Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Osmanlı'nın yönetim şekli
Gülhane Hatt-ı Hümayunundan [1839] önce Osmanlı Devleti, Osman ve Orhan Gazi zamanından beri beyliklerden farklı bir yönetimle idare ediliyordu. Bu idare gayet sağlam ve usta bir idareydi. Allah Teala bu yönetim sayesinde Osmanlı Devletine Ortadoğu ve İslâm dünyasını yönetme imkânı vermişti. Ayrıca Osmanlılar hilafeti de bünyelerine almışlardı. Osmanlı Devleti yönetim açısından çağdaşlarına göre çok daha iyi durumdaydı. Osmanlı’da bilinen ilk makam, kazaskerlik makamıdır. Kazasker şehrin en büyük yargıcıydı ve savaşlarda orduda yer alırdı. Savaş için şehirden ayrıldığı zaman kazasker vekili namıyla yerine birini bırakırdı. Osmanlı Devletinde kadılar ordu kumandanları gibi itibarlıydı. Sonra imparatorluk idaresi kuruldu ve eyaletlerin başına Beylerbeyi veya diğer adıyla Mîr-i Mîrânlar getirildi. Bunlara Anadolu ve Rumeli Beylerbeyi denirdi. Her beylerbeyinin yönetiminde, mutasarrıflıklar ve vilayetlerle ilgilenen divanlar kurulurdu. Başıbozuk askerlerin idaresinden de bunlar sorumluydu. Kadılar da yönetici sayılırlardı. Devlet savaşa girmeye karar verdiği zaman askere ihtiyaç duyunca Beylerbeyi ve divan üyesi yöneticiler gözetimleri altındaki askerleri toplayıp orduya katılırlardı. Yönetim, divan-ı hümâyundaki sadrazamın idaresi altında aşağı yukarı bu şekilde devam etmişti. Gülhane Hatt-ı Hümâyunundan sonra vilayetler yeni bir yönetime kavuşturuldu. Aynı şekilde orduya da yeni bir düzen getirildi. 1293 [1876] yılında Kanun-ı Esasi ilan edilince, Meşrutiyete geçildi ve Araplar devletten ayrılana kadar bu yönetim uygulandı. Rahmetli babamın yönetimi sırasında, kendisinin Osmanlı ve Türk siyasetine tam bağlılık prensibinden vazgeçmesine yol açan en büyük fikir değişikliği, Asîr savaşıyla ortaya çıktı. Osmanlı Sultanı, babamın bu mutasarrıflığa gitmesini ve Seyyid el-îdrisi’nin kuşatması altında bulunan garnizonu kurtarmasını istemişti. Diğer yandaysa İmam Yahya, daha önce gerçekleştirdiği ayaklanma sırasında, Asîr mutasarrıflığının merkezi olan Ebhâ’yı ve Yemen’deki Sanayi kuşatmış, sonra da ileride sadrazam olan İzzet Paşa’nın aracılığıyla Osmanlı Devletiyle anlaşmıştı. Babam Hicaz’da bulunan Osmanlı kuvvetleri ve jandarma süvari birlikleri ile Medine hecin süvarileri birliğini de yanına alarak yola çıktı. Ayrıca el-Kunfuze’de kendilerine katılmak üzere, Destek Kuvvetleri adıyla bir birlik daha oluşturdu. O dönemde ben Mecliste bulunuyordum. Babam beni çağırınca Meclis’ten izin aldım ve Hicaz’a geldim. Ayrılırken Sadrazam İbrahim Hakkı Paşa bana “Baban çağırdığına göre muhakkak sana bir görev verecek” demişti. Meclis başkanı Ahmed Rıza Bey ise “Devlet niçin babanın nüfuzundan faydalanmak istiyor? Devletin şahısların nüfuzundan faydalanmaktan vazgeçme zamanı gelmedi mi?” demişti. Kendisine “Siz de bir vekilsiniz. Başkanlık görevinizi yardımcınıza bırakıp sıradan bir vekil gibi hükümete soru önergesi sunabilir veya açıklama isteyebilirsiniz. İçinde bulunduğunuz mesleğe böylesi daha çok yakışır. Devlet, ileriki nesiller boyunca da kendisine bağlı Arapların nüfuzuna muhakkak ihtiyaç duyacaktır, tabi iki taraf da hayatta kalırsa” diye cevap verdim. Mekke’ye vardığım zaman, rahmetli Hidiv hazretlerine uğradım. Kendisi Seyyid Muhammed b. İdrisî’yi severdi. Bu yüzden yardımcı olabileceğini düşündüm. Ayrıca duyduğum kadarıyla devlet Hidiv’den Seyyid İdrisî’ye tavsiyede bulunmasını istemiş, o da sadece tavsiyede bulunmakla yetinmişti. Hidiv beni görünce “el-İdrisî’yi cezalandırmaya gidiyorsunuz değil mi?” diye sordu. “Evet” dedim. “Şimdi yaz mevsimi ve Tihâme sıcak olur. Hava biraz düzelene kadar seferi erteleseniz?” dedi. “Bilemiyorum, belki de ordu doğu tarafından gider. Eğer daha fazla gecikirsek, Ebhâ’nın düşmesine sebep oluruz, bu yüzden muhakkak harekete geçmeliyiz” diye karşılık verdim. Hidiv “Duyduğum kadarıyla Arap kamuoyu bu karardan pek memnun değil” dedi. “Kamuoyu, ortaya çıkması muhtemel bazı tehlikelerin farkında değil. Eğer güney bölgesi Araplardan ayrılırsa cahil idarecilerin eline geçecek. Bu da yabancıların oraları işgal etmesini kolaylaştıracak” cevabını verdim. Bunun üzerine “Allah yardımcınız olsun. Ancak mümkün olduğu kadar veba ve sıcaktan kendinizi korumaya bakın” dedi. Hakikaten de, ordu içinde kolera salgını baş gösterdiği zaman bu uyarısını hatırladım. Kûz Ebu'l-fr Savaşı Haşimî birlikleri havanın kaynadığı, yazın en sıcak günlerinde yola çıkıp Kunfuze’ye vardı [3 Mayıs 1911]. İnsan, ateş gibi yanan toprağa ayağını basamıyordu. Kunfuze’de yerli halk dışında etraftaki bedevilerden hiç kimse yoktu. Bizimle birlikte, üç bin askerden mürekkep üç nizamî tabur vardı. Hazırlıklar yapıldıktan sonra Kûz Ebu’l-îr e doğru hareket edildi. Burada, Seyyid el-İdrisî’nin komutanlarından İbn Harşân ve Tihâme aşiretleri bulunuyordu. Ben yukarıda bahsettiğim taburlara ve topçu birliğine ek olarak, iki yüz atlı ve bin hecin süvarisini yanıma almıştım. Rahmetli [kardeşim] Melik Faysal’la birlikte yola çıktık. Askerî birlikler gece yürüyüşleri için yeterince eğitilmediklerinden, Türk kuvvetleri umulan vakitte gerekli mesafeyi kat edemedi ve dokuz saat gecikti. Kunfuze’nin güneyinde, deniz kenarında bir yere ulaştık. Ümmud-Debbe adlı bu yerde, içilebilir bir su vardı. Üç saat dinlendikten sonra yola devam ettik. Gün battığında yumuşak kumlu büyük bir ovanın kenarına gelmiştik. Doğumuzda deniz, önümüzde sık ağaçlarla kaplı Yaba Vadisi vardı. Birinci ve ikinci tabur peş peşe gidiyor, onların arkasından levazım birliği yürüyordu. Üçüncü tabur en arkadan geliyordu. Sol tarafta ise, Emir (Melik) Faysal'ın idare ettiği Haşimî süvarileri bulunuyordu. Her iki kuvvet de benim emrim altındaydı. Üç taburun kumandanı ise Çerkez Zeki Paşa idi. Biraz önce bahsettiğim yere geldiğimizde, daha önce bir grup atlıyla birlikte orman tarafına gözcü olarak gönderilen Dayfullah el-Abbûd adlı şeyh geldi ve ormanın asker dolu olduğunu söyledi. Tam o sırada diğer gözcü grubu da birdenbire çıkageldi. Sonra da öncü süvari birliği mağlup vaziyette geri döndü ve batıdaki denize doğru yöneldi. Birdenbire ormanın içinden yoğun bir ateş açıldı. Zeki Bey’e durmasını söyleyip ilk taburu avcı taburu olarak sürmesini, İkincisinin ihtiyat taburu olarak kalmasını, levazım birliğinin ve Haşimî kuvvetlerinin ise bekletilmesini emrettim. Düşmanı yenmeyi başarırsak, uygun bir vakitte Haşimî kuvvetlerini hücuma geçirecek ve orman tarafına doğru düşmanı takip edecektim. Zeki Paşayla birlikte emri kaleme alıp imzaladıktan sonra Emir Faysala ve tabur komutanlarına gönderdik. Sonra ilerlemeye devam edip ormanda gizlenen birliklerle çarpıştık ve onları tepeleyip bir miktar içeri doğru girdik. Fakat daha saldırı vakti gelmeden ve hücum emri verilmeden, destek kuvvetlerinin hızla hücuma kalktığım gördük. Oysa önlerinde sadece ekin tarlaları vardı. Zeki Beye “İhtiyat taburunu destek kuvvetlerinin bulunduğu sol tarafa doğru ilerlet. Yoksa çok yakında yenilecekler” dedim. Zeki Bey o sırada kuvvetlerinin başından ayrılamayacağını, emri bizzat iletmemi istedi. Daha konuşmamızı bitirmemiştik ki emir subayım “Efendimiz! Sola bakınız!” diye bağırdı. Bir de ne göreyim, destek kuvvetleri tozu dumana katmış vaziyette gerisin geri geliyordu. Bu sırada ben ikinci taburun bulunduğu yere varmıştım. Tabur komutanı İsmail Beye “Taburuna ilerlemesini söyle ve birinci taburun solunda cephe al. Levazım birliğine söyle Ümmü’d-Debbe’ye dönsünler. Üçüncü tabur da ihtiyat olarak beklesin” dedim. Ama komutan atının yelesine yapışmış kusuyordu! Gördüklerim hiç hoşuma gitmediği gibi, komutanın korkaklığı canımı sıktı. Emri tekrar ettim ama beni duymazlıktan geldi. Tam o sırada sol taraftan üzerimize yoğun ve ürkütücü bir ateş açıldı. Üç çeyrek sonra, durumumuz son derece kritik hale gelmişti. Tam o sırada yetişen bir hecin süvari birliğini kumların oradaki cephe ile tuzlu topraklar arasına yerleştirdim ve elimden geldiğince savunmaya devam ettim. Aynı anda başta yenilgiye uğrayanların bir kısmı toparlandı ve yardımıma geldi. Bunlar askerlikteki ustalıklarıyla meşhur Facir b. Şüleyveyh, Hubeylîs eş-Şeybâni, Fehd el-Arrâfe b. Suûd gibi süvarilerdi. Ayrıca bazı şerifler de gelmişti. Derken Şerif Şakir b. Zeyd de bana katıldı. Osmanlı güçlerini zor durumdan kurtarabilmek için tek yapabileceğimiz şey sebat etmekti. Sonuçta, üç taburdan yalnızca yetmiş kişi kurtuldu. Ümmü’d-Debbe’ye yeniden saldırı başlatıldığında yerinden son ayrılan ben oldum. O sırada, Îdrisî’nin sağ kanadının komutanı İbn Hayra öldürülmüştü. Ertesi gün büyük kayıplar vererek Kunfuze’ye ulaştık. İdrisî’nin adamları o gece veya ertesi gece yeniden saldırsalar hepimizi öldürebilirlerdi. Ancak onların kayıpları daha büyüktü. Kûz Ebu’l-îr Savaşı ve savaşta Arap destek kuvvetlerinin geri çekilmesi, Miralay Nazif Bey komutasındaki Türk birliklerinin bizim hakkımızda kötü düşünmeleri için başlangıç teşkil etti. Daha önce Yemen, Asîr, Cebel-i Dürûz, Kerek ve diğer yerlerde karşılaştıkları benzer hareketleri unutmuş görünüyorlardı. On beş gün sonra, yeni gelen kuvvetlerle bir daha saldırıya geçildi. Bu defa bütün kuvvetlerin başında Şerif Zeyd b. Fevvâz vardı. Benim de kendisiyle birlikte saldırıyı idare edecek komutanlardan biri olmam emredilmişti. Sabahleyin Kunfuze’den çıkıp öğlen Ümmud-Debbe’ye vardık. Türk kuvvetleri şunlardan meydana geliyordu: a) Zeki Bey’in komutasında, her biri sekiz yüz elli askerlik üç nizamî tabur, b) Kaymakam İsmail Bey komutasında üç redif taburu ki bunların sayısı bin iki yüz kişiydi, c) Yemenden getirildiği için Yemen taburu olarak bilinen, Ziyaeddin Bey komutasındaki tabur. Bütün bu kuvvetlerin başında Miralay Nazif Bey vardı. Destek kuvvetleri ise at ve deve sayısı bakımından önceki savaşta olduğu gibiydi. Öğle vakti harekete geçtik. Ordu ilk savaşın yapıldığı yere geldiğinde vakit gurub saatiyle on bir olmuştu. İdrisî’nin güçleri ilk konumlarını koruyorlardı. Yine ağır bir ateşle ilk saldırıyı başlattılar. Nazif Bey, Şerif Zeyd’e “Ne emredersiniz?” diye sordu. Şerif “Siz bana görüşünüzü bildirmeden ben emrimi söylemeyeceğim. Eğer dikkate alınması gereken uyarılarda bulunursanız bunlara kulak veririm” dedi. Sonra bana döndü ve “Sen ne dersin?” dedi. “Geceyi burada geçirmeli ve sabahleyin saldırmalıyız. Çünkü gece yapılacak askerî harekâtın başarısız olmasından endişe ederim. Burası ormanlık bir arazi ve giriş çıkışını bile bilmiyoruz” dedim. Nazif Bey ‘“Yedi tabur Osmanlı askeri bir grup bedevi tarafından durduruldu’ desinler diye böyle söylüyorsun değil mi?” diye patladı. Ben kendisine “Bu benim görüşümdür, böyle yazabilirsiniz” dedim. Sonra Yüzbaşı Bahaeddin Beye dönerek “Sen ne dersin?” dedi. Bahaeddin Bey “Şu güneşin battığı ve gecenin bastırdığı saatlerde atacağınız her adım sizi mağlubiyete daha da yaklaştırır. Ben de Abdullah Bey’le aynı fikirdeyim” dedi. Nazif Bey “O halde geceyi burada geçiriyoruz, emirleri şu şekilde yazın: Zeki Bey’in alayı ön tarafa, Said Bey’in alayı sol tarafa, erzaklar ortaya, Yemen taburu arkaya yerleşsin. Haşimî destek kuvvetleri de sağda dursun” dedi. Emir yazılınca Şerif Zeyd’e arz edildi ve onun da onayından geçti. Benim, Zeki Bey’le öndeki birlikte bulunmam emredildi. Melik Faysal, Haşimî kuvvetleriyle sağa geçti, Şerif Zeyd b. Fevvâz ve Nazif Bey komuta merkezinde kaldılar. Kurşun yağmuru altında ilerledik. Öncü birlikler iki taburdan oluşuyor, her taburun bir kısmı ihtiyat olarak bekletiliyordu. Üçüncü tabur ise herkes adına ihtiyat olarak duruyordu. Dörtlü bir yerleşim planı uygulamıştık: Biz güney tarafında mevzilenirken, Said Bey’in alayı doğu tarafında, Yemen taburu kuzeyde, Haşimî kuvvetleri de batıda mevzilenmişti. Yerleşimi bitirir bitirmez, Yemenliler üzerimize kırk dakika süren etkili bir saldırı başlattılar. Kuvvetli bir ateşle kendilerine karşılık verilince geri çekildiler. On beş dakika sonra doğu cephesine yeniden saldırdılar ama yine aynı karşılığı aldılar. Açık taraftan ateşe maruz kalma tehlikesi bulunduğu için, her birimiz önümüze birşeyleri siper etmiş vaziyette yüzükoyun yere yatmıştık. Yemenlilerin saldırıları sona erince bizim sağ cenahta büyük bir gürültü koptu. Çünkü saldırı sırası destek kuvvetlerine gelmişti. Saldırı önce gevşer gibi olduysa da bir kere daha yapıldı, en sonunda tamamen durdu. Sonra Yemen taburu, genel ihtiyat birliklerinden aldığı destekle saldırıya geçti, ancak bu saldırı da çok sürmedi ve geri döndüler. Artık gece boyunca sabaha kadar saldırı olmadı. Yemenlilerin ne zaman bir el ateş ettiklerini duysam, bizim taraftan binlerce ateşle karşılık veriliyordu. Bu durumlarda bizim cephelerde derhal ateşkes borusu çalıyordu. Saat dörtten sonra komuta merkezine çağırıldım. Merkezde Şerif Zeyd ve Nazif Bey vardı. Bana “İsabetli kararınız sayesinde kuvvetlerimiz kurtuldu. Geceleyin yola devam etsek kaybımız büyük olacaktı” dediler. Ben “Önceki savaşta edindiğim tecrübe bu kararı almama yol açtı” dedim. “Ön cephede durum nasıl?” diye sordular. “Herşey yolunda, askerler akşam yemeklerini yediler ve her birine iki matara su verildi. Endişeye mahal yok” diye cevapladım. O gece rahat bir uyku uyuyamadık. Sabah olunca önce kalk borusu çaldı, ardından müezzin sabah ezanını okudu. Her yanda Yemenlilerin tekbir sesleri duyuluyordu. Herkes olduğu yerde namazını kıldı. Sonra askerlerin saf tutmaları emredildi. Bu arada ordu müftüsü Saf suresini okuyordu. Ardından topçularımız ormana doğru, her tarafı dümdüz eden yoğun bir bombardıman başlattılar. Şeyh Baytarı komutasındaki Yemenlilerin sol cenahı, sancaklarıyla birlikte aniden ormandan çıkıp açık araziye geldi. Bunu gören Haşimî süvari birliği deniz tarafından saldırdı. Aynı anda topçu birliği de bunların üzerine yoğun bir ateş başlattı. Rüzgârın önündeki yaprak gibi sağa sola dağıldılar ve geriye doğru kaçtılar. Haşimî süvari birlikleri bunları takip için peşlerinden gitti. Benim de içinde bulunduğum Zeki Beyin alayı ilerleyip ormana girince birden karşımızda peştamallarıyla Yemenlileri bulduk. Üzerlerinde kılıç kemerleri ve hançerlerinden başka şey yoktu. Her biri askerlerimize bir iki el ateş etti, sonra hançerlerini çekip üzerimize saldırdılar. Bunun üzerine Türk kuvvetleri kendilerine yoğun bir ateşle karşılık verdi ve birçoğunu öldürdü, kalanlarını da yakaladı. Bu arada Said Bey’in alayının bulunduğu taraftan gelen tüfek ve top seslerini duyuyorduk. Ama biz yaklaştıkça sesler uzaklaşıyordu. Durumu fark eden Zeki Bey “Tehlikedeyiz, çünkü düşman bizim sağ, orta ve sol cenahlarımızın arasını açmayı başardı” dedi. Bu sırada karargâhta iki birlik ve bir top vardı. Şerif Zeyd b. Fevvâz ve Miralay Nazif Bey karargâhtaydı. Zeki Bey “Askerin daha fazla ilerlememesini emrediyorum. Şu büyük ağaç senin için işaret olsun. Karargâha git ve bizimle Said Bey’in kuvvetleri arasında kalmalarını söyle. Said Bey’in şimdi çabucak gelip sol taraftan hizamıza geçmesi gerekiyor. Haşimî kuvvetlerine ulaşmaya artık imkân kalmadı” dedi. Karargâha vardığım zaman sadece Şerif Zeyd b. Fevvâz’ı gördüm. Yanında yüz elli hecin süvarisi ile yaşlı şeyhler ve şerifler vardı. Nazif Bey’in nerede olduğunu sordum. “İki birliği ve topu alıp Ebhâ’nın yukarısındaki Kadiye kuyusuna gitti, Melik Faysal da yanında” dediler. “Melik Faysalın askerlerine ne oldu?” diye sorunca da “Saldırının başladığı günden beri kendilerini görmedik” dediler. Hemen emir subayımı, kendisini Kadiye’ye götürecek bir rehberle birlikte Zeki Beye gönderdim. Artık müfreze komutanı ve karargâh oradaydı. Ben de kendi adamlarımı alıp yola çıktım. Beş dakika yol almıştık ki birden çıplak bir araziye çıktık. Buradan Ka'diye’yi görebiliyorduk. Nazif Bey’le iki bölük de oradaydılar. Topları, kısa menzilli çarpışmalar için hazırlanmış Şibra adlı gülleleri atıyordu. Biz elimizde komutanlık sancağıyla açık alana çıkınca, hecin süvarileri de bizimle birlikte olduğu için Yemenliler Nazif Bey’i bırakıp üstümüze saldırdılar. Hemen develeri çökertip yere indik. Orada, hayatımda gördüğüm en kanlı çarpışmalardan biri yaşandı. Sıcağa dayanamayan Şerif Zeyd’in, zaman zaman burnu kanıyordu. Başında beyaz bir örtüyle ayakta dikiliyordu. Kendisine ne zaman “Amca gölge bir yere geç” desem “Gölgeye geçecek olsam Taifte kalırdım. Sabredin, birazdan dağılacaklar” diye cevap veriyordu. Sonra Melik Faysal çarçabuk Miralay Nazif Bey’in imdadına yetişti. Bu sırada biz son derece zor durumdaydık. Tam o esnada levazım birliği ve Yemen taburu çıkageldi. Bu cesur askerler hemen savaş meydanına dağıldılar. Öyle ki, sağ cenahları neredeyse Kadiye’deki Nazif Bey’in askerleriyle birleşmişti. Uteybe aşiretlerinden es-Sebte’nin önderi Şeyh Cabir b. Hüleyl’le birlikte olan Şerif Zeyd saldırı emri verdi. Bunun üzerine askerler “Haydi saldırın! Haydi, saldırın!” diyerek ileri atıldılar. Biz de develerin olduğu yerden saldırıya katıldık. Haşimî sancağı bu sırada uzun boylu esmer bir adam olan İbn Cünayh’in elindeydi. O gün Yemenlileri mağlup ettik. Derken doğu tarafından gelen silah seslerini duyunca, Said Bey’in geldiğini anladık. İkindi olduğunda Kûz Ebu’l-îr’deydik. Karşımıza hiçbir Yemen kuvveti çıkmadı. Darmadağın olmuşlardı ve İbn Harşân Kahba’ya dönmüştü. Akşam namazından biraz önce doktorların raporu karargâha ulaştı: O gün koleradan iki yüz seksen asker hayatını kaybetmişti. Üçüncü gün, askerlerimizin sayısı üçte bire düştü. Aynı gün rahmetli babam da Kûz’a geldi. Çadırımın önünde nöbet bekleyen askerin sanki kurşun yemiş gibi düşüp öldüğünü kendi gözlerimle gördüm. Yedi bin kişilik silahlı Türk gücünden geriye bin yedi yüz kişi kalmıştı. Babam hemen Ebhâ’ya hareket edilmesini emretti. İlerledikçe hastalık da azalıyordu. Bârak ve Seniyye’de birtakım küçük çarpışmalar oldu. Sonra meşhur Sâkayn yolundan dağa doğru çıktık. Üçüncü gün dağı aştığımızda Tihâme’nin şerrinden ve vebasından artık tamamen kurtulmuştuk. Sonra Sedvân ve Esnâ Hureym savaşları oldu. İdrisîlerin komutanı Seyyid Mustafa el-İdrisî ve Seyyid Fisâl’di. Yemenliler artık peş peşe yenilgiler alıyorlardı. Türk askerlerinin köyleri yakıp masum insanları öldürmek suretiyle işledikleri zulümler, son inkılâbın [1916] ilk sebebidir. Çünkü babam Emir hazretleri olanları görünce “Türklerden Araplara hayır yok” demişti. Kendisine dört ayrı yerde, arka taraflarından sokulup ağızlarından çıkartılan kazıklara oturtularak kızartılmış kişilerin cesetleri gösterilmişti. Esnâ Hureym’de ise, başları kesilmiş ve cinsel organları ağızlarına konulmuş cesetler gösterilmişti. Bunları gören babam Nazif Beye “Nazif Bey, bu reva mıdır?” diye sorduğu zaman Nazif Bey “Bunlar da bizim kalplerimizi yakmadılar mı?” diye cevap vermiş, babamsa susmayı tercih etmişti. Ayaklanmanın Esasları Hicaz’a döndükten sonra, Şerif [Hüseyin] ayaklanmanın temellerini attı. Asîr’den dönüşünün sebebi, Kumandan ve Mutasarrıf Süleyman Paşa ile arasında çıkan bir anlaşmazlıktı. Süleyman Paşa, Bâbıâlî’den emir almadığı gerekçesiyle babamın emri altına girmek istemiyordu. Ona göre, Şerif ve Liva Mustafa Neşet Paşanın yanında gelen nizamî ordular, Bâbıâlî’den durum hakkında bir açıklama gelene kadar kendi emrinde kalmalıydı. Arapların cesetlerine yapılan saldırıları ve Osmanlı asker ve komutanlarının işledikleri haksızlıkları bizzat görmüş olan babam bu anlaşmazlıktan sonra, Ebhâ’dan ayrıldı ve Haşimî kuvvetleriyle doğu yolundan Hicaz a döndü. Yolda Şehrân ve Bîşe vadilerinden geçti. Ranye’yi doğusuna aldı ve Türbe Ovası’nm üst kısmından yola devam edip Kerâ Vadisine geldi. Bu vadinin doğu tarafında Türbe köyü ve Mısırlı askerlerin ilk Vehhâbî ayaklanması sırasında mağlup oldukları Ramâdân kalesi bulunur. Daha sonra aynı yerde, benim komuta ettiğim doğu Haşimî askerleri de Türbe savaşında mağlup olmuştur. Babam daha sonra Kerâ Vadisine yöneldi. Gâmid el-Bedv yöresini sol tarafına aldıktan sonra Hamra’daki tepenin güneyinden çöle girdi. Burası, dağın kenarından başlayan bir ovayla sınırdı. İbnu 1-Hâris, Gâmid ve Uteybe’nin sınırları burada birleşirdi. Taiften bizi karşılamaya gelenlerle burada buluştuk. Şerif Abdullah b. Zeyd b. Fevvâz ve Şerif Şeref b. Râcih b. Fevvâz bunlar arasındaydı. Sonraları kabilesine isyan eden Hurmeli Halid b. Lüey de gelmişti. Ayrıca Galib b. Lüey ve bütün diğer kabile reisleri de oradaydı. Daha sonra batıya yönelip Taife doğru ilerledik. Bol ve kaliteli hurmaları olan Nefa Vadisinden geçtik. Yolumuza devam edip Leyye Vadisine ulaştık. Burada bizi vali adına valilik genel sekreteri, Kumandan Münir Paşa adına da Miralay Ahmed Bey karşıladı. Genel sekreter, babamla özel bir görüşme yaptı. Görüşmede söylediğine göre, Gâlib kabilesinin önde gelenlerinden Şerif Nasır b. Muhsin, Osmanlı ordusunun ve Şerifin mağlup olduğuna ve Şerifin öldüğüne dair asılsız şeyler uydurup söylentiler çıkarmıştı. Ertesi gün Taife vardığımızda bizi karşılayanlar arasında hükümet heyeti de vardı. Adı geçen Şerif Nasır da heyette yer alıyordu. Babam kendisini görünce çok kızdı ve derhal kovulmasını emretti. Vali babama “Özür dilerim efendimiz, ancak kendisi benimle birlikte gelmiştir...” deyince babam “Ne olmuş seninle gelmişse?” dedi. Bunun üzerine vali “Ben burada Sultanın temsilcisiyim, böyle bir muamele Sultana saygısızlık anlamına gelir” dedi. Babam hemen şu cevabı yapıştırdı: “Sultana saygısızlık etmedik bir şey mi bıraktınız ki? Burada Sultan’ı onlar değil ben temsil ederim.” Babam daha sonra Mekke kadısı ile Kumandan Münir Paşaya dönüp hatırlarını sordu. Ardından askerleri teftiş etti ve saraya gitti. Basamakları çıkarken bizimle göz göze geldi ve “Belki de yaptıklarımdan hoşlanmadınız?” dedi. Kimse kendisine cevap vermeyince "Ben sizin hoşunuza gitmeyecek şeyler duydum, ama zararı yok, bazen hoşunuza gitmeyen şeyler sizin için daha hayırlı olabiliyor” dedi. Üç gün sonra Sadrazam’dan şöyle bir telgraf geldi: Sultan hazretleri zat-ı âlinizin, Hicaz valisi Hâzim Bey’in yanında sizi karşılamak üzere canla başla koşup gelen Şerif Nasır b. Muhsin’e gösterdiğiniz çirkin muameleden haberdar olmuşlardır. Sultan hazretleri, adı geçen Şerif’i yüce makamınıza çağırıp gönlünü almanızı arzu etmektedirler. Babam telgrafa şöyle cevap verdi: Şerif Nasır b. Muhsin’in kötü muamele görüp huzurumdan kovulmasını gerektiren şeyler şahsî meseleler değildir. Dolayısıyla pişmanlık belirtmemi gerektiren bir durum sözkonusu değildir. Üstelik adı geçen şahsın, benimle birlikte olan askerlerin yenilgisi ve dağılması hakkında çıkarttığı söylentiler burada bir ayaklanma çıkarma amacına matuf olduğundan, gördüğü muameleyi zaten hak etmiştir. Bana bu haberi veren valiliğin genel sekreteridir. Ayrıca bizzat vali de durumdan haberdardır. Bu tür yağdanlık ve fesatçılarla iş tutmak âdetim değildir. Sadrazam hemen yeni bir telgrafla cevap verdi: Bâbıâlî, bir önceki telgrafta öğrenmiş bulunduğunuz Sultanın arzusuna muhalefet ettiğinizi görmezden gelemez. Bu telgrafla aynı arzuyu teyit ediyor ve Sultan hazretlerinin bir an önce sonucu beklediğini bildiriyoruz. Babam da acilen şu cevabı gönderdi: Sultan hazretlerinden sonra bu ülkenin en büyük makamında ben oturuyorum ve bu durum kendime olan saygımı artırıyor. Ayrıca, Sultan hazretlerinin bu kadîm merkezden vazgeçmek arzusunda olduklarını hiç zannetmiyorum. Sultan hazretlerinin zatının nüfuzunu görmezden gelmesine imkân bulunmayan Bâbıâlî nasıl olur da üzerinde hâlâ Sultan için kazandığı zaferden dönüşünün izlerini taşıyan bir adama böyle ağır ithamlarda bulunabilir? Her halükârda, Bâbıâlî yapılması gerekeni yapmakta özgürdür. Bu telgraftan sonra Bâbıâlî’den bir cevap çıkmadı. Derken Ramazan ayı geldi. Devlet heyetiyle emirlik yönetimi arasındaki soğukluk ay boyunca sürdü. Arefe gecesi, jandarma kumandanı Osman Bey, Emir’in çocuklarının dairesine geldi ve rahmetli Melik Ali’ye “Vali, Emir’i ziyaret edip özür dilemek üzere bir telgraf aldı. Efendimiz kendisiyle görüşmeyi kabul ederler mi?” diye sordu. “Şüphesiz kabul eder, ancak buyurun bu arzuyu kendiniz ifade edin” dedik. İzin isteyip babamın huzuruna çıkınca Osman Bey “Efendimiz nasıllar? Neden bizden ayrı duruyorlar?” diye sordu. Babam “Devlet, benim kendi hakkımı korumaktan aciz olduğumu bildiğine göre, devletin haklarına hiç riayet edemeyeceğimi de biliyordur herhalde” diye cevap verdi. Osman Bey ileri çıkıp babamın elini öptü ve maruzatını arz etti. Babam “Buyursun gelsin. Vali eski arkadaşımdır. Vaktiyle Şûrâ-yı Devlet’in dâhiliye bürosunda birlikteydik. Yarın bayram namazında buluşalım. Sonra birlikte saraya geliriz. Ayrıca biz de her zaman yaptığımız gibi valilik ve kumandanlığı ziyaret ederiz. Böylesi daha uygun ve güzel olur” dedi. Ertesi gün de her şey istediği gibi gerçekleşti. Tam bunun akabinde, İtalyanlar Trablusgarb a saldırdılar. Sadrazam İbrahim Hakkı Paşa gitti, yerine “Şâpur Said” diye bilinen Said Halim Paşa geldi. Babam Sadrazam’a şöyle bir telgraf çekti: Sadrazamlık makamı ile emirlik makamı arasında şu tarihlerde yapılan telgraf yazışmalarını incelemenizi rica ediyorum. Ayrıntıları orada bulacaksınız. Yirmi sekiz saat sonra, Vali Hâzim Bey görevden alınıp Beyrut valiliğine atanmıştı bile. Vali görevden alındığı sırada babam “İsteklerine boyun eğmiş olsaydım, bir daha başımı kaldıramazdım” dedi. Vali Hâzim Bey’den bahsetmişken, eski Sadrazam İbrahim Hakkı Paşanın kendisini tuttuğunu da söylemeliyim. Babam Kûz Ebu’l-îr savaşında kendisine yardımcı olmak üzere beni çağırdığı zaman, Hicaz’a dönmeden önce veda ziyareti için yamna gittiğim İbrahim Hakkı Paşa bana şunları söylemişti: “Büyük Britanya elçisi, (el-Arrâfe adıyla meşhur) Suûd b. Abdülaziz b. Suûd’dan ve babanızın kendisine yardımcı olmasından müştekidir. Babanız Şerif hazretlerinin sürekli kendisine yardım etmesi sayesinde Suûd, Necid emiri Abdülaziz b. Abdurrahman el-Faysal’a zarar verebilmektedir. Emir Abdülaziz’in Hint hükümeti ile bağlantıları vardır. Kendisi, adı geçen Suûd’un böylesi girişimlerden uzak durmasını talep ediyor.” Sadrazam bunları söyledikten sonra şöyle ilave etmişti: “Babanızın ellerinden öperim. Rica ederim İngilizlerle aramızda yeni problemler çıkarmasın. Ben bu problemlerin peşinden koşturabilecek durumda değilim. Kuveyt meselesi hâlâ herkesin aklindadır...” İşte, o dönemde işler bu minval üzereydi.
·
265 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.