Halbuki o gün öğlen namazını Adliye'nin bahçesinde avukat ve diğer maznun arkadaşlarla birlikte cemaatla kılmıştık.
Mevsim kıştı. Pardesülerimizi yere sermiştik. İhtimal o esnada bu çamur paçama bulaşmıştı. Fakat ben bunu o anda
hatırlayamamıştım. Vehleten (durup düşünmeden) jipin şoförüne dedim ki:
«- Çamur de O'na bakalım!»
Şoför:
«— Parola Çamur!» diye bağırdı.
Parola soran nöbetçi kızgın bir sûrette:
«- Geç be birader. Madem parolayı biliyordun da neden
deminden beri söylemiyorsun!?» dedi.
Cezâevine kadar daha birçok nöbetçiyle karşılaştık. Hepsinin sualine «çamur» diye diye takılmadan yolumuza devam
ettik. Meğer o gün parola «çamur», işareti de «yaprak»
imiş. Parolayı duyan, bize işareti sormuyordu.
Jipin içinde bir Muşlu asker daha vardı. Elleri ekzamalıydı. Baktığınız zaman içiniz bir tuhaf olurdu. Namaz
kılan, dindar bir çocuktu. Bana dedi ki:
«- Ağabey sen bu paraloyı nasıl bilebildin?»
Maneviyatını takviye edeyim diye, O'na dedim ki:
«- Dört aydır Cezâevi'nin duvarlarını Allah, Allah!., diye
inletiyorum. Bu kadar da olmasın mı?»
Çocuk şapkasının tereğini arkaya çevirip elimi öpmeye
teşebbüs etti. Ellerinin ekzamasından tiksindiğim için içtinap
ettim. O ise bu hareketimi tevâuzuma hamlederek ısrar etti.
Böylece Onun elimi öpmek istemesi, benim elimi kaçırmam
sûretinde cereyan eden bir karışıklıkla Cezâevi'ne geldik.
Kısa zamanda bütün askerler vak'ayı duymuş. Ne de olsa
Anadolu çocukları!.. Bundan sonra bana hududsuz saygı ve
sevgi göstermeye başladılar.