Ne garip bir durumdaydık. Bir taraftan Hilâfet Kuvvetleri halka musallat olmuştu. Bir tarafta Kilikya’da Fransız Kuvvetleri halkı öldürtüyor, diğer taraftan Yunanlılar etrafı yakıp yıkıyor, adam öldürüyordu. Nihayet, İstanbul’daki İtilâf Kuvvetleri de halkı eziyordu. Âdeta, Garb’ın, hakikat hâlde, Şark’a “Sopa Siyaseti” tatbik ettiklerini ve “Kahrolsun Türkler!” diye bağırdıklarını duyuyor gibiydim. Türklerin kendileri de aralarında boğuştukları için, milletin ateşle imtihanının en korkunç anlarını yaşıyorduk.
Karargâh’ta da dıştan sakin görünmekle beraber, güç anlar yaşıyorduk. Ben, daima büromda tercüme ve makine ile meşguldüm. Bazan Mustafa Kemal Paşa gelir, bir kahve ısmarlar, azıcık otururdu. O günlerde, bütün enerjisiyle maksat uğruna çalışan dağınık kuvvetleri idare etmeye çalışıyordu. Aynı zamanda, ateşi vardı ve hastaydı. Bu günlerde Dr. Refik ile Dr. Adnan âdeta endişeyle etrafında dolaşır, onunla meşgul olurlardı.