Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

687 syf.
8/10 puan verdi
·
Beğendi
·
6 günde okudu
Suç ,Ceza ve Vicdan Azabı
Suç, Ceza ve Vicdan Azabı Nasıl başlık ama, mükemmel estetik duruyor değil mi ? Romanı ilk okuduğumda 12-13 yaşımdayken falan aklıma bu başlık gelmişti. “Ben olsam kitabın adını böyle yapardım” demiştim. İyi ki ismini ben koymamışım berbat olurmuş. Neyse konumuz bu değil, kitabı incelemeden önce biraz vicdan azabını tanıyalım. Bu yazılar doğru veya yanlış olabilir, hepsi benim geçmişteki tükettiğim içeriklerden ve kaynaklardan, kendi dilimle yorumlamamdan oluşuyor. Yazıyı tek gecede yazdım, o yüzden biraz aceleye gelmiş olabilir, kusura bakmayın. Vicdan azabı nedir, nasıl gelişmiştir, önemi nedir ve neden vicdan azabı duyarız ? Suçluluk hissi, pişmanlık ve vicdan azabı en keskin, en sert, en acımasız duygulardır. İnsanı sömürür, yer ve bitirir; kendi iç dünyamızda kendi yarattığımız zindanlara kapatırız kendimizi. Özellikle empati gibi insani yeteneklerinizde başarılıysanız, sizi yok eder. Ruhunuzu çürütür ve bunu durdurmanın bazen bir yolu olmaz. Onunla yaşar ve onunla ölürsünüz. Huzura ermek için her şeyi yapar, her şeyi deneriz; tıpkı Nathan Algren gibi, tıpkı Arthur Morgan gibi. Belki biraz dindiririz, ama huzura erebilir miyiz ? Hayır, çünkü gerçek hayattaki yanlışları silemiyoruz ya da değiştiremiyoruz; geri dönüşü olmuyor. Vicdan azabını birazcık dindirsek bile, o kor alev hep ruhumuzu yakar. O borç ödenmez. Peki Vicdan Azabı neden var ? Bunu Müslümanlık üzerinden yorumlamak istiyorum; İslamofobi olmama rağmen oldukça perspektif ve tarafsız yorum yapmaya çalışacağım. İslam dininde vicdan, en önemli ahlak kavramlarından biridir. Müslümanlığa göre vicdan, kişinin iç dünyasında Allah'ın emirlerine ve yasaklarına uygunluk konusunda kendini değerlendirdiği bir mekanizmadır. Vicdan, kişinin ruhunda Allah'ın hükümlerini tanıma ve ona uygun davranma konusunda rehberlik eder. Müslümanlar için vicdan azabı, kişinin ahlaki bir hata yaptığını düşündüğünde, yani günah işlediğinde yaşadığı ruhsal bir sıkıntı, hastalık veya pişmanlık hissidir. Bu durum, kişinin Allah'ın emirlerine uygun davranmadığını veya günah işlediğini hissettiği zaman ortaya çıkar. Vicdan azabı, kişinin içsel denetim mekanizmasının bir parçasıdır ve onu kötü davranışlardan ve günahtan uzak tutmak amaçlanır. Yani İslam’a göre vicdan azabı caydırıcı bir güçtür. Allah, vicdan azabını insanları kötülükten caydırsın diye yaratmıştır. Vicdan azabı ve Allah korkusu ne kadar benzer olsa da aslında biraz farklı kavramlardır fakat nihai hedef ortaktır: caydırmak veya cezalandırmak. Bence İslam bu konuda çok başarısız, Müslümanım diyen fakat o kurallara göre ve daha da önemlisi günümüz modern dünyaya göre yaşayan Müslümanlar günümüzde yok denecek kadar az. Zaten İslam kuralları ile günümüzdeki toplum çok ters kalıyor. Zaten uyan Müslümanda yok. En azından benim çevremde. İslam dini günümüze göre yetersiz eski. Bu nedenle insanda istemeden de olsa İslamofobi oluşuyor. Şimdi İslam’dan uzaklaşacağım ve biraz daha kişisel yorumlar yapacağım. Peki İslam dinine inanmayan biri nasıl vicdan azabı çekecek, suç işlemekteki engel ne olacak, ateistleri veya deistleri ne durduruyor ? Tabii ki inanmayanlar da vicdan azabı çeker, fakat bu kavram daha farklıdır. Daha kişisel ve içsel çatışmalarla, içsel düşünce ve içsel denetimle ilgilidir. Kişinin kendi ahlak ve etiklik kuralları olur ve onlara göre yaşarlar. Yaptıkları kötülükler yüzünden kendileriyle çatışırlar. Vicdan azabının küçük kavramlarını madde madde yazacağım: Empati: Empatiyi herkes biliyordur, ama yine de yazıyım birkaç şey yazayım. Empati ve vicdan azabı arasındaki bağ, kısaca insanın doğasında yatar. İnsanlar, doğaları gereği başkalarının duygularını ve yaşadıkları acıyı anlama kapasitesine sahiptirler; en azından bazıları. Bir kişi, başka bir kişiye zarar verdiğinde veya onun acısına sebep olduğunda, bu empati yeteneği nedeniyle vicdan azabı çeker; bu da onun cezasıdır. Sosyal Normlar ve Toplum Ahlakı: Toplumun kabul ettiği etik değerlere ve sosyal normlara uyum sağlamak, insanların davranışlarını şekillendirir. Tanrı’ya veya bir yaratıcıya inanmayan bir kişi de toplumun değerlerine saygı duyabilir ve bu değerlere ters hareket ettiğinde veya bu değerlerin dışına çıktığında vicdan azabı çekebilir. Kişisel Değerler, Kişinin Kendi Etikleri: insanın kendi etik kuralları olur, kendi ahlakı vardır, toplum ve din ahlakına göre değil de kendine has kuralları olur, kendi idealleri içinde yaşar. İşte bu benim, benim hayata bakış açım bu. Rahatım, toplum kurallarına veya dini ahlaka göre yaşamam. Kendi etiklerim vardır, kırmızı çizgim bellidir. Her zaman önceliğim sevdiklerimdir, arkadaşlarım ve saygı duyduğum insanlardır. Peki burada vicdan azabı nerede ? Burada şu olay devreye giriyor: İnsan kendi etik düşüncelerinden dışarıya çıkar ve uzaklaşırsa veya kendini bu fikirlerden yavaş yavaş dışlanmış veya bu fikirlere göre yanlış yaşadığını, bu fikirlere uygun olmadığını düşünmeye başlarsa vicdan azabı başlar. Bu yazdığım maddeler arasından en tehlikeli olanı. Çünkü bu düşünce anarşist bir düşüncedir, anarşist olmak kötü değildir. Bu kişinin kendi değerlerine bağlıdır aslında, tehlike burada devreye girer. Topluma yararlı olan anarşist düşünce, kişinin kendi çıkarlarına yönelmeye çok müsaittir. Bu çıkarlar bencilce kullanılırsa korkunç bir faşizme döner. Sinemadan bir örnek vermek gerekirse, “Fight Club” filmi. Brad Pitt’in o meşhur ve anlaşılmayan şaheseri. Film nedense şu an sosyal medyada gereksiz yere abartılıyor, boş yere övüyorlar hiç kimse de filmin ahlak ve etiklik kavramını anlamamış :d Suç ve Ceza ile ufak bir bağlantı var aralarında, buna yazımın ilerleyen yerlerinde tekrar değineceğim, şimdi geçiyorum. Dediğim gibi, bu madde en tehlikeli madde çünkü iğrenç sert bir faşizm içeriyor. Faşizm bir noktaya kadar oldukça yararlıdır, hatta ben sert faşist destekleyicilerindenim. Ama aradaki çizgiyi bilmek gerekir. Faşist birinin her zaman ilk önceliği çevresi olmalıdır. Bu çıkar ve yarar okları kişinin kendisine dönerse o zaman yıkım başlar. Nietzsche’nin dediği gibi, “canavarla dövüşen kişi dikkat etmelidir ki; canavara dönüşmesin. Çünkü uzun süre bir uçuruma bakarsan, uçurum da sana bakar” ileride bir yerle bağlayacağım bu Nietzsche olayını. Aslında Hitler bile başta iyi biriydi, en azından halkının iyiliğini düşünürdü ve her zaman ilk önceliği halktı, daha da önemlisi davasında haklıydı. Kendisi iyi bir faşistti ama sonrasında canavara dönüştü, milliyetçi faşist iken çıkarcı bir faşiste yani canavara dönüştü. Tam bir aptal, bu canavarlık yüzünden savaşı kaybetti ve bir diğer canavar, Amerika doğdu. Neyse politikayı bir köşeye bırakacağım, kendisini çok severim ama bu yazı uzadıkça uzar ve konudan uzaklaşmaya başladım. Yüzüklerin Efendisi: Yüzük Kardeşliği kitabında Gandalf’ın da dediği gibi “İlk başta hiçbir şey kötü değildir. Sauron bile değildi.” Sayfa 264 Yüzük Kardeşliği Kendimize şu soruyu soralım o zaman; Peki Tanrı yoksa vicdan azabı nasıl gelişmiştir ? Burada devreye evrim giriyor. Evrimsel psikoloji, vicdan azabının da içerisinde olduğu bir dizi duygu ve davranışın, insanın atalarının hayatta kalma ve üreme şansını artırmaya yönelik adaptasyondur diyebiliriz. İnsanlar, grup içinde uyum sağlamak ve iş birliği yapmak için sosyal normlara uymak zorundadırlar, bu sosyal normlar olmazsa hayatta kalamazlar, çünkü kısassa kısastır. Birinin malını çalarsan, çaldığın kişi seni öldürür, biri malını çalarsa sen çalanı öldürürsün, birini öldürürsen aynı gruptan biri de seni öldürür. Bu cinayetlerin önüne geçmek için beyin bu yönde evrimleşmiştir. Evrim teorisi, yardımlaşma ve iş birliği gibi davranışların, grup içindeki bağları güçlendirdiğini ve dolayısıyla hayatta kalma ve üreme şansını artırdığını öne sürer. Vicdan azabı gelişir ve daha sosyal yaratıklar olmaya başlarız. Hayatta kalırız. Vicdan azabı da birinin başka birine zarar vermesi veya onun haklarını ihlal etmesi durumunda hissettiği suçluluk ve pişmanlık duygusu, sosyal ilişkilerdeki dengenin korunmasına ve grup içindeki uyumun sağlanmasına hizmet eder. Buna benzer bir yazıyı geçen aylarda “Evrim Ağacı” sitesinin blog yazarlarından birinde şans eseri gördüğümü hatırlıyorum. Tabii ki yazı benim anlayamayacağım kadar bilimseldi ve bir sürü terim içeriyordu. Bende ne yazık ki yetersizliğimden dolayı sadece bu basit kısmını hatırlıyorum ve bu kadar yazabilirim. Bence vicdan azabını yeterince iyi tanıdık, şimdi gelelim Suç ve Ceza’ya. Kitaptaki yan karakterleri incelemeyle başlıyorum. Porfiry Petroviç karakteriyle başlayacağım. Porfiry bana Hercule Poirot’u hatırlattı. Raskolnikov'un suçunu çözmek için psikolojik taktikler ve entrikalar kullanıyor. Raskolnikov üzerinde baskı kurup onu suçu itiraf etmeye yönlendiriyor ve başarılı oluyor diyebiliriz. Bunu yaparken kullandığı akıl oyunları çok iyi. Ayrıca Raskolnikov’u anlamaya çalışıyor, onun psikolojik çatışmalarına empatiyle yaklaşıyor ve oldukça da saygı duyuyor. Hatta az ceza alması için yardımcı bile oluyor. Çok kral adam. Anlayışlı biri. Hukuki adalet anlayışı, suç işleyenleri sadece cezalandırmakla kalmaz, aynı zamanda onların içsel dünyalarını anlamaya ve onları daha iyi bir insan olmaya yönlendirmeye çalışır. Ayrıca üstün insan teorisine saygı duyan ve biraz mantıklı bulan biri. İkisi arasındaki tartışmalar oldukça iyi yazılmış. Benim en sevdiğim kısımlar oldu. İnsanı adalet kavramını sorgulamaya itiyor. Okuyucuyu düşündüren karakterleri hep sevmişimdir. Şimdi Dunya karakterini inceleyeceğim, kendisi Raskolnikov’un kız kardeşi oluyor. Güçlü bir iradeye ve kararlılığa sahiptir. Ailesinin maddi sıkıntılarına rağmen, çalışarak ve çaba göstererek ailesine destek olur. Toplum içinde saygın bir yere sahip olma arzusunu taşıyor. Toplumun beklentilerine uyum sağlamak ve saygın bir kişi olmak için çaba gösteriyor fakat bu durum onu kendi bireysel mutluluğundan mahrum kalmasına sebep oluyor. Dunya karakteri, roman boyunca Raskolnikov'un içsel çatışmalarını ve yaşadığı zorlukları anlamak için önemli bir rol oynar. Onun fedakarlığı ve koruyuculuğu, Raskolnikov'un kendisine olan güvenini arttırıyor, yani Raskolnikov için oldukça değerli biri hatta onun en yakını diyebiliriz. Kendisi Raskolnikov’un içsel çatışmalarını anlamaya çalışıyor ve baya baya çabalıyor fakat çok da başarılı olamıyor, Raskolnikov kendini toplumdan ve ailesinden soyutladığı için başarısız oluyor. Dunya karakterinin de kendine ait içsel çatışmaları ve dertleri var. Peşinde, ona saplantılı derecede âşık iki kişi var.: Ivanoviç Svidrigailov ve Pyotr Petroviç Luzhin. Luzihn karakteri Dunya’ya âşık falan değil aslında, ilişki istemesinin sebebi tamamen kendi çıkarlarına dayalı, kadınlarla arasındaki ilişki çift taraflı değil, hep tek taraflı olmuş birisi. Dunya ve ailesinin parasında gözü var. Kendisinden nefret ederim, şerefsiz ve karaktersizin önde gideni. Ondan, roman boyunca öyle bir nefret ettim ki anlatamam. Sonya’ya iftira attığı kısımlarda, Sonya’ya çok üzülmüştüm. Bu adam, adam bile değil. Kendisi romanda, insan doğasının ikiyüzlülüğünü ve yapaylığını temsil eder. Kitabın en çok bu özelliğini sevdim, toplumsal sorunları bireysellik ile kusursuz bir şekilde ele alıyor ve harika alegorik anlatım içeriyor diyebilirim. Raskolnikov da tıpkı benim gibi Luzihn’den nefret eder. Luzihn’in amacını biliyordur ve ikisi sürekli rekabet halindedir çünkü Dunya’nın en değer verdiği şey abisidir. Luzihn, sırf Raskolnikov’a zarar vermek için Sonya’ya iftira atar. Birde Svidrigailov var, bu eleman çok garip. Tamamen arzularıyla hareket eden saplantılı, sapkın, sapık herifin teki. Kendisi Dunya’ya aşık falan değil, kafayı ona saplantılı derecede takmış. Onun ki bir hastalık. Aşk falan değil. Manipüle ve kontrol manyağı biri. Sanırım toplumun ahlaksız bozukluğunu ve günahları temsil ediyor. Ayrıca, Raskolnikov’un suçlu olduğunu bildiği halde sırrını saklamıştı. Aslında şimdi düşündüm de Svidrigailov bir “olağanüstü” insan. Raskolnikov’un terimi ile “olağanüstü”, Nietzsche’nin terimi ile “üstün” bir insan. Kendi arzularına göre hayatını sürdüren, toplum ve din benzeri hiçbir ahlaki kurala veya etiğe inanmayan biri. Ayrıca kendi özgürlük anlayışı var. Dunya tarafından reddedildikten sonra kendi kafasına sıkıyor. İşte bu tam bir “üstün insan”, Raskolnikov sıradan biri olduğu için böyle cesurca ve özgürce bir sonu yaşayamaz, o hapse düşer. Raskolnikov ile alıp veremediğim falan yok, kendisini severim ama keşke o da kendini öldürseydi, karaktere daha uygun bir son olurdu. Sonuçta o kendi kavramının tam ortasında kalan biri. Bu acı sonla üstün insan olduğunu kanıtlamış olurdu ama ne yazık ki yapamadı. Neyse biz Dunya ve aşıklarına geri dönelim. Birde Razumihin var. Razumihin romandaki en normal karakter diyebiliriz aslında; kendisi melek gibi adam. Ayrıca Rodion’un sadık dostu hem de çok çok sadık biri, herkese öyle bir arkadaş lazım. Fikir ve kafa yapısı olarak birbirlerine çok uzak olmalarına rağmen, Rodion suçu itiraf ettikten sonra bile arkadaş kalmışlardır ve onun savunmasını yapmıştır. Gergin ve atışmalı sahnelerde hep üçüncü kişi olmuş ve ortamı yumuşatan, hafifleten kişidir acayip cana yakın biri. Onunla tanışmak isterdim. Adalete oldukça bağlı biridir ve hümanist biri, o da Dunya’ya aşık. Dunya’ya aşık olanlar arasında en normal olanı o diyebilirim, ona gerçekten derin bir sevgi besleyen tek kişi o ve sonuç olarak evlendiler. Sıra geldi Raskolnikov’a. Sonrasında bir iki yorum yapıp incelemeyi bitireceğim. Ben kitabı oldukça beğendim. İlk okuyuşumda ablam zorla okutmuştu o zaman da beğenmiştim ama nefret etmiştim. İsimleri okumak zor gelmişti. Ayrıca karakterlere bir kısa isimleri ile bir tam isimleriyle seslendiklerinde her defasında “bu kimdi lan” diyordum. O sorunu çözmüşüm şimdi zorlanmadım. Kitabın hep sonunu zayıf buluyorum. Ben Raskolnikov’un intihar etmesini isterdim. Kitabın atmosferi çok iyi. O kasvetli Rus havası çok iyi işleniyor, özellikle sokaklar. Ben nedense Raskolnikov’un sokaklarda yürüdüğü sahnelerde güzel ürperdim, o karamsarlığı iliklerime kadar hissettim. Kitaptaki yan karakterler de gayet yeterliydi, hatta olması gerektiğinden de fazlasıyla iyiydi. Kitabın başrol karakteri Rodion Raskolnikov, oldukça yakışıklı, uzun boylu, kahve rengi saçlı ve güzel, parlak koyu gözlü biri olarak tasvir ediliyor. Kendisi bir hukuk öğrencisi, eğitimini yarıda kesiyor çünkü geçim sıkıntıları yaşıyor. Ayrıca hayata ve diğer insanlara karşı soğuk bir bakış açısı var ve tam bir asosyal. Aynı bizim Alperen(yakın arkadaşlarımdan biri) gibi. Kendisi asosyal ve insanlara soğuk olmasına rağmen, bir o kadar da sıcakkanlı aslında. Ayrıca kendisi oldukça iyi bir insan, hatta şefkatli, hayırsever ve yeterince empati yapabilecek kadar vicdanı olan biri, kısaca Raskolnikov çok iyi bir insan. Şimdi bana soracaksınız, “Cinayet işlemiş birine nasıl iyi bir insan diyorsun ?” O zaman Raskolnikov’un cinayeti işlemesindeki motivasyona bakalım; Kendisi maddi zorluklar çekiyor ve tefeci bir kadını öldürüp parasını çalmak istiyor, ve böylece ekonomik olarak rahatlayacak ve eğitimine devam edecek. Tek motivasyonu bu değil. Ayrıca kendisi, tefeci bir kadının ölmesinin çevresine fayda sağlayacağını düşünüyor. Ben bu düşüncesini Faydacı Ahlak kavramına benzetiyorum. Kısaca bu ahlak anlayışını size açıklayayım. Faydacı ahlakın temel prensibi, "en fazla faydayı sağlayan eylem en doğru olanıdır." Bu bakış açısıyla karar verilir. Hatta klasik bir Faydacı Ahlak örnek sorusu vardır. “Bir terörist şehre bir yere bomba yerleştirmiş. Terörist sorguda hiç konuşmamış. İşkence yapılmış saatlerce sorgulanmış fakat bombanın yerini söylememiş. Bu suçlunun bir çocuğu veya bebeği var. Bombanın yerini öğrenmek için suçsuz masum bebeğe işkence eder misin ?” Evet, işkence etmelisin. İşte bu Faydacı Ahlak. Bu kavrama göre, bir eylem doğru veya yanlış olarak kabul edilirken, o eylemin sonuçları ve bu sonuçların topluma sağladığı fayda veya zarar göz önünde bulundurulur ve ona göre hareket edilir. Faydacı Ahlak kavramına inanan bir iki Marvel karakteri var hatta bilen bilir, Punisher karakteri suçluların suçu ne olursa olsun onları öldürmeye yönelik bir inanca sahiptir. Bence de en mantıklısı bu, ben de kararlarımı böyle alırım. Çevreme ve arkadaşlarıma en büyük faydayı ne sağlıyorsa o eyleme yönelirim. Fakat bu kavramla ters düştüğüm yer bireysellik kısmı. Bu kavrama göre çıkarlarına göre davranmamalısın fakat ben arkadaşlarımın çıkarlarına göre hareket ettiğimden dolayı kişiselleştiriyorum ve burada bir zıtlık yatıyor aslında. Raskolnikov’da burada tıpkı benimkine benzer bir şekilde çelişiyor aslında. Toplum için fayda sağlayacağına inanıyor, kendini böyle inandırmış ama paraya ihtiyacı olduğu için cinayet işliyor. Bu yüzden Raskolnikov’a ısınamamıştım, kendisi katil ama hırsız bir katil, bu bana ters düşüyor işte. Ta ki kitabın 322’nci sayfasına gelene kadar. Bu sayfada Raskolnikov arkadaşı Razumihin ve cinayeti araştıran dedektif Porfiry Petroviç ile konuşuyor. Bu sohbet daha çok Porfiry, Raskolnikov’un üstüne gidiyor(her zaman ki gibi) Benim kitaptaki en sevdiğim karakter oldu. Raskolnikov ve Porfiry’nin harika ikili atışmaları ve çatışmaları çok iyi yazılmış. Kitap boyunca Porfiry katilin Raskolnikov olduğunu biliyor fakat kanıtlayamıyor, onun acı çektiğini de biliyor, elinden geldiğince psikolojik baskılar yapıyor ve onun teslim olmasını sağlıyor. Neyse biz sayfa 322’ye geri dönelim. Üçü arasında geçen sohbette tabii ki ikili yine atışıyor, Raskolnikov’un hayat felsefesini bu sayfada öğreniyoruz. Raskolnikov’a göre insanlar ikiye ayrılır. “Sıradanlar” ve “olağanüstüler” “Sıradanlar”, genellikle sınırlı düşüncelere sahip, toplumun genel kabul görmüş değerlerine uyan ve bu değerlerle uyum içinde yaşayan kişilerdir. Bu insanlar, toplumun belirlediği ahlaki normlara göre davranış sergilerler ve öyle olmak zorundadır. “Olağanüstüler” ise toplumun genel kabul görmüş değerlerine uymak zorunda hissetmezler. Olağanüstü insanlar, kendi ahlaki yargılarına ve hedeflerine göre yaşarlar ve bu nedenle genellikle toplum tarafından anlaşılmazlar veya dışlanırlar. Raskolnikov kendini bu kategoriye dahil eder ve kendisini Napolyon gibi "olağanüstü" bir insan olarak görür. Kendisini olağanüstü bir insan olarak gören Raskolnikov, kendini toplumun ahlaki normlarına uymak zorunda hissetmez. Bu nedenle, suç işlemesi gerektiğini düşünür çünkü ona göre, bu suç işleme eylemi, toplumun "sıradan" insanlarını etkilemeyecek ve onun "olağanüstü" potansiyelini açığa çıkaracaktır. Güzel bir alıntıya yer vereceğim ki Raskolnikov’u biraz daha iyi anlayabilelim. Kepler ya da Newton’un buluşlarını, çeşitli kombinezonlar yüzünden bu buluşların açığa çıkmasına engel olan, bunların yolunu tıkayan bir, on, yüz ya da daha çok kişinin hayatları feda edilmeden insanlık öğrenemeyecekti diyelim. Bu durumda bence, buluşunu tüm insanlığa iletebilmek için Newton’un bu on ya da yüz kişiyi ortadan kaldırmaya hakkı vardı, hatta bu onun için bir zorunluluktu. Sayfa 323 Biraz faşistçe bir düşünce gibi dursa da aslında tehlikeli olduğu kadar da yararlıdır ve iyi tarafları da var. İnsanın bireysel özgürlüğünü keşfetmesini sağlar. İnsanı düşünmeye ve sorgulamaya iter. İnsanların sınırlarını zorlamalarını ve kendilerini en iyi şekilde gerçekleştirmelerini teşvik eder. İnsanların içindeki potansiyelin ortaya çıkmasına büyük bir katkı sağlar. Bir insanın başına gelebilecek en kötü şey kesinlikle tam potansiyeline ulaşamamasıdır, hele ki potansiyelinin farkındaysa ve harcanıyorsa, bunu bilmek ve bir şey yapamamak kadar acı bir şey olamaz. Bu bakış açısını bu yüzden seviyorum, insanların hayallerine kavuşmasını kolaylaştıran ve cesur bir bakış açısı sunan bir düşünce. Hayalleri ve ulaşılamayan potansiyelleri konu alan mükemmel bir film öneriyorum. “Uzak”filmi kesinlikle izlenmesi gereken bir film. Nuri Bilge Ceylan’ın en iyi filmi. Konudan sapmaya başladım hemen tekrar dönüyorum. “Olağanüstü insan” fikri, sıradan kalıplara ve sınırlayıcı düşünce biçimlerine meydan okur. Bu kavram, insanların yaratıcı ve yenilikçi düşünmelerini teşvik eder ve topluma yeni fikirler ve perspektifler kazandırabilir. Bu tarz iyi yanları var fakat bireysellikte çok iyi bir şey değil. Sonuçta bir toplum içinde yaşıyoruz ve bu düşüncenin toplumsal sonuçları sert olabilir, Tıpkı “Fight Club” örneğim gibi. Demin vicdan azabını anlatırken Nietzsche’den bahsetmiştim, Dostoyevski bu “Sıradanlar” ve “Olağanüstüler” teorisini kesinlikle ama kesinlikle Nietzsche’den esinlenmiş. Nietzsche’nin hayat felsefesine göre insanlar ikiye ayrılır. “Sıradanlar” ve “Üstün insanlar” Evet tanıdık geldi mi :) Nietzsche’ye göre, iyi ve kötü kavramları, zayıf ve güçlü olanın birbirine karşıtı olarak değil, tarihsel olarak belirlenen normlar ve değerler üzerinden belirlenir. Bir iki madde de özetleyeceğim olayı. Ona göre dini değerler, insanın özgürlüğünü kısıtlayan ve yaratıcılığını engelleyen değerlerdir. Dini değerlere sıkı sıkıya bağlı olan biri tam potansiyeline ulaşamaz. Üstün insan, toplumun sınırlayıcı normlarından sıyrılarak kendi özgün değerlerini ve amaçlarını belirler. Üstün insan, kendi yaşamını yaratıcı bir güç ve irade ile şekillendirir. Bu birey, kendine belirlediği hedeflere ulaşmak için gereken güç ve iradeye sahiptir. Başarmak için her şey mübahtır. Üstün insan, toplumun ve sıradan insanların ötesinde bir bireydir. Onun ahlaki değerleri ve amaçları, toplumun değerlerinden ve normlarından bağımsızdır ve üstündür. Nietzsche, bu fikirlerinden dolayı oldukça tartışma yaratmış ve toplum tarafından bencillikle suçlanmış biri. Bence bu teorisi bir noktaya kadar kabul edilebilir ve oldukça yararlıdır. Raskolnikov’a dönelim. Raskolnikov’da aslında bu yüzden vicdan azabı çekiyor. Napolyon gibi büyük bir iradeye sahip olamadığını anlıyor ve sıradan insan olmak onu bu vicdan azabına itiyor. Kendine has etiklere sahip olan Raskolnikov, bu etik kurallarından dışarıya çıktığından dolayı vicdan azabı çekmeye başlıyor. Hatta bir noktada intihar etmeye kalkıyor fakat sıradan biri olduğu için cesaret edemiyor, o noktada vicdan azabı daha da artıyor. Ayrıca Raskolnikov, bu suçun çevresine olan zararını da fark ediyor ve bu da onu vicdan azabına itiyor. İşlenmesinin toplumda yarattığı kargaşa, suçun etkilediği diğer kişilerin acıları ve suçun ağırlığı, Raskolnikov'un vicdanını sarsıyor. Cinayet işlediği için vicdan azabı çektiğini sanırız ama aslında onu bu işkenceye iten şey sıradan biri olmasıdır. Ayrıca kendisi fakir fukara biridir; yani aslında hayli sıradan bir insandır. Ama kendini üstün biri olduğuna o kadar inandırır ki sonrasında gerçekler üstünden bir kamyon gibi geçer. Ama kendisi sıradan olduğu kadar da üstün biridir; sonuçta kendini toplumun ahlaki fikirlerinden soyutlar ve dini etiklerden uzak biridir. İçsel çatışmaları, ahlaki düşünceleri ve suç işleme eylemi gibi özellikler onu sıradan bir karakterden farklı kılar. Ayrıca, onun karmaşık kafa yapısı ve felsefi görüşleri, sıradan bir bireyin sahip olmayacağı derinlikte bir iç dünyayı işaret eder. Dolayısıyla, Raskolnikov'un sıradanlığı veya olağan dışılığı konusunda kesin bir yargıya varmak neredeyse imkânsızdır; yorumlamaya çok açık. Bence ikisinin ortasında bir yerlerde. Bu yüzden sonu zayıf buluyorum. Böyle kaliteli bir Anti-Kahraman yazıp da nasıl böyle bir son yazarlar aklım ermiyor. Karaktere mantıklı bir sonmuş gibime gelmiyor bu mutlu son. Sonuçta bu bir çocuk masalı değil. Yine de Raskolnikov’u çok seviyorum, ona çok bağlandım. Kendi kendine iç konuşmaları, monologları ve olayları kafasında tartıp biçmesi, en ufak durumlarda bile hesap kitap yapmasından dolayı ona çabuk bağlandım. Tabii ki suçu işledikten sonra biraz paranoyaklaşıyor. Bu tarz yazılan karakterleri seviyorum, bana kendimi hatırlatıyorlar. Empati yapmamı kolaylaştırıyor, hem de kendim de sık sık iç konuşma yapan biriyim. Olayları tartmak ve değerlendirmek önemlidir, sonraki hamlem hep planlı olmalı. Christopher Nolan'ın yönetmenliğini ve senaristliğini üstlendiği ve Heath Ledger'in canlandırdığı, "The Dark Knight" filmindeki Joker karakterinin dediği gibi, "Her şey plana göre gittiğinde kimse paniklemiyor. Plan korkunç olsa bile..." Şimdi dini sembolizasyon yorumlamalarımı yapacağım. Kitaptaki Raskolnikov ve Hz. İsa arasındaki paralellik çok iyi işlenmiş, bu paralellikleri inceleyelim. Raskolnikov'un hikayesi, başlangıçta kibirli ve bencil bir karakter olarak başlar, ancak sonunda suçunu itiraf ederek ve Sonya aracılığıyla vicdanını temizleyerek bir tür kurtuluşa ulaşır. Bu, Hz. İsa'nın insanlığın günahları için kendini feda etmesi ve insanların kurtuluşu için acı çekmesiyle paralellik gösteriyor. Kitaplardaki en sevdiğim paralelliktir bu, "Tehlikeli Oyunlar" incelemesinde de belirttiğim gibi. İsa'yı seviyorum, kendisine inanmıyorum, aslında hiçbir peygambere inanmıyorum ama insan gibi basit bir varlığın peygamber veya Tanrı gibi yüce bir kavramla paralellik göstermesini olayını çok seviyorum hatta bayılıyorum. "Tehlikeli Oyunlar"daki "Son Yemek" bölümü beni çok etkilemişti. Neyse, Raskolnikov ve İsa arasındaki paralelliklere tekrar dönelim. Raskolnikov, suç işledikten sonra ruhsal bir çöküntü yaşar, ancak sonunda itirafta bulunarak ve Sonya'nın yardımıyla ruhsal iyileşme sürecine girer. Bu, Hz. İsa'nın diriliş ve yeniden doğuş temasıyla paralellik gösterir. Sonya karakteri de İsa’yla paralellik gösteriyor. Sonya, roman boyunca dini bir figür olarak tasvir edilir ve İncil'deki bazı karakterlerle benzerlik gösterir. Örneğin, Sonya'nın fedakarlığı ve iyilikseverliği, İsa'nın öğretilerine paralellik gösterir. Ben Suç ve Ceza’ya 8/10 veriyorum. Kitap hacimli olduğu kadar akıcıydı da. Bu yüzden böyle yüksek puan almayı başardı. Genelde hep yedi veririm. Nadiren böyle yüksek puanlar veriyorum ve Suç ve Ceza o nadir kitaplardan biri oldu. Cümle biraz megalomanca gibi duruyor gibi geldi bana. Neyse, inceleme bitti. Okuyan herkese teşekkür ediyorum. Buraya kadar okuyan yoktur bence ama yine de teşekkür edeyim :) Ha birde bu sefer yazım ve imla hataları yapmadım. Yazdıktan sonra yapay zekâ ile otomatik oladak imla hatalarını düzettim. Herhalde teknoloji hata yapmaz. En nefret ettiğim şey kolaya kaçmaktır aslında ama şu noktalama işaretlerini başımı çok ağrıtıyor. Bundan sonra böyle.
Suç ve Ceza
Suç ve CezaFyodor Dostoyevski · Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları · 2022159bin okunma
·
358 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.