Ahmet Doğan

Sabitlenmiş gönderi
Her şey insanın içinde yaşadığı ortama, koşullara bağlıdır: her şeyi belirleyen ortamdır, insan bir hiçtir.
Sayfa 460Kitabı okudu
Reklam
İstanbul'dan Şerif Hüseyin'e gelen telgraf
Cihad ilan edilmesi ve asker gönderilebilmesi için, öncelikle Arap­ ların istedikleri hakları elde edecekleri konusunda ikna edilmeleri gerekir. Bunun için öncelikle siyasî suçlular hakkında genel af çıka­ rılmalı ve Suriye ile Irak’ta adem-i merkeziyet yönetimi ilan edilme­lidir. Mekke’deki şeriflik yönetiminin, Sultan Selim zamanından beri kabul edilip miras yoluyla aktarılan hakları yeniden tanınmalı ve şerifliğin babadan oğula geçeceği benimsenmelidir. Bunlar yapıldığı takdirde Arap milleti üzerine düşeni sadakatle yerine getirecek, Suriye’de bulunan Emir Faysal’m yanma yeni asker­ ler gönderilecektir. Ayrıca Emir Hüseyin, Hicaz’ın doğusundaki her türlü düşman hareketine son verdikten sonra, oğullarından bir ta­nesini Irak cephesine gönderecektir. Bu arada devletin İbn Reşîd’i cihada katılması için teşvik etmesi lazımdır. Bu şartlar yerine getirilmediği takdirde, daha önce girilmemesi ve ilan edilmemesi için tavsiyede bulundukları bir savaşa Arapların katılması beklenmemelidir. Bu durumda Arapların tek yapacağı, devletin galip gelmesi için dua etmek olacaktır.
Şerif Hüseyin'in Sultan Mehmed Reşad'a mektubu
Sultan hazretleri, Balkan Savaşının ne şekilde sona erdiğini iyi bil­ mektedirler. Devletin ihtiyaç duyduğu teçhizatı henüz tedarik ede­ mediği ve hazırlıklarını tamamlayamadığı da malum-i alileridir. Almanya’ nın yanında savaşa girmek büyük bir tehlikeyi beraberinde getirecektir. Çünkü devletimizin kullandığı silah ve teçhizatm tama­ mı Almanya’ dan gelmektedir. Osmanlı top ve silah fabrikaları, ordu­ yu gereği gibi teçhiz edecek yahut savaşta kaybedilmesi muhtemel silah ve mühimmatın yerine yenisini yetiştirecek durumda değildir. Buna ek olarak, devletin güney bölgeleri, mesela Basra, Yemen ve Hicaz, her an saldırıya hazır bekleyen düşman devletlerin deniz kuvvetleri tarafından kuşatılmış durumdadır. Böylesi saldırılar, söz- konusu bölgeleri çok zor durumda bırakacaktır.Herhalde devlet ülke savunması için halkının vatanseverliğine güveniyor. Ancak sivil vatandaşlar düzenli ordular gibi silahlı olma­dığından, Avrupa’ nın düzenli ordularına karşı koyabilecek durum­ da değildir. Sultan hazretleri, Allah aşkına savaşa girmeyiniz! Bana kalırsa, Al­manya'nın yanında savaşa girmemizi isteyen herkes ya ne söylediği­nin farkında değildir, yahut büyük bir ihanet içindedir.

Okur Takip Önerileri

Tümünü Gör
Şerif Hüseyin'in Sultan Mehmed Reşad'a mektubu
Sultan hazretleri, Allah aşkına savaşa girmeyiniz! Bana kalırsa, Almanya'nın yanında savaşa girmemizi isteyen herkes ya ne söylediğinin farkında değildir, yahut büyük bir ihanet içindedir.
Daha Osmanlı Savaşa katılmamıştı
Enver Paşaya gittim ve “Anlaşılan savaş Devlet-i Aliyye’yi de sarıp sarmalayacak, demiryolu projesi de savaştan sonraya bırakılacak” dedim. “Gayet tabiî” dedi ve “ancak savaşa katıl­maları için Arap gönüllüler arıyoruz” diye devam etti. Ben “İki tarafımızda da düşman var, nerede savaşacağız?” diye sor­dum. Paşa “Kafkaslar’da kaybettiğimiz
Reklam
Rahmetli babamın yönetimi sırasında, kendisinin Osmanlı ve Türk siyasetine tam bağlılık prensibinden vazgeç­mesine yol açan en büyük fikir değişikliği, Asîr savaşıyla or­taya çıktı. Osmanlı Sultanı, babamın bu mutasarrıflığa gitme­sini ve Seyyid el-îdrisi’nin kuşatması altında bulunan garni­zonu kurtarmasını istemişti. Diğer yandaysa İmam Yahya, daha önce gerçekleştirdiği ayaklanma sırasında, Asîr muta­sarrıflığının merkezi olan Ebhâ’yı ve Yemen’deki Sanayi ku­şatmış, sonra da ileride sadrazam olan İzzet Paşa’nın aracılı­ğıyla Osmanlı Devletiyle anlaşmıştı.
Osmanlı'nın yönetim şekli
Gülhane Hatt-ı Hümayunundan [1839] önce Osmanlı Devleti, Osman ve Orhan Gazi zamanından beri beyliklerden farklı bir yönetimle idare ediliyordu. Bu idare gayet sağlam ve usta bir idareydi. Allah Teala bu yönetim sayesinde Osmanlı Devletine Ortadoğu ve İslâm dünyasını yönetme imkânı vermişti. Ayrıca Osmanlılar hilafeti de bünyelerine almışlardı.
O Dönem Kuyruklu Yıldız Halley Hakkında
[1912] Temmuzunda Hicaza döndüm. O döneme kadar İstanbul’da geçirdiğim günler gayet hoş ve göz alıcıydı. Hatırladığım kadarıyla o zamanlar bir gök bilgini, Halley kuyruklu yıldızının o yıl Mayıs ayının on sekizinde dünyaya çarpacağını ve her şeyin yanıp kül olacağını söylemişti. İnsanlar bu yüzden tedirginlik içindeydi.
Yeni okullar inşa etmek ve yollar açmak gibi harcamalar, Osmanlı kanunları tarafından düzenlenen umumî vergilerin gelirlerden karşılanıyordu ve bu gelirler pâyitahta yakın olsun uzak olsun, devletin her tarafında umumun menfaatine açıktı. Ancak şunu iddia edebiliriz ki bu gelirlerin yüzde sekseni, tamamen Türklere ait bölgelere harcanıyordu. Burada çok açık bir haksızlık söz konusuydu. Ayrıca nazırların çoğu yine yöneten unsurdan seçiliyordu. Sadece Evkaf nazırı Araplar arasından çıkıyordu. Diğer azınlıkların nazırları ise sadrazam tarafından vekâleten seçiliyordu. Bütün bunlar, tek unsur [Türkler] tarafından uygulanan bir istibdat yönetimi demek oluyordu. Birçok unsurdan oluşan bir devlette görülen böylesi bir parlamenter yönetim sonuçta devleti ayrılık ve parçalanmaya götürmüş, halk içinde düşmanlıklar meydana getirerek yıkımı hazırlamıştı. İşte Osmanlı Devletinin başına gelen buydu.
Yemen ve Asîr’deyse valiler, mebusları İttihatçılar arasından tayin ederlerdi. Kelimeyi bilhassa kullanıyorum, çünkü görünürde seçim olmasına rağmen aslında bu bir tayindi. Gördüğüm kadarıyla sürekli çıkartılan yeni kanunlar, yöneten unsurun yani Türklerin lehineydi. Böylece Türklerin diğerleri üzerine hâkimiyet kurmaları ve devletin eski düzeni sırasında diğer unsurların sahip oldukları hakları gasp etmeleri sağlanıyordu.
Reklam
arap sevici Türklerin haline şaşarım
Osmanlı’da meclis üyeleri, bütün milletlerden seçilirdi. İttihat ve Terakki Partisi mebus olmasını uygun gördüğü kişileri belirler, hükümet de vali ve mutasarrıfları kullanıp seçimlere müdahale ederek bu şahısların seçilmesini sağlardı. Çok şükür ki Hicaz bölgesindeki seçimlere hiçbir şekilde etki edemiyorlardı.
Yeni okullar inşa etmek ve yollar açmak gibi harcamalar, Osmanlı kanunları tarafından düzenlenen umumî vergilerin gelirlerden karşılanıyordu ve bu gelirler pâyitahta yakın olsun uzak olsun, devletin her tarafında umumun menfaatine açıktı. Ancak şunu iddia edebiliriz ki bu gelirlerin yüzde sekseni, tamamen Türklere ait bölgelere harcanıyordu. Burada çok açık bir haksızlık söz konusuydu.
Mebusluktan söz açılmışken biraz da parlamenter yönetimden bahsedeyim. Parlamenter yönetim, milletin millet adına yönetilmesi demektir. Devletin başında kral veya cum­hurbaşkanı bulunsa da, bu şahıs doğrudan devleti yönetemez yahut istibdat veya diktatörlük uygulayamaz. Aksine, anaya­saya bağlı parlamenter yönetime riayet eder. Devlet başkanı- nın görevi, parlamentoda çoğunluğu sağlayan partinin başkanına hükümeti kurma görevi vermektir. Hükümet, meclis tarafından önceden veya yeni onaylanan kanunlara uygun biçimde ülkeyi yönetir. Osmanlı’da meclis üyeleri, bütün milletlerden seçilirdi. İtti­hat ve Terakki Partisi mebus olmasını uygun gördüğü kişileri belirler, hükümet de vali ve mutasarrıfları kullanıp seçimlere müdahale ederek bu şahısların seçilmesini sağlardı. Çok şükür ki Hicaz bölgesindeki seçimlere hiçbir şekilde etki edemiyor­lardı. Yemen ve Asîr’deyse valiler, mebusları İttihatçılar arasın­dan tayin ederlerdi. Kelimeyi bilhassa kullanıyorum, çünkü görünürde seçim olmasına rağmen aslında bu bir tayindi.
İşte Bir Osmanlı Paşası
Allah rahmet eylesin, kendisi o günlerde Türkçeden başka bir şey konuşmazdı. Rikâbî Paşanın Medine muhafızı olduğu günlerde, hacılar Medine’ye geldiği zaman -orada oturana en güzel dua ve selam olsun- hac emiri İbn Reşîd bana gelip, İbn Reşîd sancağıyla Medine’ye girmesine Rikâbî tarafından izin verilmediğini söyledi. Bu yeşil renkli sancağın üzerinde “Lâ ilâhe illallah Muhammed Resûlullah" yazıyordu. İbn Reşîd, Medine’ye girmesine izin verilmezse hacıları geri götüreceğini söylemiş ancak Rikâbî buna aldırmamıştı. Rikâbî Paşanın yanına gittim ve duyduklarımı anlattım. “Bu şehre Osmanlı sancağından başkası giremez” dedi.
Paşam bee
Hicaz valiliği ve Medine yönetimi de telgraftan haberdar olmuştu. Böylece, Rikâbî Paşanın yaptıkları nahoş bir şekilde sonuçlandı. Allah rahmet eylesin, kendisi o günlerde Türkçeden başka bir şey konuşmazdı. Rikâbî Paşanın Medine muhafızı olduğu günlerde, hacılar Medine’ye geldiği zaman -orada oturana en güzel dua ve selam olsun- hac emiri İbn Reşîd bana gelip, İbn Reşîd sancağıyla Medine’ye girmesine Rikâbî tarafından izin verilmediğini söyledi. Bu yeşil renkli sancağın üzerinde “Lâ ilâhe illallah Muhammed Resûlullah" yazıyordu. İbn Reşîd, Medine’ye girmesine izin verilmezse hacıları geri götüreceğini söylemiş ancak Rikâbî buna aldırmamıştı. Rikâbî Paşanın yanına gittim ve duyduklarımı anlattım. “Bu şehre Osmanlı sancağından başkası giremez” dedi. Kendisine “Paşa hazretleri! Adet böyledir, Emir Mekke’ye de aynı sancakla girmiştir. Eğer kararınızdan vazgeçmezseniz, Hz. Peygamberin (s.a.v.) kabrini ziyaret etmeden, yanındakilerle birlikte geri dönecek. Eskiden olduğu gibi ziyaretlerini yapsalar ne olur ki?” dedim. “Bu hiçbir şekilde mümkün değildir” diye cevap verdi.
Kral Abdullah'ın Abdülhamid Yorumu
Bence Sultan Abdülhamid İslam dünyasının son büyük sultanıydı. Onun tahttan indirilmesinden sonra meydana gelen olaylar, Kufe ve Mısırlıların Hz. Osman'a yaptıklarından sonra meydana gelenlere benzer. Hz. Osman nasıl fitne ile Müslümanlar arasındaki sınır idiyse, Abdülhamid de bu çağda insanlarla fitne arasında bir perdeydi. Bu perde yırtılınca fitneler ortaya çıktı.
2.512 öğeden 1 ile 15 arasındakiler gösteriliyor.