Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Adalet, hak, hukuk nedir? Sorusuna:
İstanbul'un fethinden sonra Fâtih, umümi bir af ilan etmiş ve Bizanslı mahkûmları serbest bırakmıştı. Bunlar arasında iki alim filozof papaz da bulunuyordu Fâtih, onlara cezalarının sebebini sordu. Onlar da: "-Biz, Bizans'ın en ileri gelen papazları idik. Kralın zulmün den, işkencelerinden, yaptığı rezålet ve sefähatten dolayı kendisini ikáz ettik. Ákıbetinin kötü, yıkılışının yakın olduğunu ve devletinin çökeceğini söyledik. O da, bu ikâzımıza kızarak bizi zindana attırdı." dediler Bu ifadeler, Fatih'in dikkatini çekti. Papazlara, Osmanlı Devleti hakkındaki düşüncelerini sordu. Onlar da, ancak bir müddet sonra kanaatlerini bildireceklerini ifade ettiler. Papazlar, ellerindeki berât ile her yere girip çıktılar. Sabahın erken saatinde bir bakkala giderek bir şeyler almak istediler. Bakkal onlara: "-Ben siftah yaptım. Siftah yapmayan komşumdan alın!" dedi. En kalabalık ve ıssız yerlere kadar her tarafı dolaştılar. Herkesle sohbet ettiler. Bütün halkın, yalnız iyilik ve ahlâki üstünlük sergileyen hâllerini müşâhede ettiler. Bir çarşıya girdiler ki, o esnāda ezân okunuyordu. Esnaf, dükkânını kilitlemeden câmiye gidiyordu. Hiç kimse, bir başkasına haset etmiyor ve kıskançlık beslemiyordu. Sanki herkes, birbirinin te'minatı altında idi. Namazı, huzur içinde ve âdeta son namazlarını kılıyormuş gibi ikāme ediyorlardı. Kimse kimsenin hakkını yemiyor, birbirini kırmıyordu. Kimse, kul hakkıyla kıyamet günü Meula'nın huzûruna çıkmak istemiyor du. İstisnāsız herkes, Allah rızasını düşünüyor, Allah rızası için konuşuyor, Allah rızası için yaşıyordu. Sultanın ömrü ve ordusunun muzafferiyeti için dua ediyorlardı. Cemiyet, ince ruhlu, rikkat-i kalbiyye sahibi, derin insanlarla doluydu. Papazlar, bu halleri görüp şaşkına döndüler. Kaç şehir dolaştıkları hâlde, mahkemelerde ağır cezalık bir dāvāya rastlamadılar. Hırsızlık, katil, ırza tecavüz, dolandırıcılık -âdeta- meçhüldü Bir muhakeme onların çok dikkatini çekti. Hayret içinde kaldılar. Kadı efendiye bir dāvācı ve dāvālı gelmişti. Dâvâcı, şöyle bir mesele arz etti: *-Efendim, bendeniz bu dîn kardeşimin falan tarlasını satın aldım. Ekin için çift sürerken, orada altın dolu bir küpe rastladım. Küpü alıp, tarlasını satın aldığım bu kardeşime götürdüm: -Buyur, bu senindir; al!» dedim. O da: -Ben bu tarlayı altı ve üstü ile sattım!.. Artık bana helâl olmaz!..» deyip kabul etmedi. Halbuki toprağın altından bu küpün çıkacağını bilse satmazdı." Kadı efendi, öbür kişiye söz verdi. O da: "-Durum aynen kardeşimin arz ettiği gibi vâkî oldu. Fakat, ben ona tarlayı satınca, altı ve üstü hepsi içine girer düşüncesindeyim. Nasıl üstündeki mahsülden bir hakkım yoksa, altındakinden de öyledir!.." dedi. Papazların hayretle temâşa ettikleri bu durum, kadı efendi için tabiî bir hadise idi. İslâm'ı hakkıyla yaşayan bir toplum için bu, en tabii bir hâldi: Kadı, bu iki gerçek müslüman arasında hüküm vermekte güçlük çekmedi. Birinin salih bir oğlu, diğerinin de saliha bir kızı olduğunu öğrenince, ikisine aracı oldu. Tarafeynin rızası ile bu iki gencin nikâhlarını kıydı. O, bir küp altını da, onların düğün ve çeyiz masraflarında harcattırdı. Burada, yaşanan bir İslâm anlayış ve adâleti sergileniyordu. Papazlar, bütün bunları gezip gördükten sonra, hava kararırken kızlarını bir medreseye gönderdiler. Kızlar, kapıyı açan gençlere: "-Hava karardı, yolumuzu kaybettik. Bizi bu gece misafir eder misiniz? Çaresiziz..." dediler. Talebeler, düşünüp taşındılar, nihayet kendi odalarını bu iki kıza verdikten sonra, araya bir perde gerip mangal başında sabahladılar. Sabahleyin de kızları yolcu ettiler. Papazlar, merakla gecenin nasıl geçtiğini kızlarına sordular. Onlar da, olan hadiseyi şöyle anlattılar "-Kendi yerlerini bize terk ettiler. Kendileri odanın ucuna çekildiler. Ortadaki mangal ateşini ellerine alıp bırakıyorlar, birbirlerine dehşetle «Rabbimiz bizleri cehennem azabından korusun! Bizleri, ânı istikbälle değiştiren ahmaklardan eylemesin!..» diyorlardı. Bizlere dönüp bakmıyorlardı bile..." Bu misal, Osmanlı Devleti'nde iffet ve namusların da teminat altında olduğunu sergilemektedir. Böyle misäller çoktur. Meselâ Fâtih in, Bosna fethinden sonra çıkarttığı bir fermanında: "-Sakın ola, Sırp kızları su almak için çeşme başlarına geldikle rinde, askerlerim oralarda bulunmayalar!.." demesi de, Osmanlı toplumundaki iffet ve nâmus teminatının diğer bir tezahürüdür. Fâtih bu fermanı ile, hem askerlerini, hem de teminatı altındaki hristiyan tebaanın kızlarının iffetini muhafaza etmiş oluyordu. Osmanlı ülkesini gezip görmekle vazifeli papazlar, hristiyan mahallelerini de görmeden edemediler. Fener semtine doğru gezintiye çıktılar. Hristiyanlar bile, onların iyi bildiği fetihten evvelki zamana kıyasen değişmiş, sokaklardaki pislik dahî azalmıştı. Artık kimse kimseye zulmetmeye cesaret edemiyordu. Herkes huzur içinde işine devam ediyor, eskisi gibi içip içip sokaklarda nārā atarak sarhoş olamıyordu. Fakir hristiyan äilelere bile ev verilmişti. Papazlar, bu uzun tedkik ve teftişten sonra izin alıp Fâtih'in huzûruna çıktılar. Müşâhedelerini bir bir arz edip: "-Bu millet ve devlet, böyle giderse kıyâmete kadar devam eder. Böyle bir ahlâk ve yaşayışa sahip olan insanların dini, elbette hak dindir..." dediler. Kelime-i şehadet getirip müslüman oldular.
Sayfa 133 - Erkam yayınlarıKitabı okuyor
·
105 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.