Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Vakit öğleni geçmişti. İnsanın yüzüne alev alev vuran yakıcı güneşin etkisi azalmıştı. Rüzgar yoktu lakin evin yanında akan derenin başındaki iğde ağacının yapraklarının hışırtısı ve kokusu insana huzur veriyordu. Bir müddet ağacın gölgesinde oturdu. Kokuyu içine çekti. Sonra yokuş yukarı yürümeye devam etti… Zeynep’in annesi ile birlikte oturduğu ev, dere yatağı üzerinde bulunuyordu. Bu nedenle ana yoldan biraz aşağıda kalıyordu. Yokuş yukarı yavaş yavaş hem yürüyor, hem de evinin yan tarafında dereden şırıl şırıl akan suyu izliyordu. Durdu bir süre suyun akışını seyretti. Öyle güzel akıyordu ki, önüne çıkan her ne varsa beraberinde alıp götürüyordu. İnsana benzetti akan suyu… Tutunacak bir dalı kalmamış nereye gideceğini bilmeden, önüne çıkan engellere takılmadan kaderin peşinden giden insana…. İçini karartan düşünceler iyice bunaltmıştı. Ne kadar kurtulmak istese de bunu başaramıyordu… Kaçsam diye düşündü! Çok uzaklara. Kimsenin tanımadığı bilmediği bulamayacağı uzak diyarlara gidip kaybolsam… Her şeyi geride bırakıp kendime yeni bir hayat kursam diye geçirdi içinden… İnsan bazen kaçmak ister. Kendinden kaçmak… Hatta kendinden kaçıp, gölgesinde gizlenmek ister.. Yaşadıkları ona öyle ağır gelir ki, üzerine yüklenen yükün altında ezilir… Ne kadar uzağa kaçmak istese de, insanın kaçacağı yer de, gizleneceği yer de kendisi değil mi? Öyleyse, kaçmak niye? Nereye giderse gitsin ne kadar uzağa giderse gitsin yanında götürür her şeyini… Sırt çantası gibi koskoca bir yaşanmışlığın yükünü taşır üzerinde. Uzağa gittikçe hafifliyor gibi zannetse de insan, bu bir yanılsamadır aslında. Yeni yerler, yeni yüzler, yeni yaşanmışlıklar soğuk bir damga gibi yapışan geçmişine dokunamazlar. Küçük bir gölgedir o an yaptıkları. Gölge, bir süre kapatır üstünü. Lakin, gölge kaybolduğunda gerçeğin ağırlığı tüm çıplaklığıyla çöküverir omuzlarına. Onca çabanın karşılığı yorgunluktur sadece… Bu karmaşa düşüncenin ardından, gözünde canlandı kocası Hasan ile evlenmeden önce yaşadığı dillere destan aşkı. Yüreği burkuldu. Özlemişti de… Birden başka bir kare belirdi hayalinde. Dayak yediği geldi gözünün önüne. Sevdiği, uğruna her şeyden vazgeçtiği kocası, ona acımadan vuruyordu. Öyle ki, bir defasında tahta sandalye kırmıştı üzerinde. Birden sevgisi özlemi nefrete, kine dönüşüverdi. Biz bu hale nasıl geldik diye de düşünmeden edemedi. Bir başka kare açıldı gözünün önüne; beyaz önlüklü, asık yüzlü, beyaz saçlı doktor belirdi: -Sen ne biçim annesin? diyordu.. Bu çocuğa hiç mi su vermedin?. Artık bunalmıştı. Kurtulmak istiyordu bu olumsuz düşüncelerden. Yoksa cinnet geçirmek elde değildi… Birden pınarın kenarında çelik çomak oynayan çocukları gördü. Yanlarına doğru yaklaştı. Çocuklardan biri heyecanlı heyecanlı bir taraftan burnunu çekiyor diğer taraftan eli ile işaret ederek, -Zeynep yenge çekil buradan çomağın sopası bir yerine gelir sonra, dedi. Zeynep gülümsedi. Çocuğun uyarısına aldırmadan kiminin başını okşadı, kiminin yanağını, kiminin yanağından makas aldı. Kiminin omuzuna elini koydu. Sonra şalvarının iç cebinden çıkardığı kaymaklı bisküviyi dağıttı çocuklara birer ikişer. Çocuklar çok mutlu olmuştu. Hem büskivilerini yediler hem de oyunlarına devam ettiler. O böyle rahatlıyordu. Çocuklarının acısına başka çocuklara sevgi göstererek katlanabiliyordu. Tabi katlanmak denirse… Pınarın başında haftı tıkayıp dolmuş suyla, bir kenarında tokaçla kilim yıkayan arkadaşı Sultan’la hal hatır etti. Sonra pınardan gürül gürül akan buz gibi suyla yüzünü yıkadı. İki elini de akan suya tutarak kana kana içiyordu ki, birden ezan sesi ile irkildi. Hoca öyle güzel okuyordu ki içinin huzur dolduğunu hissetti. Haydi namaza! Haydi felaha! Haydi kurtuluşa! Diyordu. Ezanı sonuna kadar dinledi. Sonra ellerini semaya kaldırarak dua etti. Biliyordu isteyecek, gidecek başka kapısı yoktu. O kapının yüzüne kapanmayacağını biliyordu. -” Rabbim, sen merhametlilerin en merhametlisisin, senden başka bana yardım edecek, merhamet edecek kimse yok. Bana merhamet et. Dayanma gücü ver sabır ver, sonumu hayra çıkar “diye dua etti. Amin diyerek elini yüzüne sürdü. Başını kaldırdı, karşısında kendisini izleyen eli yüzü toz toprakla bulanmış, burunun sümüğü ağzına girmek üzere olan bir çocuğun boynunu büküp kendisine baktığını gördü. Yüreği sızladı. Çocuğun yanına gitti. Ne güzel şeysin len diye kucağına aldı. Masmavi gözleri vardı. O mavi gözler Mustafa’sını hatırlatmıştı. İçi sızladı. Bu çocuk, arkadaşı köselerin gelini Ayşe’nin oğlu idi. Ayşe kötü hastalığa yakalanmıştı. Çok çekmedi garip. Daha öleli üç ay olmuştu ki; kocası tekrar evlendi. Belli ki, bu öksüz çocuğa analığı iyi bakmıyordu. Çocuğu kucağında pınara getirdi. Eliyle ellerini yüzünü yıkadı. Burnunu temizledi. Şalvarının tersiyle yüzünü sildi. Cebinde ki kalan kaymaklı bisküvinin tamamını bu çocuğa verdi. Az ilerde, Kel Hasan’ın gelini Gülseren’in evinin toprak damının gölgesinde kimi örgü ören, kimi yün eğiren, dantel ören kadınlar oturuyordu. Yanlarına geldi…
·
82 görüntüleme
Güneş  Esen okurunun profil resmi
Süper bir kitap... Okurken mendillerinizi yanınızda hazır tutun lütfen..:)
Eyüp Mert okurunun profil resmi
Herkesin kendinden bir şeyler bulabileceği bir kitap. Yazar Elif'i ve Zeynep'in dramını anlatırken okuyucuyu çocukluğuna götürüyor. Bazı gerçekleri bir tokat gibi yüzümüze çarpıyor. Kitapta aile içi şiddet, boşanmış çocukların psikolojisi en ince detayına kadar anlatılmış. Özetle şiddetle tavsiye edebileceğim ve herkesin kitaplığında mutlaka olması gereken bir kitap...
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.