇAKIR BEYAZ AYŞE     Çakır Beyaz Ayşe, Kurtuluş Savaşı yıllarını anlatmaktadır. Öykü Anadolu’nun bir hastanesinde, hastanın doktora kendi hayatından bahsedip vasiyet bırakmasıyla başlar ve hastanın ölümü ile son bulur.     Hikâye, mekân olarak Anadolu’nun köylerinde geçer ve hastane odasında son bulur. Belirli bir kozmik zaman verilmediği için olayların, Kurtuluş Savaşı yıllarında ve akşam vaktinde geçtiğini söyleyebiliriz. Şahıs kadrosunda; genç doktor, 32 yaşındaki Hasan, yeşil gözlü Ayşe, kaşları- bıyıkları kara ve korkunç olan Şah İsmail ile muhtar vardır. Öykünün ana kahramanı olan Hasan, evli ve çocuk babasıdır. Memleket davası için evini bırakarak Anadolu’nun bir köyüne gelir. Orada nahiye -bölge- müdürü olur. Bir akşam, köyün yol kenarındayken bir kadın görür ve kadına karşı bir şeyler hisseder. Daha sonraki gecelerde de kadını görmek için aynı yere gider. Kadının, Şah İsmail adındaki bir çete üyesi ile flörtleştiğini görür. Hasan Bey, ertesi gün muhtarı çağırarak kadın hakkında bilgi ister. Muhtar kadına beddua eder. Kadının şehit eşit olduğunu, köy delikanlılarını birbirine düşürdüğünü söyler ve çirkin sıfatlarda (Kahpe, eksik etek...) bulunur. Öykü’nün bu bölümünde, kadının toplum nezdindeki durumu hakkında bilgi almak mümkündür. Zira muhtar, kadına aşık olan erkeklerin suçsuz olduğunu ve kadının onları baştan çıkarttığını düşünür. Bunun üzerine Hasan Bey,  kadını köyden kovmak ister. Çünkü kadının Müslüman bir kadına yakışır tarzda yaşamadığını düşünür. (Burada da kadından beklenen rollerden birini görmekteyiz.) Fakat kadından etkilendiği için ona kıyamaz ve onunla evlenmek istediğini Muhtara belirtir.       Hasan Bey yabancı olduğu için örf adetlerini bilmez. Muhtardan örf adetleri öğrenerek hareket eder. Bu durumda geleneklerin, toplum için büyük değer atfettiğini görmekteyiz. Fakat Hasan, köye Ayşe’yi getirmeye gidince Şah İsmail’in Ayşe'yi dövdüğünü görür. Bunun üzerine Şah İsmail'i vurur, kendisi de yaralanır. Doktora, ailesine savaşta öldüğünü söylemesini vasiyet eder ve hastane odasında ölür.       Halide Edip bu öyküsüyle bize kadının toplum tarafındaki rolünün, ne derece önem arz ettiği ve rollerden bazılarının yerine getirilmemesi durumunda, kadının aşağılandığı mesajını verir. Kullandığı yalın dil ve öyküdeki olaylar arasındaki geçişler, biçem yönüyle öyküyü başarılı kılmıştır. Gereksiz tasvirlerden kaçınılmıştır. Öyküde sürükleyicilik sağlanmıştır. Cümleler kısa ve özdür. Fakat bu öykünün, konu bakımından dikkatimi çektiğini söyleyemeyeceğim. DUATEPE     Duatepe, yazarımızın Batı Cephesi’nde yaşadıklarının, şahit olduklarının anlatıldığı öyküsüdür. Yazar Duatepe’yi ne meşakkatli mücadelelerle aldıklarına, cephenin gerisinde kalanlara, sivillere ve askerlere adeta ayna tutmuştur.     Öyküdeki mekân, Batı cephesinin yaşandığı Duatepe’dir. Kahraman kadrosu ise; olayın anlatıcısı görevini üstlenen Halide Edip, Atatürk, kalın sesli Kazım Karabekir, geniş omuzlu Fevzi Paşa, siyah gözleri ile ateş saçan İsmet Paşa, erler, subaylar, komutanlar ve kumandanlardan oluşmaktadır. Kozmik zaman, Batı Cephesi savaşlarının yaşandığı yıllar, yani Milli Mücadele yıllarıdır. Olayın geçtiği mekân; toz, duman ve top sesleri ile kaplıdır. Yazar bu zor durumda, ellerini semaya açarak yürek parçalarcasına dua etmektedir. Türkler’in, iman dolu yürekleriyle vatanı için canını verdiğinden bahsetmektedir.  Minare ve türbelerden duaların yükseldiğini söylemektedir. Dua ettikten bir süre sonra yazar, Yunan askerlerinin arkasının çevrildiğini öğrenir. Burada da, memleketi kurtarırken duanın gücünü bizlere anlatmaya çalışmıştır. Bizzat kendisi kumandanlara bu haberi verir. Sonra hep birlikte mücadeleye atılırlar. Böylece Duatepe, şehitlerin varlığından alınan güçle kurtulur.     Halide Edip, bu öykü ile Kurtuluş Savaşı’nın ne zorluklarla kazanıldığı mesajını bizlere verir. İnsanların yüreğindeki imanla,  dillerindeki dualarla, camilerdeki ezanlarla ve canla başla bu savaşın kazanıldığına dikkat çeker. Öykünün sonunda yazar şehidin: “Allah’ım Türk milletini daima koru!” diye dua ettiğini düşündüğünü söyler. Yazarın tasvirlerde bayağılığa gidişi, gereksiz sıfatlar kullanışı ve bazı cümlelerinin aşırı uzun oluşu okurken fazlasıyla sıkılmama sebebiyet verdi. Biçem yönüyle, diğer öykülerindeki gibi başarılı bulmadığım bu öyküyü konu bakımından beğendim. KIRMIZITEPE     Kırmızıtepe yazarımızın, cepheyi ve cephe gerisini tüm çıplaklığıyla anlattığı eserlerindendir. Bu eser de tıpkı Duatepe’ye benzemekte. Hatta onun devamıymış gibi algılamamızı sağlamaktadır. Halide Edip bu öyküsünde, Yunan işgaline karşı verilen mücadeleyi anlatmaktadır.     Eserin kişi kadrosunda; anlatıcı konumundaki Halide Edip, Sakarya ordu komutanı olan Kemalettin Bey, Türkçülüğün savunucularından olan Yusuf Akçura, Mustafa Kemal Paşa ve İsmet Paşa vardır. Olayların anlatıldığı yerler; Eski Polatlı yolu, Kırmızıtepe ve Çal Dağı’dır. Zaman, Milli Mücadele yıllarıdır. Yazar yer yer halkla ilgili bilgiler verir. Kadının biri Kemalettin Bey’e gelerek Yunanlıların koyunlarını aldığını söyler. Fakat Kemalettin Bey, kadına top atışlarının yapıldığı yerde zarar gelmesin diye koyunlarını toplatmıştır. Kadına:“ Toplar atılırken sen koyunlarınla burada ne yapıyordun?” diye sorunca kadın:” Otlatıyordum.” Cevabını verir. Bu diyalog, savaşın halk üzerindeki etkisini gösterir. Toplum; savaşın mevcudiyetini son derece soğuk  kanlı bir şekilde benimsemiştir. Canı pahasına da olsa, geçim kaynağının peşindedir halk.     Halide Edip, Yusuf Akçura ile savaşın yaşandığı yerleri gezerken uçurum kovuklarında baş aşağı yatan cesetler görür. Yunan askerlerine ait bu cesetlerin, Anadolu çöllerinde neden bulunduğunu sorgular. Yazar, Kemalettin Bey ile konuşurken Sakarya Harbi’ni düşler. Mustafa Kemal ile İsmet Paşa’yı hayal ederek savaşı düğüne benzetir. Sonuç olarak ülkenin kurtarılacağına olan inancı, bu hayalin temelini oluşturur.     Kırmızıtepe hikâyesi vasıtasıyla, yazar bizlere derin mesajlar verir.”… Yine iman mücadelesinin, yüce bir dağının en yüksek noktasında ebediyen uyuyorsun!” bu satırlarda memleket uğruna verilen mücadelenin, iman mücadelesi olduğunu vurgular. Yazarın yaptığı tasvirler, kullandığı uzun cümleler ve olaylar arasındaki geçiş, öykünün akıcılığını sekteye uğratmıştır. Okurken fazlasıyla sıkıldım. Öyküyü, konu bakımından da üslup yönünden de beğenmedim. FADİME NİNE İLE KEREM DEDE     Yazar bu öyküyle, Milli Mücadele yıllarında son derece mutlu bir hayata sahip olan Fadime Nine ile Kerem Dede’nin Yunan işgali ile mahvolan hayatlarını anlatır. Öyküde geçen mekân, Oğlakçı köyüdür. Kişi kadrosunda; Fadime Nine, Kerem Dede, Ahmet ve Havva vardır. Kozmik zaman Milli Mücadele yıllarıdır.     Halide Edib’in anlatıcılığını üstlendiği bu öykü; Fadime ninenin çadıra girmesiyle başlar. Yazar çadırdayken Fadime nine gelir. Kurşuni yeşil gözleri, armudi yüzü, ince burnu, beyaz ve düzgün dişleri vardır. Halide Edip onu, âdeta ünlü ressamların eserlerindeki kadınlara benzetir. Fadime Nine’yi o kadar güzel tasvir eder ki Türk kadınını ne kadar yüce gördüğünü bizlere hissettirir. Nine, Halide Edib’e   hayat hikâyesini anlatmaya başlar. Oğlakçı Köyü’nün beyaz sakallı, uzun boylu, güzel yüzlü âşıklarından olan Kerem Dede ile evlenmiştir. Üvey annesi, Fadime Nine’yi başından savmak için  Kerem Dede’ye vermiş. Bu iki çift, çetin mücadelelerle –yoklukla- başa çıkmaya çalışıp yuvalarını kurmuş. Bu kısımda yazar, o dönemin Anadolu insanlarının sosyoekonomik durumunu gözler önüne sermiş. Anadolu insanının, her şeye rağmen zorluklarla başa çıkarak hayata tutunmanın bir yolunu bulduğu mesajını bizlere verir.      Fadime Nine ile Kerem Dede’nin bir kızı olmuş ve adını Havva koymuşlar. Fadime Nine bir gün, köydeki öksüz bir çocuk olan Ahmet’i de evlat edinmiş. Havva ve Ahmet büyüyünce birbirlerini sevmiş, evlenmişler. Fadime Nine ile Kerem Dede, Ahmet, Havva ve onların çocukları, kuzularla beraber çok mutlu bir yaşam sürmüşler. Fakat Ahmet bir gün savaş için Şeria’ya gitmiş. Yunanlılar da gelip bu bucağı karartmış. Yazar, bize şu cümlelerle durumu anlatır: “ Yangın, kan ve utanç.”     Halide Edip, Fadime Nine ile Kerem Dede öyküsü aracılığıyla bize birçok mesaj verir. Yoksulluğa rağmen yuvasını kurup mutlu bir hayata sahip olan bir aileyi bize anlatır. Burada, yuvayı dişi kuş kurar sözünün hayat bulmuş halini Fadime Nine bize gösterir. Fadime Nine Anadolu kadınının timsalidir. Türk kadının ne kadar güçlü olduğu mesajı, bize verilmeye çalışılır. Bu öykü son derece yerli yerinde kullanılan sıfatlarla yalın bir şekilde yazılmıştır.  Yapılan betimlemeler sayesinde olayların gözümde canlandığını fark ettim. Gerek konu gerek biçem gerekse verilmek istenen mesajlar yönüyle beğendiğimi söyleyebilirim.  ŞEBBEN’İN KARA HÜSEYİN’İ      Halide Edip Adıvar, Milli Mücadele zamanında askerlik yapmıştır. Bu öyküde anlatılanlar da Milli Mücadele yıllarında yaşadıklarıyla ilgilidir. Yazarın yolu bir köye düşer. Şebben adında, kocası askerde olan bir kadının evine misafir olur. Halide Edib’in de asker olduğunu öğrenen Şebben, Kara Hüseyin’i sorar.      Şebben’in Kara Hüseyin’i öyküsünde kozmik zaman, 1922 yılının kış mevsimidir. Mekân, Ankara’nın bir köyünde geçmektedir. Kişi kadrosu: Şebben; mavi gözlü, büyük dudaklı ve burnu büyüktür. Kara Hüseyin iri ve esmer bir gençtir. Köyde hocadan daha önemli bir kişidir. Ayşe ve Kezban Şebben’in kız kardeşidir.      Yazarın yolu köye düşünce Şebben’in evine misafir olur. Misafirinin asker olduğunu öğrenen Şebben, askerdeki kocasını sorar. Bu şekilde Halide Edib’e içini döker. Yazar, kadının özlem dolu ruh halini bizlere anlatır. Yaptığı tasvirlerle, resmen Şebben’in yüreğindeki hasreti bizlere hissettirir. Savaşın, o dönemdeki aile yapısına olan etkilerini bir kez de bu köyde görmekteyiz. Kadınlar, eşlerinin hasretiyle âdeta pejmürde olmuş. Köydeki tüm kadınlar toplanır ve sohbet ederler. Halide Edib’ten, onlara askerliği öğretmelerini isterler.“ Tüfeğin, neyi hep göstereceksin. Gâvurlarla bir yeniş dövüşeceğiz.” Ama ninelerden itiraz gelir: ” Siz nasıl edersiniz?”  Bunu duyan kadınlar “ Erkek aslan, aslan olu da dişi aslan olma mı?” derler. Burada Türk kadınının, vatan uğruna canlarını verecek kadar yürekli oluşlarını görmekteyiz. Ayrıca ninelerin onları hor görmelerinden de rahatsızlık duyduklarını görüyoruz. Yazar buradan ayrılır. Fakat bir ay sonra tekrar aynı yere gelir. Şebben’in özleminin daha da derinleştiğine şahit olur. Hatta kocasına askerden kaçması için mektup yazdığını bile öğrenir. Kocası, Şebben’in hasretinden ölüyor da yine de komutandan izin istemiyor. Bu tavrı, vatan aşkının, yâr aşkından önce geldiğinin kanıtıdır. Daha sonra yazar köyden ayrılır ve öykü biter.      Yazarımız bazı yerlerde insanı sıkacak kadar teferruatlı tasvirlerde bulunmuş. Çok uzun ve girift cümleler kullanmış. Bu da öykünün akıcılığına gölge düşürmüş. Konu bakımından beni fazla cezbetmeyen bu öyküyü biçemi bakımından da beğenmedim. VURMA FATMA     Vurma Fatma adlı öyküde, işgalci Yunan askerlerinden intikamını alan köylü bir kadından söz edilir. Yazarımızın bu hikâyesinin, teknik bakımdan diğerlerinden farklı olduğu söylenebilir. Zira bu hikâyenin başında, hikâyenin sonunun ne olacağı yazmaktadır.     Yunan ordusu çavuşlarından Yanako, küçüklükten beri Megalo Idea dersleri almakta. Bir gün, Yunan çavuşlarından biri Yanako’ya kahramanlık hikâyeleri anlatır. Yanako, olaydan sonraki hafta sonu Yunan ordusuna nefer olur. Türkiye Rum’u olduğu için ve zeki olduğundan dolayı  hızla yükselerek çavuş olur. Geçtiği köyde taş taş üstünde bırakmadan zulmeder. Aynı zamanda da Yunan Çavuşunun ona gösterdiği yüzük gibi, parmağı zümrüt yüzüklü bir Fatma arar. Yanako, gittiği köyün birinde yüzüklü bir Fadime bulur. Fakat köyleri yağmalarken Fadime ondan kaçar. Fadime’nin kocasını ve çocuğunu Yunan askerleri öldürmüş, eşyalarını çalmış. Yanako; Fadime’yi tekrardan görür. Önünde kocasının ve çocuğunun cesedi vardır. Yanako o gece dereye ve eğlenceye hâkim olur ve durmadan rakı içer. Aradan on bir ay geçtikten sonra bir gece, iki Yunan askeri ekmek için köye iner. Bu iki asker, bir grup kadının elinde parçalanır. Kadınlar,  âdeta Yanako’nun ölüsünü didiklerler.        Yazar, bu öykü yoluyla bizlere cesur kadınları anlatır. Cesur kadın tipi sayesinde vatanın düşmandan kurtulmasıyla, Fatma’dan sonraki kadınların artık rahat bir yaşam süreceği mesajı verilir. Bu sayede kadınlar, aslında yalnızca düşmanı öldürmemiş, toplumsal savaşı kazanmıştır. Olayların geçtiği yerler: Dumlupınar, Murad Dağı, Kozaç, Keçek’tir. Hikâyenin kişi kadrosu: Kırmızı şalvarlı, yeşil önlüklü, uzun siyah kirpikli, iri yeşil gözlü ve küçük tatlı dudaklı olan Fadime, taş üstünde taş bırakmayacak kadar cani olan Yanako, Yunan çavuşu olan Tanaş ve askerleri parçalayan köylü kadınlar. Zaman, Milli Mücadele yıllarıdır.       Öykü, konu bakımından fazlasıyla güzeldi. Fakat uzun cümleler, gereksiz betimlemeler, aşırı detaylar ve yersiz kullanılan sıfatlar dolayısıyla teknik açıdan kusurluydu. Okurken, teknik hatalar dolayısıyla fazla sıkılsam da konu bakımından;” İyi ki okudum.” dediğim bir hikâye oldu. EMİNE’NİN ŞAHADETİ     Halide Edib’in bu öyküsünde, Yunan askerlerinden kendini korumaya çalışan Emine’den bahsedilmektedir. Emine, Milli Mücadele yıllarında yaşayan gencecik kadınlardan biridir. Kasabalarını yakan Yunanlılardan kaçarlarken şehit edilir. Olay, önce kasaba kaymakamı tarafından daha sonra ise kocası tarafından aktarılır.     Öyküde anlatılan olaylar, kasabanın birindeki patlıcan tarlasında geçmektedir. Şahıs kadrosunda; genç ve güzel bir kadın olan Emine, kalın siyah kaşlı olan Emine’nin kocası, kaymakam, Emine’nin ihtiyar teyzesi ve nineleri vardır. Zaman, Kurtuluş Savaşı yıllarıdır. Yunanlılar, kasabayı yakarlar. Emine ve kocası kenar mahallede oldukları için düşmanların oraya gelmeyeceğini düşünürler. Fakat nafile! Mahalleleri soyanlar, onların mahallesine de hücum eder.(Yazar burada, ülkenin bir yerini yakan ateşin, tek bir yerle sınırlı kalmayıp her yere sıçrayacağı mesajını da bizlere verir.) Bunun üzerine Emine ve ailesi kaçmaya başlar. Patlıcan tarlalarından birine geldiklerinde, çıplak bir Müslüman kız cesedi görürler. (Savaşın, kadınları ne şekilde etkilediğini burada bir kez daha görüyoruz.) Kocası Emine için endişelenmeye başlar. Sonunda Yunanlılar başlarına üşüşürler. Kocasını döverlerken iki ihtiyar kadını öldürürler. Emine o sırada elinde yanık bir odunla, Yunan neferleriyle mücadele eder. Anadolu kadınının, mücadeleci ruhunun timsalidir Emine. Daha sonra iki kurşunla vurulur. Emine, kocasını ve namusunu kurtarır fakat şehit olur.     Emine’nin talihi de o dönemdeki birçok kadınla aynıdır. Namusunu düşmanlardan koruyarak şehit olan kahraman Emine, yazar tarafından bizlere örnek teşkil etsin diye aktarılmıştır. Zira Emine, yaşamının son anlarına kadar da düşmana karşı koymuştur. Milli Mücadele ruhunu bizlere aktaran yazarın, önceki öykülerinde okuyucuyu sıkan tasvirler, bu hikâyede olmadığı için anlatım yalın ve sürükleyiciydi. Olayların arasındaki geçişler son derece anlaşılırdı. Bu sayede, tek solukta okuyup beğendiğim bir öykü oldu. BAYRAĞIMIZIN ALTINDA     Bayrağımızın Altında öyküsünde, Hatice Nine’nin bağımsızlık uğruna verdiği mücadeleler anlatılır. Hatice Nine sırf kendi bayrağının dalgalandığı topraklarda ölmek için bu mücadeleyi verir.    Hatice Nine’nin öyküsünün anlatıldığı bu metinde, mekân Üsküp-Salihli’dir. Olayın kozmik zamanı ise Kurtuluş Savaşı’ndan sonraki yıllardır. Kişi kadrosunda da Hatice Nine ve olayı anlattığı kişi vardır. Milli Mücadele kazanılmış ve insanlar sokaklarda koşuşmaktadır. Hatice Nine muradına ermiş ve huzurlu bir tavırla elli senelik mücadelesini anlatır. Sırf bayrağının dalgalandığı vatanında, can vermek için cedelleşmiştir. Sürüne sürüne dâhi olsa kendi yurduna dönmek istemiştir. Yolda ölürse bile, oğlundan onu kendi vatanına, bayrağın olduğu yere götürmesi için söz almıştır. Vatanına gelince ise artık ölmekten korkmaz.     Hatice Nine için bir tek önemli şey vardır: Öldüğü zaman, cesedinin düşman bandırası altında kalmaması! Yazar bu öyküyle bağımsızlığın ne denli önemli olduğunu, Hatice Nine aracılığıyla anlatır. Gereksiz tasvirlere yer vermeden duru bir anlatımla bizlere sunulan bu eseri beğenmemek nâmümkündür. HİMMET ÇOCUK     Himmet Çocuk adlı öyküde, Milli Mücadele zamanında Anadolu milletinin, yokluk ve sefaletle dolu yaşamı anlatılmaktadır. Yazar, Anadolu’da incelemeler yapmak için köylerden birine gider. Daha sonra Himmet Çocuk aracılığıyla o döneme ayna tutar.     Hikâye kadrosunda; Halide Onbaşı (Hikâyenin anlatıcısıdır.), İstanbul gazetecileri ve yetim- öksüz olan 13 yaşındaki Himmet Çocuk vardır. Bu çocuk, aynı zamanda ninesine ve kız kardeşine bakar. Mücadeleci ve azimlidir. Anadolu’daki çocukların timsalidir. Bunlar dışında, imam ve şoför de vardır. Hikâyenin zamanı, İstiklal Savaşı’nın bitiminden sonraki zamanlardır. Mekan; Elvanlar, İney ve Uşak’tır. Halide Edip, Yunanlıların Anadolu’ya verdiği zararı incelemek için gazetecilerle beraber görevlendirilmiştir. Köyleri gezerken Anadolu halkının, açlık ve yokluk içindeki zorlu yaşamına şahit olur. Köylülerden biri; “ Büyükler söz anlıyor, sesi çıkmıyor ama çocuklar söz anlamıyor, açlıktan hep ağlıyorlar…” diye yakınır ve bunu İsmet Paşa’ya bildirmesini ister. Yazar, Uşak’a kadar bir kılavuz isteyince ona Himmet çocuğu verirler. Himmet çocuk, yazara zorlu yaşam mücadelesinden bahseder. Düşmanların onlara yaptıklarını anlatır. Halide Edip böyle güçlü bir Türk evladının oluşuyla içten içe gurur duyar. Bağımsızlık mücadelesinin kazanılmasında, böyle çocukların etkisini vurgular.        Yazar bu öyküde, Himmet Çocuk ve onun gibi minik kahramanların azmi sayesinde bağımsızlığımızı kazandığımızı vurgulamış. Hâlâ da Türkiye’yi bu küçük Himmet çocukların yürüttüğü mesajını bizlere vermeye çalışmış. Öykünün, sade ve yalın bir anlatımla yazılması öyküye sürükleyicilik kazandırmıştır. Anadolu’da yaşanan sefaleti hissettirecek kadar etkileyici bir anlatımı vardır. Bu yüzden öyküyü çok beğendim.  MUSTAFA ONBAŞI         Halide Edip Mustafa Onbaşı adlı öyküsünde; köye cepheden dönenlerin, izinli olarak gelişlerinde yaşadıklarını bizlere aktarmaktadır. Yazarımız Anadolu’nun göçmen köylerinden birine gelmiş. Köyde dul ve evsiz kadınların çok oluşu evlenme olaylarını da arttırmış. Gülsüm adlı bir kadının Mustafa Çavuş’a olan aşkını ve sonunda evlenişini anlatır. Ama sorun şu ki Mustafa Çavuş evlidir.      Sakarya ile İzmir seferinin ortasında ve ordunun köylerde yerleşmiş bir halde olduğu zamanlarda, yazar Anadolu’daki göçmen köylerinden birine gitmiştir. İnsanların, savaşın yaratmış olduğu bazı durumlarla olan mücadelesine tanık olmuştur. Bu durumlardan biri de evliliktir. Dul kalan kadınlar yaşama tutunmak, hayatlarına yeniden başlamak istemektedir. Gülsüm de bunlardan biridir. Bir gün Halide Edib’in yanına gelerek Mustafa Çavuş’a olan aşkını dile getirir. Ondan, komutandan evlilik için izin almasını rica eder. Yazar onu geri çevirmez. Ama kadının talepleri bitmez. Bu kez de Muharrem Çavuş’un sevdiğiyle kavuşamadığını, sevdiğinin onun aşkından yataklara düştüğünü anlatır. Komutandan bunun için de izin almasını rica ederek gider. Daha sonra Halide Edip doktorla beraber, köydeki kadınların durumunu komutana anlatır. Muharrem Çavuş ve Mustafa Onbaşı’nın evlenmeleri için müsaade isterler. Daha sonra yazarımız köyden ayrılır.      Yazar beş altı ay sonra izinle Ankara’ya gelir. Sıtma nöbetine girmiş bir halde yatarken Solfasöl köyünden iki kadın onu görmeye gelir. Kadınlardan biri, nişanlı oğlunun evlenmesi için ondan izin istemeye gelen ninedir. Diğer kadın da kocasından beş ay boyunca haber alamadığını dile getirir. Kadın dört çocuklu ve dokuz aylık hamiledir. Kocasının künyesini getirir. Halide Edip, künyede Mustafa Onbaşı’nın adını görür. Mustafa Onbaşı’nın, Gülsüm kadınla evlenmesi için izin alan Halide Edip içinden: “Allah kusurlarımı affetsin.” diyerek öyküyü bitirir. Hikâyenin zaman unsuru Sakarya ile İzmir seferinin ortalarıdır. Mekan, Anadolu’nun göçmen köylerinin birinde ve Ankara- Solfasöl köyüdür. Yazar, anlatıcı konumundadır. Kişi kadrosu: Zayıf ve ince burunlu, ince çeneli, siyah kirpikli Gülsüm, Mustafa Çavuş, sert ve bekar bir adam olan Komutan, Süvari Başçavuşu olan Muharrem ve Mustafa Onbaşı’nın karısıdır.     Yazarımız bu öyküsüyle, Anadolu kadınlarının mücadeleci ruhunu bizlere anlatır. Fakat bu defaki mücadele yarım kalmış hayatlarını tamamlama mücadelesidir. Mehmet Emin Yurdakul’un şiirine atıfta bulunarak yeryüzünün, kadınla şenlendiği mesajını verir. Lâkin gereksiz betimlemeleri olayın akıcılığını baltalamıştır. Sıfatlara fazla yer verdiği için okurken sıkılmama sebebiyet veren bu öykü, biçim bakımından hoşuma gitmese de konu bakımından çok hoşuma gitti. KURDUN MEMLEKETİNDE     Kurdun Memleketinde, yazarın diğer öykülerinden farklı olarak cephede veya görev başında geçmemektedir. Yazar, Viyana sokaklarında gezerken mahalle sinemasında dikkatini çeken bir program görür: “Kurdun Memleketinde”. Filmi izlerken dönemin Türkiye’si hakkındaki hislerini bize aktarır.      Halide Edib, yüreğinde memleket özlemiyle Avrupa sokaklarını gezer. Bu sırada gördüğü kalabalık bir grup dikkatini çeker. Kalabalığa karışarak ilanlara bakar. Kurdun fotoğrafını ve fotoğrafın altında “Kurdun Memleketinde” yazısını görür. Kurdu, memleketiyle özdeşleştiren yazar, filmi izlemeye gider. Filmdeki kurt sayesinde geçmişini hayal eder. Dağa çıkan kurdun muhayyelini kurduğu günlere gider âdeta. Batı Amerika’nın vahşi sahralarında uluyan kurdu, avcının biri vurmak ister. Fakat bir diğer avcı, öldürülen bu kurdun yavrusunu alıp büyütür. Birlikte büyük bir aşkla yaşarlar. Yazar onların bu aşkını, sevmeyi çok iyi bilen ulusuna benzetir. Bu sebeple de halkının yüksek bir geleceğe kavuşacağını, başkanlarının yüksek mertebelerine ulaşacaklarını vurgular.      Kurdun sahibin düşmanları, onu çalıp satmak ister. Dört hizmetçinin arasına girip onları kandırmaya çalışır. Yazar bu sahneyle, geçmişteki Dörtler Meclisi’ni ve Türkiye’yi düşünür. Türkiye’yi kurtla, bu müzakereyi yapanları da Dörtler Meclisi’ndeki devletlerle özdeşleştirir. Sonraki sahnede kurt, hıyanetten kaçıp çöllere gider. Dişi bir kurtla yuva kurar. Daha sonra düşmanlar, kurt avdayken evini mezara çevirir. Kurt dönünce olanları görür ve vahşete kapılır. Yazar bu sahnede de Milli Mücadele sonrasında enkaz yığınlarına dönen Anadolu’yu ve Anadolu insanını düşünür. Daha sonra ise kurt düşmanlarını parçalayıp yer. Bu sahnede de yazar, Duatepe’yi yâd eder ve film biter.      Olaylar, Viyana sokaklarında ve sinema salonunda geçer. Zaman, Milli Mücadele yıllarından sonradır. Kişi kadrosu: Anlatıcı rolündeki Halide Edip, kurt, kurdun düşmanları, avcılar ve kurdun ailesi. Yazar, öykünün sonunda milli mesajlar verir. “ Memleket senin seven kalbine, kuvvetli erkek kollarının şeref ve namusuna emanet oldukça elbet yeniden can bulacak…”. Üslup yönünden, diğer öykülerine nazaran daha yalın ve kısa cümleler kurması, anlatımda duruluğu sağlamış. Bu sayede anlatımda sürükleyicilik söz konusudur. Yer yer diğer öykülerine atıfta bulunması da son derece yerli yerinde olmuş. İPEK BAYRAK     İpek Bayrak, Emin adındaki genç bir subayın anılarından oluşmaktadır. Bu öykü kendi içinde üç bölümdür. İlk bölümde; subayın harbe katılması, ikinci bölümde; subayın yolculuk esnasında yaşadıkları, üçüncü bölümde ise subayın Şam’a giderken yaşadığı yolculuk anıları anlatılmaktadır.     Aksaraylı Emin, üniversite yıllarında Harbiye’nin yedek subaylar talimgâhına geçer. Öyküde, Emin’in Haydarpaşa’dan başlayıp Şam’da son bulan yolculuk anıları anlatılır. Trendeki yolculuk esnasında, arkadaşı Süleyman’ın siyah gözlü bir kız ile vedasını hatırlar. Bu kız arkadaşı Süleyman’a kırmızı beyaz bir bayrak verir. Bunun üzerine Süleyman, ağlayarak bayrağı göğsünün üstüne koyar. Yazarımız bu olayla, o dönemlerde sevgiliye verilen en değerli yadigârın bayrak olduğu mesajını bizlere verir. Bayrağın kudretini bizlere anlatmaya çalışır. Bunun haricinde de Aksaraylı Emin ve bazı arkadaşlarının, Arap kadınlarının bulunduğu mekana eğlenceye gittikleri anlatılır. Zevk ve eğlence anlarının anlatıldığı bölümlerden, Arap kadınlarının giyim kuşamları hakkında bilgi sahibi oluyoruz: “Büyük terasta beyazlı kadınlar, ince ve rengin mantolar- şallarla ılık havada dolaşıyor…”     Emin ve arkadaşları Şam’a giderken, bir Türk subayının eşi de onlarla birlikte gider. Kadın çarşaflı olmasına rağmen Emin, kadının kıyafeti altında ne kadar derin bir büyü olduğunu düşünerek kadından hoşlanır. Yolculuk bu şekilde tekdüze ilerler. Şam’a vardıklarında da öykü biter. Hikâye, yolculuk anılarından oluştuğu için birden fazla mekânı bünyesinde barındırmaktadır: Haydarpaşa Garı, Erenköy, Kartal, Pendik, Sapanca, Pozantı, Şam, Çomalan ve Halep. Bunların yanı sıra; eğlence mekânları, Bristol Oteli, tren ve lokanta da öyküde geçen mekânlardır. Zaman unsuru belli olmamakla beraber birlikte, Büyük Savaş demesinden, Kurtuluş Savaşı yılları olduğunu anlıyoruz. Öykünün kişi kadrosunda; ciddi ağırbaşlı bir genç olan Aksaraylı Emin, yağlıkçı esnafından olan Emin’in babası İhya Efendi, Emin’in üvey annesi Safinaz Hanım, Süleyman, uzun ve kıvırcık kirpikli, zarif burunlu, ince çeneli, küçük başlı, uzun ve zayıf, dalgalı ve kuvvetli kalçalı Arap kadınlarından olan Subay’ın eşi vardır.      Dağa Çıkan Kurt kitabının en sevmediğim öyküsünün İpek Bayrak olduğunu söyleyebilirim. Öyküdeki uzun cümleler, gereksiz tasvirler, abartılı tamlama ve sıfatlar biçem açısından öykünün, oldukça kusurlu olmasına sebebiyet vermiş. Konu bakımından da beğenmediğim bu öykü, beni hüsrana uğrattı. Zira öykü girişindeki “Bir genç subayın anılarından” yazısını gördüğümde çok daha büyük olaylar gerçekleşeceğini düşünmüştüm. Beklentilerimin fazlasıyla altında kaldığı için bu öyküyü beğenmedim.          
Dağa Çıkan Kurt
Dağa Çıkan KurtHalide Edib Adıvar · Can Yayınları · 2021414 okunma
·
535 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.