Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

2007 yılında, Salzburg’un merkezine kurulmuş bir fuarın gece bekçiliğini yaparken tanışmış olduğum bu kişinin adı Mansur idi ve aslen Yemenli bir mülteci idi. Onu daha evvelden de görüyordum, ancak kim olduğunu bilmiyordum. Mansur, Salzburg merkezinde ne kadar bina varsa akşamdan sabaha kadar defalarca volta atarak elindeki cihazla bu önemli binaların kapılarının kapalı olup olmadığını ya da açılıp açılmadığını kontrol ederdi. Yıllardan beri Salzburg’da idi. Her gün akşam 7 gibi işe başlayıp sabah 7’ye kadar aynı şekilde gece bekçiliği yapardı. Bir süre şehir merkezine kısa süreliğine kurulmuş olan fuar ve festival alanının gece bekçiliğini yaptım. Akşam 7’den sabah 7’ye kadar fuar ve festival alanının etrafında dolanıp bekçilik yapıyordum. İkinci akşamdan sonra özel üniforma ile orada çalışırken, benzer üniformaya sahip Mansur ile selamlaştık ve tanıştık. Ben onun yabancı olduğunu anlamıştım, o da benim. Anladığımız şey sadece yabancı olduğumuz da değildi sanırım ki selamı yabancı değildi. Selamlaştıktan sonra tanışarak bir bankın üzerine oturduk. Saat gece yarısının bütün akreplerinin zehrini almıştı. Meydanda bir ben bir de Mansur yel kovalıyor ve bekliyorduk. “Yemenli bir mülteciyim,” diye söze başladı. “Burada bekçilik yapıyorum. Öyle senin gibi kısa süreliğine değil tam 8 yıldır bu mesleği yapıyorum ve sanırım yapmaya da devam edeceğim. Mozart’ın doğduğu evi de, banka binalarını da, iş yerlerini de, bazı diğer belediye binalarını da ben kontrol ediyorum ve güvenliğini sağlamaya çalışıyorum. 10 yıl evvel buraya iltica ettim. Yemen’de çıkmış bilmem kaçıncı bir iç savaştan kaçıp buraya yerleştim. Karımı ve o zamanlar yeni dünyaya gelmiş bir çocuğumu öldürdüler. Bir kızım hâlâ orada. Ben buraya iltica ettikten sonra evlendi. Onu tam 10 yıldır göremedim. Belki kısmet olur da dönebilirsem ailemden geriye kalan kızımı görürüm. İşte son 8 yıldır da burada bu işi yapıyorum. Güneş ışığını neredeyse unuttum. Mülteci olduğum ve doğru dürüst bir mesleğim olmadığı için yapabileceğim tek makul iş bu. Geceleri volta atarken bütün yaşadıklarımı karanlığa gömüyorum. 8 yıldır ben gömmekten bıktım, gece, gömdüklerimi bağrına basmaktan, gömdüklerimi defnetmekten bıkmadı. Her gece Yemen’deki düğünümüzden sonra, türlü müzikler ve sevinç naraları arasında karımla evimizin avlusuna adım atışımız aklıma geliyor. İlk çocuğumuzun oluşunu da hiç unutmuyorum. Ancak hiç unutamadığım bir şey var ki o da ikinci çocuğumla beraber karımın bazı milisler tarafından öldürülmesidir. İkinci çocuğumuzun dünyaya gelişinden kısa süre sonra zaten alevlenmiş olan iç siyasi durum patlak verdi ve olayların başlamasıyla beraber evimize baskın yapılması sonucu hem karımı hem de yeni dünyaya gelmiş çocuğumuzu öldürdüler. Ben ve kızım o sırada evde değildik. Geceleyin aniden rahatsızlanmış olan kardeşimin evine gittik ve kısa sürede evimize geri dönecektik. Ortalık karışıktı ancak kimsenin evlere kadar girip kadınları, çocukları öldüreceği aklımıza gelmezdi. Kardeşimin aniden ağır bir şekilde rahatsızlandığı haberini aldık. Kızımı da yanımda götürdüm. Götürme sebebim şuydu: Olur ki milisler bizi yolda görürlerse daha inandırıcı olur diye düşündüm. Tek çıksaydım belki de beni sokak ortasında öldürürlerdi. Nitekim kardeşimin evine giderken birkaç kez yolumuz kesilip nereye gittiğimiz soruldu. Biz de doğru olan neyse onu söyledik ve bize dokunmadılar.” Mansur sanki 8 yıldır konuşamamıştı. Selam verecek kimseyi bulamamıştı. Yarı Arapça, yarı Almanca konuşuyordu. Bir şekilde anlaşıyorduk. Tam 8 yıldır sükût orucu tutan birinin iftarı nefessiz olurdu, ben de işitme soframı onun için sermiştim. O sofranın hurması selamımızdı. Mansur’a biraz su ikram ettim. Bir de yanımda getirmiş olduğum soğuk kahvem vardı, onunla paylaştım. O mahzun, mazlum ve inanılmaz halis bakışlarını kelimelerine katarak iftar sofrasındaki sohbetine devam etmek istiyordu. Geceyi beklemeye devam ediyorduk. Ancak gece, bizim kilitlerimizi açmaya çalışıyordu. Mansur, derin bir nefes alarak devam etti: “Dediğim gibi bize dokunmadılar ve kardeşimin evine gittik. Kardeşimde bazı kronik rahatsızlıklar vardı. Karısı ve üç çocuğuyla beraber derme çatma bir yerde yaşıyordu. Karısı bazen kahve tarlalarında çalışıyordu, bazen de bizler ekmeğimizi onlarla bölüşüyorduk. O gece bir süre kardeşimin yanında kalarak daha evvelden de tecrübe yoluyla bildiğim bazı tedavi yollarına gittim, ya da en azından acılarını dindirmeye çalıştım. Sonra kızımla evin yolunu tuttuk. Ertesi gün sabah tekrar onlara gidecektik ancak kendi evime gitmeliydim çünkü karım ve yeni doğmuş oğlum evde bizi bekliyorlardı. Yolda yine türlü sıkıntılarla karşılaştık. Evimize doğru yaklaştığımızda mahallemizden dumanlar çıkıyor, ateşten alevlere bazı feryatlar eşlik ediyordu. Kalbim duracak gibi oldu ancak karımın ve çocuğumun ölmüş olabileceğine imkân veremiyordum. Daha evvelden beş çocuğumuz doğduktan hemen sonra ölmüştü. En büyük çocuğum işte o zaman yanımda bulunan ve şimdi evli olan kızım idi. Kızımdan sonra beş çocuğumuz doğduktan hemen sonra bazı hastalıklardan öldüler. Yeni dünyaya gelmiş olan oğlum henüz bir haftalık idi ve sağlıklıydı. Allah’a her gün şükrediyordum. İlk bir hafta yanından ayrılmamıştım. İlk gün sanki o da ölecek gibi bir his vardı içimde. İkinci gün içimdeki his onun yaşayacağı yönündeydi ve kulağına ezanla beraber adını okumuştum. Adını Abdullah Hüseyin koymuştuk. Bir hafta boyunca her şey yolunda gitmişti ve şükürler olsun oğlum hâlâ yaşıyordu. Ancak dediğim gibi eve yaklaştıkça bazı şeylerin ters gittiğini düşünmeye başladım. İçimi feci bir korku ve tarifi zor bir endişe kapladı. Evimizin olduğu sokağa girdiğimizde arka sokaklardan çatışma sesleri geliyordu. Bizim sokaktaki bazı evlerin avlusundan dumanlar yükseliyordu. Evin önüne geldiğimizde kapımızın açık olduğunu fark ettim. Titreyerek içeri koştuğumda karımın ve kundaktaki oğlumun kurşunlanmış bedeniyle karşılaştım. Kızımın çığlığı belki geceyi bile ürkütmüştür. Benim nutkumun tutukluğu belki güneşi bile doğdurmamaya yeterdi. Savaşın da bir ahlâkı vardı. Artık savaşmanın ve dövüşmenin de ahlâkı kalmadı. Mahallemize pervasızca girip düşman arayan milisler ailemi öldürmüştü. Ne yapacağımı, ne edeceğimi bilemedim. Tarifi zor bir suskunluk içreydim. O gün bugün aslında sadece susuyordum. Şimdi nasıl olduysa seninle bunları konuşuyorum. Allah senden razı olsun, anlatınca biraz olsun ferahladım sanki.” O suskunluğunu bozmuştu, benim bozacak bir suskunluğum yoktu. Olsa olsa terbiye edecek bir parça nutkum vardı. Mansur gece boyu anlatmaya devam etti. Çocuğunu ve karısını nasıl defnettiğini, ertesi hafta milislerin, onun ve hayatta olan kızının nasıl peşine düştüklerini, kızını orada birilerine emanet edip nasıl Avusturya’ya geldiğini anlattı. Biz, geceyi ve ölümlü kentin fâni binalarını beklemeyi bir süre terk etmiştik. Mansur tüm kilitlerini sökmüş, kaderinin tüm kapılarını açmıştı. Bekçiliğini yapacağımız belki de bir tek şey vardı. O bir tek şeyin sırrı da bizde gizliydi. Mansur’a yıllardan beri her gece önünden defalarca geçerek kontrol ettiği Mozart’ın doğduğu evde yaklaşık üç buçuk asır evvel geçen hikâyelerden haberdar olup olmadığını sordum. Mozart’ın hikâyesini bilmiyordu, bilmesini de beklemiyordum. Sonra da oğlunu ve karısını nereye defnettiğini bilip bilmediğini sordum. Mezarlarını biliyordu ve bir gün dönüp onları mezarlıkta ziyaret edecekti. Karısının ve oğlunun Cennet ile mükâfatlandırılacağına inancı sonsuzdu. Saat epey ilerlemişti. Gecenin karanlığı yarılmış, ışık ikiye ayrılmış, dimağımızdan hikâyemiz fışkırmış ve her şey açığa çıkmıştı. Işık ikimize yatay olarak vuruncaya değin konuşmuştuk. İftarın yerini sahur almıştı. Fecr-i Sadık yaklaşınca sabah namazını kılacağını sonra sabah saat 7’ye kadar son kontrollerini yapıp eve gideceğini söyledi. Biraz gözyaşı dökmüştü, gözyaşı abdest bozmazdı. Mansur ayrılırken, “Mozart’ın hikâyesini herkes bilebilir, benim hikâyemi şimdilik sadece sen biliyorsun,” dedi. Ben de ona Yahya Kemal’in “Ölüm, yabancı bir âlemde bir geceyse bile, tahayyülümde vatan kalsın eski hâliyle” mısralarını söyledim. Sarıldık, dualaştık, dirildik. O ayrıldıktan sonra etraftaki kiliselerden çan sesleri işitiliyordu. Abdullah Hüseyin’in kulağına okunan ezanı hatırlayarak dimağımdan birkaç damla kan döktüm hokkama. Yıllar sonra hokkamın kapağını açıp divitimin ucunu daldırdım ona. Asra yemin olsun ki insanlık kârda değildir. Asra yemin olsun ki modern çağın ruhu yoktur, bedeni vardır.
·
51 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.