Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

mustafa ak bir yorumu yanıtladı.
İslam Düşünce Atlası
Değerlİ 1K Dostları! İslam Düşünce Atlası, İlmî Etüdler Derneği’nin (İLEM) desteğiyle yürütülen ve ikiyüzü aşkın araştırmacının katkısıyla oluşan bir düşünce tarihi yazımı projesi. Amaçları; Her türden maddî ve manevî unsuruyla anlamlı bir küre olarak hayatiyetini sürdürmüş İslam düşünce geleneğinin, çeşitli sebeplerle dağılmış ve küreye nispeti yeniden inşa edilmeksizin gerçek anlamlarını keşfetmekten aciz kaldığımız parçalarını yeniden bir araya getirmektir diyor İLEM.. Kısaca kitabın da siparişini verdik ve inşallah paylaşımlarda bulunacağız. Bu bağlamda bu sitedeki bazı arkadaşlarla da istişarede bulunup neden bizler de bir İSLAMİ DÜŞÜNCE ALANI okumalar yapmayalım; 1- Her hafta bir düşünürün kitabı belirlenip okunması, 2-Veya kimde hangi düşünürlerin kitapları varsa onların okunması 3-Düşünürlerin bizlere verdiği mesajların en ortak bir paydada paylaşılması 4-ve sizden gelebilecek fikirler... Anlık Aklımıza gelen yazarlar; Dücane CÜNDİOĞLU Sezai KARAKOÇ Rasim ÖZDENÖREN Nuri PAKDİL İsmet ÖZEL Cemil MERİÇ Muhammed İKBAL Nurettin TOPÇU Mahir İZ Seyyid KUTUP İBN HALDUN Malik Bin NEBİ Gazali Ne dersiniz?Fikir görüş ve önerilerinizi bekliyorum.
··
143 görüntüleme
Mutâlî’ okurunun profil resmi
Öne Çıkan Yorum
Selamun Aleykum Dostlar! İslam Düşünce Okumaları kapsamında ikinci incelemeyi Mustafa AK Bey gönderdi:)) Kendisine çok teşekkür ediyorum ve kitap incelemesi paylaşıyorum; SORULUNCA SÖYLENEN ( İSMET ÖZEL ) İNCELEYEN: Mustafa AK İsmet Özel’in bu eseri diğer kitaplarından farklı olarak kendisiyle farklı tarihlerde yapılan mülakatların derlenmesi ile oluşturulmuştur. Sohbet tarzında olduğu için İsmet Özel’in diğer eserlerine nazaran daha akıcı ve anlaşılır bir eserdir. Eser TİYO yayıncılık tarafından basılmış olup toplamda 416 sayfadan oluşmuştur. Eserin içeriğine dair: İsmet Özel ile farklı tarihlerde yapılan mülakatlar derlenerek hazırlanan bir eser olduğu için Özel’in hayat serencamına da ışık tutar. Fikri dönüşümleri ile Cumhuriyet dönemi münev- verinin öncüsüdür İsmet Özel. Özellikle kendi dönüşümünün sebeplerini ve sonuçlarını da mülakatlar sırasında irdeler. Çünkü soru soran kişiler Marksizm’den İslam’a daha Türkçülüğe evrilen şairimizin bu noktalarda yapacağı tanımlamaları merak etmektedirler. İsmet Özel aslında değişmediğini yukarıda adı anılan birbirinden farklı ideolojilerin ortak yönlerini benimsediğini belirtir. Murat Bardakçı’nın rakip olarak karşısına çıktığı TV programlarının birinde Cumhuriyet döneminin en kuvvetli şairlerinden biri olarak gördüğü ” şairsin ama felsefe senin neyine” bakış açısı ile hayalci ol- arak nitelendirdiği Özel bu eserde farklı alanlarda düşüncelerini de belirtir. Mülakat yapan kişiler,der- giler vb açısından da geniştir. Soldan sağa her düşünceden insan aslında İsmet Özel’i merak etmektedir. Girişim, Kadın ve Aile, İslam vb dergiler ile yapılan mülakatları içeren bir eser. Bu eserde İsmet Özel din, yaşam, sosyoloji, strateji, tarih, şiir alanında merak edebilecek pek çok noktada sorulara samimi cevaplar vermektedir. Kendine eserlerine, fikirlerine dair eleştirileri de cevaplar. Analizler yapar. Aslında eser İsmet Özel’i anlama kılavuzudur. Şiir Okuma kılavuzu gibi. Kitabın en önemli belki de bizi ilgilendiren en önemli kısmı kapak kısmındaki sorulardır. Bu sorular her Müslüman mütefekkirin kendi içinde cevaplandırması gereken mühim sorular. “Soruyorsunuz: İslam düşüncesi bir kalkınma ideolojisi olabilir mi? Soruyorsunuz: İslam düşüncesi Anti emperyalist bir mücadele programında temel unsur haline gelebilir mi? Soruyorsunuz: İslam düşüncesi komünizme karşı silah olarak kullanılabilir mi? Bunların her biri yirminci yüzyılda yapıl mıştır ve yapılmaktadır. Ama bütün bu olup bitenin, devam etmekte olanların kelime-i tevhid ile müspet manada ilgisi olduğunu sanmıyorum. İslamı bir araç olarak görmek, İslam’dan daha üstün hedeflerin bulunduğunu kabul etmek anlamına gelir.Eğer İslamdan yani Allah’a teslimiyetten daha üstün değerler varsa Müslüman olmaya ne gerek var? -ALINTILAR- 1-) Bu bakımdan bir şair aslında aptalları gözden çıkaramaz. Aptallar çok fazla oldukları için onlara da prim vermek zorundadır.( sayfa 11) 2-İslam düşünce tarihinde ferden insan ismi yoktur. Yani şunun oğlu, şunun babası şeklindedir. Hiçbir zaman edep onların kendi adlarını vermelerine imkan tanımaz( s. 13) 3-Şiir insan uğraşıdır. Ve insana kendini tanıma yolunda yardımcı olur.( s. 18) 4-Cüneyd-i Bağdadi “ Aramakla bulunmaz , ama bulanlar ancak arayanalardır” demiş. Beni sosyalist olmaya iten nedenler Müslüman olmaya da itti. Ben aynı yol üstünde yürüyüp Müslüman oldum(s. 26) 5- Kanımca İslam’ın anlaşılıp yaşanması ve canlı bir organizma olarak dünyada etkin bir yere sahip olması için önce mekandan ve zamandan tecrid edilmesi gereklidir( s. 30) 6- Gerçekten tatil nedir, kim neyin tatilini yapmaktadır? Hangi yorgunluğun maliyeti olan dinlenme söz konusudur? Bu hakkı nasıl elde ettik, nasıl?( s. 35) 7- Türkiye’de benim benimsemediğim bir söz vardır: Bir ben ölmeyle ordu bozulmaz.( s. 46) 8-Türk aydını sanki kendisi işgalci kuvvetmiş, halkını doğru çizgiye getirmesi gerekiyormuş gibi yaklaşmıştır ona ve bugüne kadar karşılaştığımız belaların yüzde yüzü bu tavırdan kaynaklanır( s.49) 9-Modern şiir deyince obası dağılmış kendinin olmayan ama herkesin olan , böylelikle hiç kimsenin Olmayan bir ülkeye sürgün edilmiş, adı çağrıldığı zaman hangi yana bakacağını bir türlü kestiremeyen tek insanın şiirini anlıyorum.(s. 53) 10-Eğer gençler benim şiirime bunun bir kere dış sebepleri vardır.Bunlardan biri benim kişisel maceramdır. Bir yerlerden bir yerlere hareket etmiş olmamın cazip bir tarafı var sanıyorum (s. 60) 11-Medeniyet kavramını doğrudan doğruya kelimenin köküne bağlı olarak şehirlilik olarak anlıyorum. Bu elbette her şehir gördüğümüz yerde medeniyet vardır demeye gelmez. Medenileşme kurumlaşmaya bağlı olarak ortaya çıkar (s. 70) 12-Türkiyede eli kalem tutanlar arasında bir al gülüm ver gülüm politikası var. Sağda da böyle solda da böyle. Ben bu politikaya dudak büküyorum .Herkes yerini bilmeli diyorum. ( s. 82) 13-Kadın vücudunun bir meta olarak anlaşılması doğrudan doğruya kadın özgürlüğü meselesinin aleyhinde bir tutumdur. (s. 85) 14- Şimdi İranı İslami bir toplum olarak örnek almaktan yana değilim. (s. 102) 15-İntihar zaten bize kafir toplumun zorladığı çıkmazlara soktuğu şartlardan doğan bir şey(s. 113) 16-Türkiyede Müslümanlar tarihin hiçbir döneminde geriye dönüş özlemi içinde olmamışlardır(s. 121) 17-Türkiyede sol ancak zorbalığın gölgesinde yaşayabilir. Çünkü teorinin dayanacağı toplumsal kuruluşlar ve sınıflar mevcut değildir( s. 126) 18-Bana göre Müslümanca tutumumuz sosyal olanla politik olanı birbirinden ayırmamak istikametinde olmalıdır.(s.127) 19- Kafka Yahudiliğini çok önemseyen birisidir ve Türkçeye çevrilen metinleri de bu bakımdan sansür edilmiştir(s. 133) 20-Biz zaten yek vücuduz. Zaten Türkiyede Müslümanlık aleyhtarı çevrelerde de Müslümanların bir yerde dirsek teması korkusu hakimdir.( s.145) 21-Türkiyede mürekkep yalamış grup en huzursuz insanların bulunduğu gruptur. İşte bu okumuş yazmış insanlar Müslüman dahi olsalar kendilerini öne çıkarmak gibi bir problemi taşıyorlar 22-Önce ilke gerekli. İlkeye sadık kalmak ilkeyi tanımlamakla aydınlığa kavuşur.(s. 157) 23-Bizim dinimizde ehl-i kıble tekfir edilmez. Yani bir adam namaz kılıyorsa devamlı kılması şart değil, ben o adamı namaz kılarken görmüşsem artık o adama kafir diyemem( s. 162) 24-İslamiyet her zaman öncülerin dinidir( s. 164) 25- Şimdi yağmurun bir saçağın altına sığındığımız zaman , aslında yağmuru fark etmez değilizdir.Yani Yağmurun farkındayız. Önümüze düşer yağmur. Sığınak bizim zatürre olmamızı önler. Yani sığınak uyuşmak pasifize olmak için değil. Sığınak o büyük beladan en büyük zararı görmememiz için kapağı Attığımız yer. 26-Şairler de mantar değildir. Birdenbire bitmezler. Mutlaka kökleri vardır. Bu yüzden de yaprakları da vardır( s. 200) 27-Yani insan olmak seçme yapabilmek demektir.(s. 204) 28-Ben hayatım boyunca alelade bir insan olmaya çalıştım. Sanatçı oluşumda da bu çok önemliydi ve olabildiğim kadarıyla başardım(s.208) 29-İkisi de askeri darbe olmasına rağmen 12 Eylül , 27 Mayıs’ın getirdiklerini bir bakıma tersine çeviren bir tutum sergiledi. Mesela yanılmıyorsam 27 Mayıs bayram olmaktan 12 Eylül’den sonra çıktı.( s. 239) 30- Herşey bir ülkenin siyasi olgunluğu ile ilgilidir. Kendisi belli konularda düşünme imkanına sahip olmuş ve sorumluluk yüklenme mevkiine ulaşmış kimselerin siyasi olgunluğu ile doğrudan bağlantılıdır.( s. 252) 31-On iki kitabım yayınlandı. Bütün beklentim karanlığa muhalefet edecek olanların işine yaraması yolundadır. 32-Oysa bugün Müslüman olmak kendimi açıklayabilmenin yegane yolu ve zihin uğraşılarım tutunabildiğim tek yaşayış biçimim( s. 265) 33- Okumak, anlama konusunda düşünmüş olduğunu göstermek demektir. (s. 274) 34-Ölüyoruz demek ki yaşanılacak .Ölümümüz hayat içindir. Hayata katkı anlamında bir ölümün seçilebilmesi müthiş bir şeydir(s.281) 35-Tehlike nerede ise kurtuluş orada büyür. Tehlike vardır. Kurtuluşta vardır. Onu arayıp bulabiliriz. Ama en önemli nokta başımıza gelen şeylerin bizi aldatan insanların tuzağına düşmemiz yüzünden geldiğidir. 36-Hazret-i Peygamber için daha ilk günden deli, meczup , saralı uyduruyor denmiştir. Bunları ciddiye alıyor olsaydık bugün Müslüman dünya , İslam var olamazdı.( s.305) 37- Ben bir Müslüman olarak Yahudi/Arap sorununa bir laik gibi bakamam( s. 314) 38-Ben solun fikri bakımdan büyük bir seviye kaybettiğine inanıyorum. Sol bir kere düşünce üretememektedir. Bol miktarda yayın var ama bize, Türkiyede yaşayan insanlara kurtuluş kapısı açacak bir öneriyle karşılaştığımı sanmıyorum( s.321) 39-Türkiyedeki İslami hareket bir rövanş hareketidir. Yani bir maç yapıldı. O maçta biz gol yedik. Şimdi rövanşını isteyen bir hareket bu.( s.329) 40-Kadınlar yapamaz ama yaptırırlar. Kadınlar yapabilmenin tam tersine neyin yapılacağı konusunda isabetli kararları verirler.( s. 345) 41-Şairin ilgiye ihtiyacı vardır. İlgi şaire kan verir.( s. 370) 42-Şair olarak Yunus Emre’ye duyduğum ilginin de ihtidamda çok büyük katkısı olduğunu hoşlanarak söyleyebilirim.( s. 373) 43-RP’nin siyasi ömrünün İslamcı politika itibariyle çok uzun olmayacağı kanaatndeyim. RP’yi destekleyenlerin yeni bir oluşum için yola çıkıp çıkmayacakları önemli( s.388) 44-Hak gaspını önleyecek tedbirler İslamiyette çok belirgindir. İslam esaslarında somut çözümler var.(s. 394) 45- Bir kere kapağın vermesi gereken birinci izlenim ilk bakışın aldatıcı olabileceğinin hatırlanması.Sen tavşan sanıyorsun ama o zafer işareti, sen zafer işareti sanıyorsun ama o bir tavşan. İkisi de olabilir.
Mutâlî’ okurunun profil resmi
Hayırlı akşamlar arkadaşlar! İnci hocam da incelemesini gönderdi:)) çok teşekkür ediyorum ve incelemesini sizlerle paylaşıyorum; KONU: Risale-i Nur 23.söz iman bahsi HAZIRLAYAN: İnci Tefsir iki kısımdır. Birisi: Malûm tefsirlerdir ki, Kur'ân’ın ibaresini ve kelime ve cümlelerinin mânalarını açıklar, izah ve isbat ederler. İkinci kısım tefsir ise: Kur'ân’ın imanî hakikatlerini kuvvetli hüccetlerle açıklar, isbat ve izah ederler.Bu kısmın çok ehemmiyeti var. Birinci kısım tefsirler, bu ikinci kısmı bazan özet bir tarzda ele alıyorlar. Fakat Risale-i Nur, doğrudan doğruya bu ikinci kısmı esas tutmuş, benzersiz bir şekilde inatçı filozofları susturan bir mânevî tefsirdir. Risale-i Nur, her asırda milyonlarca insanın rehberi olan mukaddes kitabımız Kur'ân’ın hakikatlerini, subjektif nazariye ve mütâlaalardan uzak olarak, rasyonel ve objektif bir şekilde izah edip insaniyetin istifadesine arz edilen bir külliyattır. Risale-i Nur, Kur'ân âyetlerinin nurlu bir tefsiridir.Baştan başa îman ve tevhid hakikatlarıyla müberhendir. En avamdan en havassa kadar, her sınıf halkın anlayışına göre hazırlanmış ve müsbet ilimlerle mücehhezdir. Risale-i Nur, asrın ihtiyaçlarına tam cevab verir. Aklı ve kalbi tatmin eder. Vesveseli şübhecileri ikna eder. Hattâ en inatçı filozofları dahi teslime mecbur eder. Risale-i Nur, akla gelen bütün istifhamları bertaraf eder. Zerrelerden güneşlere kadar îman mertebelerini açıklar. Vahdâniyet-i İlâhiyeyi ve nübüvvetin hakikatini ispat eder. Risale-i Nur, yer ve göklerin tabakalarından, melâike ve ruh bahsinden, zamanın hakikatinden, haşir ve âhiretin vukuundan, cennet ve cehennemin varlığından, ölümün mâhiyetinden; ebedî saadet ve şekavetin kaynağına kadar, akla gelebilecek bütün imanî meseleleri en kat'î delillerle aklen, ilmen ve mantıken ispat eder... Pozitif ilimleri teşvik eder. Kesin delillerle aklı ve kalbi ikna eder ve merakları izale eder. Îşte Bediüzzaman Said Nursî; Kur'an-ı Kerîm'deki bu asrın muhtaç olduğu hakikatleri keşfedip, risalelerinde, herkesin kabiliyeti nisbetinde istifade edebileceği bir tarzda tefsir ve îzah etmek muvaffakıyetine mazhar olmuştur. Bunun içindir ki: Risale-i Nur, emsali görülmemiş bir şâheserdir, kanaatına varılmıştır. 23.Söz de çağımızın en büyük hastalığı "imansizlik" olduğunu ; "iman" bahsinden yola çıkılarak dua ,insanın mahiyeti ,kainatı tefekkür etmeye kadar birçok konuyla harmanlayıp,meseleyi çok boyutlu ele alıp ; Tın Süresi ile başlayıp ,ayetleri konu konu her yönden ele alıp aklı ve kalbi tatmin edecek şekilde ,ruha ve kalbe şifa niyetinde bir kılavuz ,recetedir . 23.Söz 2 mebhastan oluşur . Birinci Mebhas Birinci Nokta بِسْــــــمِ اللّٰهِ الرَّحْمٰنِ الرَّحِيمِ لَقَدْ خَلَقْنَا الْإِنْسَانَ فِۤي أَحْسَنِ تَقْوِيمٍ ۝ ثُمَّ رَدَدْنَاهُ أَسْفَلَ سَافِلِينَ ۝ إِلَّا الَّذِينَ اٰمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ “Biz insanı en mükemmel surette yarattık. Sonra da onu en aşağı dereceye düşürdük. Ancak iman edip güzel ve makbul işler yapanlar müstesna.” (Tîn sûresi, 95/4-6) <<İnsan, nur-u iman ile a’lâ-yı illiyyîne çıkar, cennete lâyık bir kıymet alır. Ve zulmet-i küfür ile esfel-i safilîne düşer, cehenneme ehil (olacak) bir vaziyete girer. >> nur-u iman =iman nuru,ışığı a’lâ-yı illiyyîne =yukseklerden en yükseği zulmet-i küfür=küfür karanlığı esfel-i safilîn=Asagilarin aşağısı Ayeti açıklamaya çalışıyor Üstad Hz.leri Tın süresinde geçen ; Biz insanı Ahseni Takvim suretinde yarattık.Sonra onu esfeli safiline asagilarin aşağısına attık .(Tın Suresi) ****İnsan nur-u iman ile Ala-yi illiyine çıkar .Ala-yi illiyyin dediğimiz şey yukarilarin yukarısı ise Cennet'e bakan yönüyle Cennet-ul Firdevs yani en yüksek İnsan olarak tanımlanabilir .Ama dünyaya bakan yönüyle en yüksek İnsan olma mertebesi iradi bir yolculukla ,iman yolculuguyla mümkündür . Öyleyse Esfel-i Safilin mertebesi ise Cehennemin en düşük mertebesi Nar-ı Beyza olarak tanımlanabilir .Asagilarin aşağısına düşmek,dünyaya bakan vechesi ile imanın curumesi ,imanın zayıflaması ,suphelerle delik deşik hale gelmesi ..dolayısıyla "insanın hakiki manada iman edememesi hali "ile tanımlanabilir. ***Iman Intisaptir ...( iman nedir sorusuna verdiği vecih cevap ) Yani insanın kendi sanatkarina nispet etmesi (kıyaslama) Sonra konuyu pekiştirmek için örnek veriyor... İşte insan, Cenab-ı Hakk’ın böyle antika bir sanatıdır ve en nazik ve nâzenin bir mu’cize-i kudretidir ki insanı, bütün esmasının cilvesine mazhar ve nakışlarına medar ve kâinata bir misal-i musağğar suretinde yaratmıştır. Siz uzerinde çeşitli sanatlarin icra edildiği bir eseri Demirciler Carsisina goturseniz;Demirci sanattan anlamadığı için o eseri sahibine kıyas edemeyecek ,nispet yapamayacak .O esere sadece ham maddesi demir olduğu için "demir" fiyatı bicecek... ***Ama siz aynı eseri Antikacilar Carsisina goturseniz ,Antikaci o eseri inceleyecek,gözlüklerini takacak,onu evirecek ,çevirecek .O eserin üzerindeki inceliklere bakacak.Eserin üzerindeki sanatlara uzun uzun hayranlıkla bakacak .Diyecek ki bu eser falanca sanatkarin eseridir . ***Cevher Kadrini bilmeyi gerektiren bir durum ...Yani sizin elinizde bir cevher var .Onun cevher olduğunun farkindaligini kazanmamız lazım.Şayet bu bir tablo,resim ise Sanatkarina göre fiyat bicilecek .O tablonun gerçek degerinin bicilmesi için inceliklerinin bilinmesi lazım ...Yoksa Demirci gibi sadece malzemenin boyanın,tuvalin fiyatını verir sadece ... ***İşte insan da Allah'in en nadide,en muhteşem sanatıdır .Madem ki Allah'in sanatıdır .İnsan neye göre kıymet alır? Insanın kıymetini biz neyle olceriz?...Madde itibariyle mi olceriz,Güzelliğiyle mi olceriz...Gencligiyle mi olceriz...Çoluk Çocuğuyla mi...Nedir insanın kıymetini ölçen şey ?... *Insanda gosterilmeye,gösterilmesi için iman nuruna ihtiyaç duyduğumuz sanatlar ...Her türlü ahlaki vasfimiz,bilim üretiyor oluşumuz ,sanat üretiyor oluşumuz ,edebiyat üretiyor oluşumuz Vs gibi Allah'in bizde yerleştiği,sergilediği sanatlarin gizli olmaktan çıkması ,açık hale gelmesi ,tezahür hale gelmesi,görünür hale gelmesi iman ile mümkündür ... ***İnsan yaratilirken "İnsan"olma potansiyeliyle yaratiliyor .Bir tohum ağaç olup meyve verme potansiyeliyle var olduğu gibi...Süt de de aynı şekilde peynir ve çökelek olma potansiyelinin var olması gibi ...Mesela;tohumun ağaç olup meyve vermesi için geçirmesi gereken safhalar vardır.Toprak,hava ,güneş gibi...Sütün peynir olabilmesi için kimyasal bir ameliyeden geçmeye ihtiyaç var.Insanın da "İnsan"olması için mahiyetinde sakladığı o gizli potansiyeli açığa çıkarmaya ihtiyaç var .İnsan o gizli hazinelerin tasiyicisidir ..(terminolojide kenzi mahfi) ***Iman ondaki hazineleri ortaya çıkaran Sır dır ...Saklı Ilahi sanatları görünür hale çıkarır ... <<Îman, bir intisaptır. Öyle ise insan, iman ile insanda tezahür eden sanat-ı İlahiye ve nukuş-u esma-i Rabbaniye itibarıyla bir kıymet alır. Küfür, o nisbeti kateder. O kat’dan sanat-ı Rabbaniye gizlenir. Kıymeti dahi yalnız madde itibarıyla olur.>> ****Iman Intisaptir.Yani sanat ile sanatkari arasındaki iliskidir.Küfür ise kat-ı Intisaptir. Sanatkar ile Sanat arasındaki bağın koparilmasi...Demir parçasını demirciye goturdugunuzde onun sanatkariyla hiçbir irtibat kuramaz Demirci ...Sanatkari bilmez,tanimaz...Onda sergilenen şeyin sanat olduğunu bilmez.Demirci sadece demirin "ham madde"siyle alakadardir. Küfür de tıpkı bunun gibi insana madde kıymeti bicmekten ibaret ...Eğer siz insanın Sanatkari ile olan irtibatini keserseniz İnsan kendinden ibaret kalır .Yalnızdır .Mahlukatla ilişkileri kopuktur.Iman bağı koparilsa mahlukat da sanat olmaktan çıkar ..****Karanlıkta nasıl eşyalar perdeleniyor ve gorunmuyorlarsa ...var'lar ama gorunmuyorlarsa ;göz görebiliyor ama karanlıkta göremiyorsa...Tıpkı Bunun gibi KUFUR karanlıktan ibarettir.Varlığı Sanatkariyla kıyas edememe,varlığın üzerindeki sanatı algilayamama durumu ...Ben Allah'in sanatiyim diyemedigi için ,Ben kendime malikim söyleyen birisi Var olmanın bütün ağırlığını ve sorumluluğunu kendi üzerine alır ...Kendini dayanılmaz yalnızlığın,çaresizliğin,degersizligin içerisine itmiş olur ... ************* Îkinci nokta <<İman nasıl ki bir nurdur, insanı ışıklandırıyor, üstünde yazılan bütün mektubat-ı Samedaniyeyi okutturuyor. Öyle de kâinatı dahi ışıklandırıyor. Zaman-ı mazi ve müstakbeli, zulümattan kurtarıyor.>> 1-)Küfür nazariyla bakıldığında eşya nasıl algilanir? 2-)Iman nazariyla bakıldığında eşya nasıl algilanir? Zaman kavramını olarak düşünüp "Geçmiş Zaman " ele alırsak ; Küfür Karanligiyla bakıldığında "Geçmiş"geçmiştir.Yokluğa gitmiştir .Geriye donulmesi imkansiz,geçmiştir . Iman nuru ile bakıldığında "Geçmiş"gecmis değildir .Ebedi hayata gönderilmiş amellerle,hayirlarla ,imanın nuruyla suslendirildigi için bakilestirilmistir .Imanın nuru sadece bugunumuzu değil,gelecek zamanımızı da aydınlatır . "Gelecek zaman " olarak meseleyi ele aldigimizda; Küfür karanligiyla bakıldığında "Gelecek Zaman"gelmemiştir .Dolayısıyla yoktur . Iman nuruyla bakıldığında "Gelecek zaman" bütün gecmis zaman geleceğe inkılap etmiştir,dönüşmüştür.Dünya yolculuğumuz nerede biterse bitsin,bittiği yerden devam edeceğine inanıyor oluşumuz hayatımızın buudu haline gelir ... Gelip geçen bir anı seyyale değil,kalıcı olan ,nurlandirilmasi gereken bir zaman dilimidir. Üçüncü Nokta İman, hem nurdur hem kuvvettir. Evet, hakiki imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imanın kuvvetine göre hâdisatın tazyikatından kurtulabilir. Musibetler konusu ... Bize toslayan çeşitli musibetler var.Hastalıklar ,ölümler Vs ...Musibetlere imanı nazarla baktığımızda başka bir tablo görüyoruz.Olum bizim için fenaya gitmek olmadığı için ,öleni geçici ayrılıkla beka alemine gönderiyor.Kendi olumumuzu ,kendi yoklugumuz olarak görmüyor.Sevdiklerimize bir kavuşma merasimi olarak görüyoruz.Başımıza gelen çeşitli musibetler varsa tesadüf oyuncagiyla başımıza gelmediğini,hikmetle geldiğini ,Allah'in o musibetlerle hatirimizi sorduğunu fark ediyoruz.O musibetleri kendimiz için bir kazanma kucağına çeviriyoruz.Hastalıkla saflasiyor ,kemalat kazanıyoruz.. Küfür ile bakıldığında musibetleri zulumat olarak görüyoruz.Onun altında kalıp eziliyoruz.Onu bir olgunlaşma yolculuğuna donusturemiyoruz.Bediuzzaman Hz.leri tevekkül konusunu çok güzel bir örnekle izah ediyor . Yoksa tevekkül etmezse dünyanın ağırlıkları uçmasına değil, belki esfel-i safilîne çeker.Demek iman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktiza eder. Fakat yanlış anlama! Tevekkül, esbabı bütün bütün reddetmek değildir. Belki esbabı, dest-i kudretin perdesi bilip riayet ederek esbaba teşebbüs ise bir nevi dua-i fiilî telakki ederek müsebbebatı, yalnız Cenab-ı Hak’tan istemek ve neticeleri ondan bilmek ve ona minnettar olmaktan ibarettir. Tevekkül eden ve etmeyenin misalleri, şu hikâyeye benzer: Vaktiyle iki adam, hem bellerine hem başlarına ağır yükler yüklenip büyük bir sefineye bir bilet alıp girdiler. Birisi, girer girmez yük ünü gemiye bırakıp üstünde oturup nezaret eder. Diğeri, hem ahmak hem mağrur olduğundan yükünü yere bırakmıyor. Ona denildi: “Ağır yükünü gemiye bırakıp rahat et.” O dedi: “Yok, ben bırakmayacağım. Belki zayi olur. Ben kuvvetliyim. Malımı, belimde ve başımda muhafaza edeceğim.” Yine ona denildi: “Bizi ve sizi kaldıran şu emniyetli sefine-i sultaniye daha kuvvetlidir, daha ziyade iyi muhafaza eder. Belki başın döner, yükün ile beraber denize düşersin. Hem gittikçe kuvvetten düşersin. Şu bükülmüş belin, şu akılsız başın gittikçe ağırlaşan şu yüklere tâkat getiremeyecek. Kaptan dahi eğer seni bu halde görse ya divanedir diye seni tard edecek ya haindir, gemimizi ittiham ediyor, bizimle istihza ediyor, hapsedilsin, diye emredecektir. Hem herkese maskara olursun. Çünkü ehl-i dikkat nazarında, zaafı gösteren tekebbürün ile aczi gösteren gururun ile riyayı ve zilleti gösteren tasannuun ile kendini halka mudhike yaptın. Herkes sana gülüyor.” denildikten sonra o bîçarenin aklı başına geldi. Yükünü yere koydu, üstünde oturdu. “Oh! Allah senden razı olsun. Zahmetten, hapisten, maskaralıktan kurtuldum.” dedi. İşte ey tevekkülsüz insan! Sen de bu adam gibi aklını başına al, tevekkül et. Tâ bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisenin karşısında titremekten ve hodfüruşluktan ve maskaralıktan ve şakavet-i uhreviyeden ve tazyikat-ı dünyeviye hapsinden kurtulasın. 4.nokta ve 5.nokta (Dua konusu ) <<Dua ise esas-ı ubudiyettir. Nasıl bir çocuk, eli yetişmediği bir meramını, bir arzusunu elde etmek için ya ağlar ya ister. Yani ya fiilî ya kavlî lisan-ı acziyle bir dua eder, maksuduna muvaffak olur. Öyle de insan bütün zîhayat âlemi içinde nazik, nâzenin, nazdar bir çocuk hükmündedir. Rahmanu’r-Rahîm’in dergâhında ya zaaf ve acziyle ağlamak veya fakr ve ihtiyacıyla dua etmek gerektir.>> <<İman, duayı bir vesile-i kat’iye olarak iktiza ettiği ve fıtrat-ı insaniye, onu şiddetle istediği gibi; Cenab-ı Hak dahi “Duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var?” mealinde قُلْ مَا يَعْبَؤُا بِكُمْ رَبّٖى لَوْلَا دُعَٓاؤُكُمْ ferman ediyor. Hem اُدْعُونٖٓى اَسْتَجِبْ لَكُمْ emrediyor. Eğer desen: “Birçok defa dua ediyoruz, kabul olmuyor. Halbuki âyet umumîdir, her duaya cevap var ifade ediyor.” Elcevap: Cevap vermek ayrıdır, kabul etmek ayrıdır. Her dua için cevap vermek var; fakat kabul etmek, hem ayn-ı matlubu vermek Cenab-ı Hakk’ın hikmetine tabidir. Mesela, hasta bir çocuk çağırır: “Yâ Hekim! Bana bak.” Hekim: “Lebbeyk” der, “Ne istersin?” cevap verir. Çocuk: “Şu ilacı ver bana” der. Hekim ise ya aynen istediğini verir, yahut onun maslahatına binaen ondan daha iyisini verir, yahut hastalığına zarar olduğunu bilir, hiç vermez. İşte Cenab-ı Hak, Hakîm-i Mutlak hazır nâzır olduğu için abdin duasına cevap verir. Vahşet ve kimsesizlik dehşetini, huzuruyla ve cevabıyla ünsiyete çevirir. Fakat insanın heva-perestane ve heveskârane tahakkümüyle değil, belki hikmet-i Rabbaniyenin iktizasıyla ya matlubunu veya daha evlâsını verir veya hiç vermez.>> Açıklama ***Dua imanın kelamı,dili olarak tanımlanabilir.İnsan fitrati dua etmeden duramaz.Duayı sadece belli günlere,belli saatlere sikistiramaz .Dua hayatımızın tamamını kusatir. Cenab-ı Hak dahi “Duanız olmazsa ne ehemmiyetiniz var?” mealinde قُلْ مَا يَعْبَؤُا بِكُمْ رَبّٖى لَوْلَا دُعَٓاؤُكُمْ ferman ediyor. Furkan Süresinde dediği gibi Cenab-ı Hak dua ubudiyettir...Yani kulluktur.Kullugun yasanma biçimidir. Hem Allah, اُدْعُونٖٓى اَسْتَجِبْ لَكُمْ emrediyor.ISTEYIN,ICABET EDEYIM ...İnsan olarak hastalık,olum,yaşlılık gibi hadiselerin üzerimizde oluşturduğu çeşitli psikolojiler karşısında eziliyoruz.Bunlar karşısında dayanma noktasına (Nokta-yi Istinad) ihtiyacımız var . Eğer desen: “Birçok defa dua ediyoruz, kabul olmuyor. Halbuki âyet umumîdir, her duaya cevap var ifade ediyor.” "ISTEYIN,ICABET EDEYIM" ayeti cevap verme üzerine kurulu ..Kabul etmek anlamında değil .Isteyin ,kabul edeyim demiyor Allah...Cevap vereyim diyor .Bediuzzaman Hz.'leri sonrasında Doktor ve hasta ornegiyle konuyu kavramimizi sağlıyor .Doktorun hastaya bakması,hastayı muayene etmesi Cevaptır .Hasta bana şu ilacı ver diye dayatamaz doktora ..Hasta ihtiyacını tanımlıyor ,şuram ağrıyor,söyle bir sancım var deyip kendi halini ortaya koyuyor .Doktor da hastanın durumuna göre kendi ihtisasina karşı reçete hazırlıyor.. Biz de Rabbimize Ya Rabbi diyoruz.Allah'in Lebbeyk ! demesi Allahın kuluna cevabidir .El açtığımızda bana şunu ver,Bunu ver derken istediğimiz şeylerin kendi dünyamızda nelere karşılık geleceğini bilmiyoruz . Ihtiyacımızi tanımlamak varken ,devayi tanımlamak bizim işimiz değil .Deva Doktora ait ... Ya Rabbi ,halim böyledir ,Devasi sendedir.Tasarrufati Allah'a bırakma diyoruz . Hastaysak Doktor bizim için perhiz ön görebilir .Iğneye canımız yanmasına rağmen razı oluruz .Iyilesecegimizin itimadi üzerine teslimiyet ilişkisi kurarız ..Iğneyi ,perhizi kabul ederiz . Aynen bunun gibi Allah'tan Cenneti istiyorsak ,Cennete ehil hale gelmek için de dua ediyoruz .Bu da pek çok imtihanı,zorluğu yaşamayı gerektiriyor .Uzun olan ,menzili çok olan yolculukları çıkmayı talep ediyoruz..Uğruna acıyı,sanciyi göze almamız gerekiyor . Cenabı Allah dua ile öncelikle "halinize tercüman olmayı" öğrenin ,diyor.Nefsinizin isteklerine tercümanlık yapmayın . Hem dua bir ubudiyettir. Ubudiyet ise semeratı uhreviyedir. Dünyevî maksatlar ise o nevi dua ve ibadetin vakitleridir. O maksatlar, gayeleri değil. Mesela, yağmur namazı ve duası bir ibadettir. Yağmursuzluk, o ibadetin vaktidir. Yoksa o ibadet ve o dua, yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyet ile olsa o dua, o ibadet hâlis olmadığından kabule lâyık olmaz. Nasıl ki güneşin gurûbu, akşam namazının vaktidir. Hem güneşin ve ayın tutulmaları, küsuf ve husuf namazları denilen iki ibadet-i mahsusanın vakitleridir. Yani gece ve gündüzün nurani âyetlerinin nikablanmasıyla bir azamet-i İlahiyeyi ilana medar olduğundan, Cenab-ı Hak ibadını o vakitte bir nevi ibadete davet eder. Açıklama ***Dua ubudiyettir .Dua kulluktur .Kullugun semeresi dünya olamayacağı için ,dünyevi maksatlar adına da dua edilemez . *Dua etme maksadin kulluksa ,semerelerinin de uhrevi (ahirete yönelik) semereler olması lazım . ***Duada dünyevi maksatlarin yeri nedir o zaman??Bediuzzaman Hz.leri diyor ki meseleyi açıklığa kavuşturmak için Mesela;Yagmursuzluk zamanı yağmur duasinin vaktinin geldiğini gösterir .Güneşin batışı,aksam namazının vaktinin girdiğine işarettir.Hastalık şifa duasini işaret ediyor .O duadan maksadimiz sadece iyileşmek ise dünyevi maksat için dua eder hale geliyoruz,duadan ihlas çekiliyor,dua kabule karın olmuyor . *** İstemek, ihtiyaç sahibi olmak, musibet ve sıkıntıların hepsi insanı duaya ve ibadete teşvik ve ihzar eden İlahi taktir ve planlamalardır. İnsanın muhtelif ihtiyaç ve taleplerinin hepsi Allah’ın bir ismine götüren yollar ve gerekçelerdir. Her bir ihtiyaç ve sıkıntı insanı Allah’a götürüyor. Mesela, açlık ihtiyacı insanı Rezzak ismine götürür,hastalık hali Şafi ismine götürür ve hakeza. ***Biz başarılı olmak için dua etmeyecek miyiz ?Evlenmek için dua etmeyecek miyiz? Bediuzzaman Hz.leri Burada ;duanın dili çok önemli diyor .Sınava mı gireceğiz.Bizim için sınav ne ifade ediyor?Sadece üniversite kazanmaktan mi ibaret mi?Evlilik sadece sevdiğimiz birisine kavusmaktan mi ibaret? ***Peki tüm bu dünyevi isteklerimizi,uhrevi bir maksad için dua edebilmek mümkün mü?... Bir üniversite öğrencisi doğrudan maksadini yeniden gözden gecirecektir.Niçin kazanmak istiyorum ?..Ilimle insanlığa hizmet için mi ? Falancayla evliliği kullugumla derinlesmek için mi istiyorum,Ne için istiyorum ?Zengin olmak istiyorum,ne için istiyorum ?Gösteriş,konforlu bir hayat için mi ....Yoksa iş sahibi etmek ,burs vermek,insanlığa hizmet için mi istiyorum ...Zengin olduktan sonra nefis kendi payını istemeye başlıyor ....Evlat bile olabilir isteğimiz... Dua kulluktur ....Isteklerimiz kullugumuza mi yönlendiriyor,kullugumuza yardımcı mi oluyor ,yoksa sadece dünya...sadece nefis yorungeli mi... * Dua üzerinden uzun uzun tefekkuru gerektirir.Ben bunu istiyorum .Beni Gaye'ye ,yaratılış gayeme ulaştıracak bir adım mı bunu düşünmemiz gerekiyor . ***Duanın kabul olmaması ile şikayete ,yeise dusulmemeli .Bediuzzaman Hz.lerinin ifadesiyle "Duanın vakti henüz kaza olmadı "denilecek .Duam kabul olmadı,denilmeyecek.Çok istedim ama bana evlat vermedi Rabbim diye düşünen birisi -ki hepimiz zaman zaman bu tür düşüncelere giriyoruz -Şöyle düşünmeli :Allah benim kulluga devam etmemi istiyor .Duaya devam etmemi istiyor .Hatta yakarisin derinliğini istiyor... *Istediği şeyi dünyevi maksatlar için isteyen istediğini belirtiyor.Yani bizi ele veriyor . İkinci Mebhas Birinci Nükte <<İnsan, kâinatın ekser envaına muhtaç ve alâkadardır. İhtiyacatı âlemin her tarafına dağılmış, arzuları ebede kadar uzanmış. Bir çiçeği istediği gibi koca bir baharı da ister. Bir bahçeyi arzu ettiği gibi ebedî cenneti de arzu eder. Bir dostunu görmeye müştak olduğu gibi Cemil-i Zülcelal’i de görmeye müştaktır. Başka bir menzilde duran bir sevdiğini ziyaret etmek için o menzilin kapısını açmaya muhtaç olduğu gibi; berzaha göçmüş yüzde doksan dokuz ahbabını ziyaret etmek ve firak-ı ebedîden kurtulmak için koca dünyanın kapısını kapayacak ve bir mahşer-i acayip olan âhiret kapısını açacak, dünyayı kaldırıp âhireti yerine kuracak ve koyacak bir Kadîr-i Mutlak’ın dergâhına ilticaya muhtaçtır.>> <<Evet ey insan! Sende iki cihet var: Birisi, icad ve vücud ve hayır ve müsbet ve fiil cihetidir. Diğeri; tahrip, adem, şer, nefiy, infial cihetidir. Birinci cihet itibarıyla arıdan, serçeden aşağı; sinekten, örümcekten daha zayıfsın. İkinci cihet itibarıyla dağ, yer, göklerden geçersin. Onların çekindiği ve izhar-ı acz ettikleri bir yükü kaldırırsın. Onlardan daha geniş, daha büyük bir daire alırsın. Çünkü sen iyilik ve icad ettiğin vakit, <<yalnız vüs’atin nisbetinde, elin ulaşacak derecede, kuvvetin yetişecek mertebede iyilik ve icad edebilirsin. Eğer fenalık ve tahrip etsen, o vakit fenalığın tecavüz ve tahribin intişar eder.>> İkinci paragrafı kısaca açıklayacak olursak ; Fiil, iş demektir, infial ise “fiili kabûl etmek, kendisinde bir işin yapılmasına müsait olmak” mânasına gelir. Meselâ, yazı yazmak bir fiildir. Bu fiili suda icra edemeyiz, yâni suya yazı yazamayız. Dolayısıyla su, yazı yazma fiilini kabûl etmemiş olur. Ama bir kâğıda yazı yazarız, kâğıt, infial cihetiyle, kendisinde yazı yazılma fiilini kabûl etmiş olur. İnsanın fiil ciheti kendi gücü ve kuvvetiyle, şahsî ilmi ve becerisiyle bir şeyler ortaya koyması, bazı eserler yapmasıdır. İnfial ciheti ise onun İlâhî fiillerin icra edilmesine müsait olmasıdır. Meselâ, rızıklandırmak bir İlâhî fiildir. İnsan bu fiili kabûl eder, yâni onda bu iş icra edilir. Ama bir taş rızıklanmayı kabûl etmez, rızka muhtaç olmadığı için rızıklanması da söz konusu olmaz. İşte infial cihetiyle insan taştan daha ileri gitmiştir. İkinci Nükte <<İnsanda iki vecih var. Birisi, enaniyet cihetinde şu hayat-ı dünyeviyeye nâzırdır. Diğeri, ubudiyet cihetinde hayat-ı ebediyeye bakar.>> <<Evet insan bir çekirdeğe benzer. Nasıl ki o çekirdeğe kudretten manevî ve ehemmiyetli cihazat ve kaderden ince ve kıymetli program verilmiş. Tâ ki toprak altında çalışıp, tâ o dar âlemden çıkıp, geniş olan hava âlemine girip, Hâlık’ından istidat lisanıyla bir ağaç olmasını isteyip kendine lâyık bir kemal bulsun>> Açıklama Însan çekirdeğe benzer. Nasıl o çekirdeğe manevi bir kuvvet ve önemli bir donanım ve kaderden ince bir programlama verilmiş; ta ki o toprağın altından çıkıp yani o dar yerden genişe geçip her şeyi yaratan Allah'a yetenek lisanıyla ağaç olmasını isteyip; kendine layık bir mükemmellik bulsun. Eğer o çekirdek kötü huylarından dolayı ona verilen manevi donanımı toprak altında bazı zararlı maddeleri çekse; o dar yerde kısa sürede faydasız bozulup çürüyecektir. Eğer o çekirdek taneleri ve çekirdekleri çatlatan (Şüphesiz Allah’tır). Yaratılışa dair emrini yerine getirse- güzel kullansa o dar âlemden çıkacak meyveli koca bir ağaç olacak- küçük kısa hakikati ve manevi ruhu büyük kapsamlı bir hakikat suretini alacaktır. Nasıl bir tarlaya buğday tohumu ekilince, bu tohum gelişip büyüyerek buğday başağı oluyor; aynı şekilde insanın fıtrat ve mahiyeti de bir tarla gibidir, Allah bu tarlaya çok muhtelif kabiliyet tohumları ekmiştir. Şayet insan fıtrat tarlasındaki bu kabiliyet tohumlarını İslam suyu ile sulayıp, hayırda inkişaf ettirirse, herbir istidat kabiliyeti yönünde farklı bir mana ve farklı bir ibadet tarzına ulaşır. Böyle hissiyatların ibadet yönünde inkişaf etmesi, insan mahiyetinin kemalat ve hayır noktasından ağaç olmasıdır. İnsanın mahiyetinde kader planı ile konulmuş ve programlanmış maddi ve manevi sayısız kabiliyet ve duygular vardır. Bu kabiliyet ve programların iki yüzü var, birisi hayra diğeri ise şerre bakıyor. İnsan bu duygu ve kabiliyetleri şerre sevk ederse, bir nevi o duygu ve kabiliyetleri bozmuş ve kokuşturmuş oluyor. İşte insanın iradesini bu yönde kullanmasını Bediuzzaman Hazretleri su-i mizaç olarak isimlendiriyor. Yani su-i mizaç hayır ve güzellik için verilen bu duygu ve kabiliyetleri, insan kötü seçimi ile şer ve çirkin yolda istihdam ediyor demektir. Mesela; insandaki akıl bir cihazdır, bu cihaz sayesinde insan bütün kainat kitabında yazılmış manaları okuyor. Yine insandaki göz dünyadaki bütün renk tonlarını görebilecek bir kapasitedir. Kulak bütün sesleri işitir. Dil dünyadaki bütün yiyecek ve içecekleri tartıp ölçebiliyor. Kalp bütün kainatı kuşatacak kadar geniş bir mahiyettedir. Daha buna benzer çok cihaz ve duygular, insan mahiyetinde vardır. İşte bu cihazları şerde istihdam etmek su-i mizaçtır. Bir adam, bir hizmetkârına on altın verip “Mahsus bir kumaştan bir kat elbise yaptır.” emreder. İkincisine bin altın verir, bir pusula içinde bazı şeyler yazılı o hizmetkârın cebine koyar, bir pazara gönderir. Evvelki hizmetkâr, on altın ile a’lâ kumaştan mükemmel bir elbise alır. İkinci hizmetkâr, divanelik edip evvelki hizmetkâra bakıp, cebine konulan hesap pusulasını okumayarak bir dükkâncıya bin altın vererek bir kat elbise istedi. İnsafsız dükkâncı da kumaşın en çürüğünden bir kat elbise verdi. O bedbaht hizmetkâr, seyyidinin huzuruna geldi ve şiddetli bir te’dib gördü ve dehşetli bir azap çekti. İşte edna bir şuuru olan anlar ki ikinci hizmetkâra verilen bin altın, bir kat elbise almak için değildir. Belki mühim bir ticaret içindir. Aynen onun gibi insandaki cihazat-ı maneviye ve letaif-i insaniye ki her birisi hayvana nisbeten yüz derece inbisat etmiş. Mesela, güzelliğin bütün meratibini fark eden insan gözü ve taamların bütün çeşit çeşit ezvak-ı mahsusalarını temyiz eden insanın zaika-i lisaniyesi ve hakaikin bütün inceliklerine nüfuz eden insanın aklı ve kemalâtın bütün envaına müştak insanın kalbi gibi sair cihazları, âletleri nerede? Hayvanın pek basit, yalnız bir iki mertebe inkişaf etmiş âletleri nerede? Yalnız şu kadar fark var ki hayvan, kendine has bir amelde (münhasıran o hayvanda bir cihaz-ı mahsus) ziyade inkişaf eder. Fakat o inkişaf, hususidir. Üçüncü Nukte <<"Fakat o insan, infial ve kabul ve dua ve sual cihetinde, şu dünya hanında aziz bir yolcudur. Ve öyle bir Kerîme misafir olmuş ki, nihayetsiz rahmet hazinelerini ona açmış; ve hadsiz bedî masnuâtını ve hizmetkârlarını ona musahhar etmiş;..">> İşte insan, Allah’ın isim ve sıfatarının tecellilerine ayna ve mahal olmak noktasında, kainat kadar geniş, mahlukatın umumu kadar donanımlıdır. İnsan ekmeğe muhtaç olduğu gibi ekmeğin oluşmasında çalışan güneşe ve yıldızlara da muhtaçtır. Yani insan bütün kainata muhtaç ve bağımlı olarak yaratılmıştır. Bunun sebebi ise insan her şeyde Allah’ın varlığını ve birliğini hissedip o muhtaçlık vasıtası ile Allah’ı bulsun ve tanısın, sonra da ona kulluk etsin. İnsan, fıtratının bu geniş ve kuşatıcı donatımı sayesinde Allah’ın her bir ismini ayrı ayrı tanıyıp tartabiliyor. Ve ona külli bir muhatap haline geliyor. Kainat onun önüne serilmiş bir sofra hükmüne geçiyor. Ve insan Allah’ın sonsuz kerem ve şefkatine tam manası ile bir konu ve misafir oluyor. İnsanın her bir duygusu kainat sofrasına istifade için açılan bir pencere gibidir. Akıl, hayal gibi madde ile kayıtlı olmayan duyguların istifade alanı alabildiğine geniştir. Göz gördüğü alan kadar istifade ederken akıl ve hayal daha geniş ve daha ihatalı istifade ediyor demektir. <<Bir adam, bir hizmetkârına on altın verip “Mahsus bir kumaştan bir kat elbise yaptır.” emreder. İkincisine bin altın verir, bir pusula içinde bazı şeyler yazılı o hizmetkârın cebine koyar, bir pazara gönderir. Evvelki hizmetkâr, on altın ile a’lâ kumaştan mükemmel bir elbise alır. İkinci hizmetkâr, divanelik edip evvelki hizmetkâra bakıp, cebine konulan hesap pusulasını okumayarak bir dükkâncıya bin altın vererek bir kat elbise istedi. İnsafsız dükkâncı da kumaşın en çürüğünden bir kat elbise verdi. O bedbaht hizmetkâr, seyyidinin huzuruna geldi ve şiddetli bir te’dib gördü ve dehşetli bir azap çekti. İşte edna bir şuuru olan anlar ki ikinci hizmetkâra verilen bin altın, bir kat elbise almak için değildir. Belki mühim bir ticaret içindir.>> <<Aynen onun gibi insandaki cihazat-ı maneviye ve letaif-i insaniye ki her birisi hayvana nisbeten yüz derece inbisat etmiş. Mesela, güzelliğin bütün meratibini fark eden insan gözü ve taamların bütün çeşit çeşit ezvak-ı mahsusalarını temyiz eden insanın zaika-i lisaniyesi ve hakaikin bütün inceliklerine nüfuz eden insanın aklı ve kemalâtın bütün envaına müştak insanın kalbi gibi sair cihazları, âletleri nerede? Hayvanın pek basit, yalnız bir iki mertebe inkişaf etmiş âletleri nerede? Yalnız şu kadar fark var ki hayvan, kendine has bir amelde (münhasıran o hayvanda bir cihaz-ı mahsus) ziyade inkişaf eder. Fakat o inkişaf, hususidir.>> Bize verilen şiddetli muhabbet ve hisler ahireti kazanmak için verilmiştir. Buna ne gibi örnekler verebiliriz? Milyon dolarlık çok lüks bir uçak bize hediye edilse, biz bu uçağı alıp tavuk kümesi ya da buna benzer adi ve basit işlerde sarf etsek, yani uçağı gayesinin dışında bir alanda kullansak, elbette hem uçağı hediye eden o cömert zata hem de uçağın yapılış gayesine ihanet etmiş oluruz ve bir tedib ve tokadı hak ederiz. Aynı şekilde, insanın fıtrat ve mahiyetine takılan duygu ve cihazlar, Allah’ın çok yüksek ve kıymetli birer hediyeleridir. Veriliş sebep ve gayesi ise, Allah yolunda kullanmak ve ahireti kazanmak içindir. Biz bu duyguları ve cihazları kumar, içki, zina, hırsızlık, hile gibi adi ve süfli haramlarda sarf edersek, bir nevi gübre eşeleyen tavuklar konumuna düşeriz. İnsan için hem "mükemmel" kavramının; hem de "aciz, zaif, nakıs" gibi kavramların kullanılmasını nasıl anlamak gerekir? İnsanın mahiyetinin iki yüzü vardır. Bir yüzü hayra ve kulluğa bakar, diğer yüzü şer ve isyana bakar. İnsan hayır ve ibadet yönünden ahsen-i takvimdedir yani; mükemmel bir kıvamda yaratılmıştır. Aynı insan iradesini şer ve isyanda kullanır ise; bu kez de insan zalim ve cahil bir şekle bürünür. Yani insan, hayır ve şer noktasında nihayetsiz bir kabiliyette yaratılmıştır. Bu kabiliyetlerin hangi yönde kullanılacağı ciheti ise; insanın iradesine bırakılmıştır. İnsan, hayır kabiliyetlerini inkişaf ve inbisat ettirir ise, insan-ı kamil sıfatını alıp kainata halife olur. Yok şayet şer kabiliyetlerini inkişaf ve inbisat ettirir ise, bu kez mahlukatın en alçağı ve zalimi olur. Bu yüzden Kur'an'da insana hem mükemmel bir halife hem de zalim ve cahil sıfatları izafe edilmiştir. Hz. Ebu Bekir (r.a) ve Ebu Cehil'e dikkat ile bakılırsa, bu iki kavramın somut hali anlaşılır. Dördüncü Nükte <<İnsan, şu kâinat içinde pek nazik ve nâzenin bir çocuğa benzer. Zaafında büyük bir kuvvet ve aczinde büyük bir kudret vardır. Çünkü o zaafın kuvvetiyle ve aczin kudretiyledir ki şu mevcudat ona musahhar olmuş. Eğer insan zaafını anlayıp kālen, halen, tavren dua etse ve aczini bilip istimdad eylese; o teshirin şükrünü eda ile beraber matlubuna öyle muvaffak olur ve maksatları ona öyle musahhar olur ki iktidar-ı zatîsiyle onun öşr-i mi’şarına muvaffak olamaz. Yalnız bazı vakit lisan-ı hal duasıyla hasıl olan bir matlubunu yanlış olarak kendi iktidarına hamleder. Mesela, tavuğun yavrusunun zaafındaki kuvvet, tavuğu arslana saldırtır. Yeni dünyaya gelen arslanın yavrusu, o canavar ve aç arslanı kendine musahhar edip onu aç bırakıp kendi tok oluyor. İşte cây-ı dikkat zaaftaki bir kuvvet ve şâyan-ı temaşa bir cilve-i rahmet…>> Bilindiği gibi anne ve babanın çocuğa hizmet etmeleri, şefkat ve merhametlerindendir. Yoksa çocuk onları şahsî kuvveti ve kudretiyle kendine hizmet ettiriyor değildir. Güneşinden denizine, arısından balığına kadar bütün mahlûkatın insana hizmet etmeleri de Allah’ın rahmetiyle ve ihsanıyla gerçekleşir. İnsanın bu varlık âlemini kendi şahsî kuvvetiyle emrinde çalıştırmadığı açıktır. Allah, onun zaaf ve aczine merhameten bu mahlûkatı ona hizmet ettirmektedir. İşte bu hakikat “zaaftaki kuvvet ve aczdeki kudret” şeklinde nazarımıza sunulmuş bulunuyor. Allah, insanı fıtrat ve mahiyet olarak sınırsız ihtiyaçlar içinde yaratmıştır. Bu yüzden insan kainatta her şeye muhtaç bir durumdadır. Ama insan bu sayısız ihtiyaçlardan en basitini bile tedarik etmekten acizdir. İnsanın sermaye ve iktidarı en adi bir ihtiyacı bile karşılayamıyor. İnsan bu noktada mutlak bir acizlik ve fakirlik içindedir. İnsanın böyle bir mahiyette yaratılmasının sebebi, bu ihtiyaç hissi ile, muhtaç olmayan sonsuz zenginlik sahibi olan Allah’ı tanımak içindir. Yani insan her şeyde acizlik ve fakirlik saiki ile Allah’ın sonsuz kudret ve gınasına intikal ediyor. Yani insandaki sonsuz fakirlik, Allah’ın sonsuz zenginliğine açılan bir penceredir. İnsan bu pencere ile Allah’a bakıyor ve bu pencere sayesinde ona müteveccih oluyor. İşte insanın bu acizlik ve fakirlik damarı yüzündendir ki bütün kainat insana hizmet ettiriliyor. Güneş, büyüklüğüne rağmen insana soba ve lamba, ay ise takvimcilik yapıyor. Dağlar denizler ve ovalar hep insan etrafında işliyor ve ona hizmet ediyor. Bütün anne ve babaları yavruların etrafında pervane yapan sır, yine bu acizlik ve zaaftır. Aynı şekilde insan da şu kainatın kucağında aciz ve çaresiz bir bebek gibidir. Bu sebeple ki kainat insan etrafında Allah’ın sonsuz şefkati ile pervane gibi döndürülüyor. Çocuk ağlaması ile nasıl anne ve babasını kendine çekiyor ise, insan da sonsuz acizlik ve fakirlik damarını ibadet ve kulluk noktasından işletmek ile Allah’ın sonsuz merhamet ve şefkatini kendine çekebilir; o halini kendine şefaatçi yapabilir. Bu nükte özetle bu şekilde devam edip gidiyor. <<Ve o saltanatın sebebi, kuvvet ve iktidar-ı ilmî değil, belki şefkat ve re’fet-i Rabbaniye ve rahmet ve hikmet-i İlahiyedir ki eşyayı ona teshir etmiştir. Evet, bir gözsüz akrep ve ayaksız bir yılan gibi haşerata mağlup olan insana, bir küçük kurttan ipeği giydiren ve zehirli bir böcekten balı yediren; onun iktidarı değil, belki onun zaafının semeresi olan teshir-i Rabbanî ve ikram-ı Rahmanîdir>> Bir incir çekirdeği, sonsuz kudrete dayanmadan onun namı ile hareket etmeden, incir ağacını taşıyamaz, ona kaynaklık edemez. Bir arı, Allah’ın sonsuz ilim ve kudreti olmadan o mükemmel bal tatlısını icat edemez. Gözsüz ve şuursuz ipek böceği Allah’ın isim ve sıfatları olmadan o ipeği icat edemez. Yani bunları yapan ve arka planda işleyen Allah’ın sonsuz ilim, irade ve kudret gibi sıfatlarıdır. Bu sebeplerin acizliği ve icattaki zaafları onların arka cephesinde işleyen sonsuz ilim, irade ve kudrete işaret ediyor, onu güneş gibi kör gözlere gösteriyor. Diğer bir nokta da insana bu gibi aciz ve fakir şeylerin eli ile o güzel ve tatlı ikramları yediren, insanın kudret ve kuvveti değil acizlik ve zaafıdır. Yani kainatın insana itaatkar olması insanın aczine binaendir, yoksa dinsiz felsefenin iddia ettiği gibi insanın akıl ve kudretine binaen değildir <<İşte, insan dahi, Hâlıkının rahmetini inkâr ve hikmetini itham edecek bir tarzda, küfran-ı nimet suretinde, Karun gibi نَّمَاۤ اُوتِيتُهُ عَلٰى عِلْمٍ yani 'Ben kendi ilmimle, kendi iktidarımla kazandım.' dese, elbette sille-i azâba kendini müstehak eder." Bu cümlede yer alan âyet-i kerîmeyi ve konuyla münasebetini biraz izah eder misiniz? Ve bu âyetin “Hâlık’ın rahmetini inkâr ve hikmetini ittiham.” >> Küfran-ı nîmet, ulaştığı bir nimetin üzerini örtmek, yâni onu Allah’ın bir ihsanı olarak görmeyip, kendi gücüne yahut başka sebeplere bağlamak demektir. Müminlerin böyle bir hataya düşmekten sakınmaları için Kurân-ı Kerîm’de Karun’un acı akibeti nazara verilir. Karun, Mûsâ aleyhisselâmın kavmindendi. Daha önce çok fakir iken Allah’ın ihsanıyla kendisine bir ilim verilmiş, o da bu ilim vasıtasıyla çok zengin olmuştu. Bazı tefsirlerde bu ilmin kimya ilmi olduğu, bazılarında da iktisat ve ticaret ilmi olduğu kaydedilir. Hazret-i Mûsâ (as.), Karun’a zekât vermesini teklif ettiğinde, Karun buna itiraz etmiş ve âyette bildirildiği gibi, bu serveti kendi ilmiyle ve gücüyle kazandığını söyleyerek teklifi reddetmiştir (Kasas, 28/78). Bediuzzaman Hazretleri onun bu davranışının “Hâlık’ının rahmetini inkâr ve hikmetini ittiham” olduğunu nazara veriyor. Bütün hayırlar Allah’ın elindedir. İnsanlar, kâinatta konulan hikmet kanunlarına riâyet ederek çalışır ve kendilerine nimet ihsan edilmesini Allah’tan talep ederler. Cenâb-ı Hak, hikmeti iktiza ederse o nimeti verir. Bu durumda, o nimete kavuşan kişinin yapması gereken şey Allah’a şükretmektir. Aksi halde O’nun rahmetini inkâr etmiş olur. Karun, kavuştuğu bütün servetin kendisine verilen ilim ve hikmet sayesinde olduğunu hiçe saymakla, küfran yolunu tutmuş ve bunun cezası olarak, bütün müminlere büyük bir ibret dersi olmak üzere, yer yarılmış hazineleriyle birlikte yere gömülmüştür. Beşinci Nukte <<İnsan, şu dünyaya bir memur ve misafir olarak gönderilmiş, çok ehemmiyetli istidat ona verilmiş. Ve o istidadata göre ehemmiyetli vazifeler tevdi edilmiş. Ve insanı, o gayeye ve o vazifelere çalıştırmak için şiddetli teşvikler ve dehşetli tehditler edilmiş. Başka yerde izah ettiğimiz vazife-i insaniyetin ve ubudiyetin esasatını şurada icmal edeceğiz. Tâ ki “ahsen-i takvim” sırrı anlaşılsın.>> Bilindiği gibi, memur, emir dinleyen, emre göre hareket eden demektir. Bir memur, kanun ve yönetmeliklere göre hareket etmek zorundadır. İnsan da bu dünyada başıboş bir varlık değildir. Bu dünya imtihanını kazanması ve cennete layık bir dereceye ermesi için yapması gereken işler vardır. Bunlar İlâhî fermanla kendisine bildirilmiştir. Öte yandan, insan bu dünyada Allah’ın misafiridir. Bu kâinat Allah’ın mülküdür ve insan bu mülkte bir süre kalacak, sonra bir başka âleme göçecektir. Bu misafir, Bediuzzaman Hazretlerinin, "Misafir olan kimse, beraberce getiremediği bir şeye kalbini bağlamaz." sözünü kendine rehber edinmeli, misafirhanenin eşyalarıyla meşgul olmak yerine, bu kısa dünya hayatında kendisine yüklenen görevleri en iyi şekilde yerine getirmeye çalışmalıdır. <<Ey ahsen-i takvimde yaratılan ve sû-i ihtiyarıyla esfel-i safilîn tarafına giden insan-ı gafil! Beni dinle. Ben de senin gibi gençlik sarhoşluğuyla gaflet içinde dünyayı hoş ve güzel gördüğüm halde, gençlik sarhoşluğundan ihtiyarlık sabahında ayıldığım dakikada, o güzel zannettiğim âhirete müteveccih olmayan dünyanın yüzünü nasıl çirkin gördüğümü ve âhirete bakan hakiki yüzü ne kadar güzel olduğunu>> Însan duygu ve cihazlarını işletecek en önemli ve verimli dönem olan gençlik ve ömür sermayesini, dünyanın adi ve gelip geçici şeylerinde meccanen harcarsa, dehşetli bir hüzün ve azaba düşer. Ne dünyadan ne de ukbadan umduğunu bulabilir, hayatı bütünüyle zehir olur. İnsan tamamı ile ahirete programlanmış ve orası için yaratılmıştır. Böyle bir programı dünyanın kir ve pasları içinde heba edersek, o mükemmel fıtratımız ve mahiyetimiz gayet adi ve basit bir dereceye düşer. İşte insanın ahsen-i takvimden esfeli safiline düşmesi bu manayadır. Nasıl değerli bir elmas ve altın, kaba ve pis bir şeyde kullanılırsa müteessir olur, yani onun değer ve kıymetini bir hakaret olur; aynı şekilde elmas ve altından daha kıymetli olan insanın duygu ve latifelerini de dünyanın kaba ve pis şeylerinde öldürmek ve söndürmek, aynen mahiyet-i insana bir hakaret, bir ıstıraptır. Istifade edebilmek duasıyla ... Keyifli okumalar ...
Mutâlî’ okurunun profil resmi
Selamun Aleyku Hayırlı Sabahlarınız ola:)) Meryem Yılmaz hocam incelemesini gönderdi:))kendisine çook teşekkür ediyorum ve incelemesini sizlerle paylaşıyorum; Hz. İnsan - Dücane Cündioğlu Kapı Yayınları, 15. Basım: Ekim 2017 İnceleme: Meryem Yılmaz 19.01.2018 Önsöz ile beraber otuz deneme ile karşı karşıyayız eserde. Çok yönlü, çok yazan, çok düşünen bir kelâm sahibi Cündioğlu ve ben onu tarif etmeye kalkışırsam en kestirme yoldan 'ıstırab sahibi' derim, Kemal Sayar'ın ifadeleriyle "Istırabı uyuşturduğumuz bir dünyada yaşıyoruz. Çılgın bir hızla ve, alabildiğine tüketerek, acıyan yerlerimizle yüzleşmekten kaçarak." evet işte böyle bir dünyanın orta yerinde -çoğunlukla- kendi halinde ama yerinde bir feryad ile ıstırabı baş tacı ediyor Dücane Hoca, rahatımızı bozuyor, yüzleşmekten kaçtığımız ne varsa ortaya döküyor, 'hakikatte ve hakikaten' bir ıstırab çektiriyor ancak okumak kapısına varmışsanız ortak oluyorsunuz siz de bu hâle. Çünkü soruyor, sorguluyor evet belki derdi cevaplar bulmak ama işin sonunda varıp bir cevaba kavuşulamayacağını bildiği ân'larda dahi sormaktan geri durmuyor. "Istırabı veren sorudur, cevap değil. Cevaplar yatıştırır, sorular kışkırtır. Yatışan nefisler ıstırab duymaz." (sf 71) diyor kendi lisanıyla. Belkide Cenabı Aşk kitabında "derdimizin dermanımız olduğunu bilip ıstırabından zevkyâb olmaya çalışalım" ifadesiyle evvelâ dert sahibi olmaya davet ediyor bizi ve belli ki o mertebeden sonra nice kapının başka türlü açılacağını bilme bilinciyle ıstırabı derman olarak görmenin mümkün olduğunu duyuruyor. Daha ilk sayfalardan itibaren sarsılmamak elde değil, böyle başladıysa nasıl devam eder diye korkmadan edemedim. Nuh as'dan ve tufandan çarpıcı sahneler, "Herşey O mudur, yoksa O'ndan mıdır?" Sorusuyla çepeçevre, sıratı müstakimi bulma gibi zorlu bir mücadelenin ortasında kalakalmak. İşte başlangıcı böyle yapıyoruz. Sayfada kalan boşluğa şöyle iliştirivermişim; Herşeyin O(c.c) olduğunu bilerek herşey O(c.c)'ndandır demek, makbul olandır. "Ayinedir bu âlem, her şey Hak ile kaim Mirat-ı Muhammedden Allah görünür daim." Barla Lahikası/98. Mektup O halde Hz. Peygamber Aleyhisselam'a tabî olup, sadık bir ümmet olanlar da Hakk'a birer aynadırlar fakat kabiliyet ve makamları nispetinde. Burda mesele; ifrat ve tefritten mümkün mertebe sakınmak gerekliliğidir. Her birimiz kendimizce devam ettiriyoruz hayatlarımızı ve bakıp görmeyi başarabildiklerimizle mertebemizi bulma yahut yüceltme gayretindeyiz, mesela; dillere pelesenk ifadesiyle 'Ben kulumun zannı üzereyim.' evet bu hadis-i kudsîyi biliriz, yeri gelince de dilimizden öylece dökülüverir ama kaçımız mahiyetini anlamış durumdayız, "Herkes Hakk'ı kendi makam ve mertebesinden makamı ve mertebesi kadarınca bilir ve tanır; kendi rabb-i hassı neyse, ancak o kadarıyla fark eder, edebilir." (Sf 12) satırları hâkiki mahiyeti anlamaya yönelik yazılmış ne güzel satırlardır. Sayfalar Hz. İnsan'a yol alırken önce tevazu sonra delilik kapılarından geçiyoruz. Tevazu hakikatte nedir bunun keşfi epeyce mühim öyle ki; riyakârlık bir adım ötesinde, pusuda. "Hasılı, aşağıda olmak başka, aşağıda görünmek daha başka!" (Sf 16) diyor demek ki maharet aşağıda olma bilinci ile kendini aşağı çekmede. Cündioğlu okurken belki de iple çektiğim bölümler kendisinin ifadesiyle "sözü soyduğu" satırlar. Dil bilimci olması bu işi muhakkak kolaylaştırıyor ama kelimelerin alt anlamlarını, kökenlerini okumak, harf harf ayrıştırılırken harf harf çoğaldığını görmek gerçekten çok iyi geliyor bana. Tabi bu durumun dezavantaja dönüşmesi de mümkün, her ne kadar 4 sayfayı geçmeyen denemelerden oluşsada, bazen son sayfaya ulaştığınızda 'ne okudum ben?' deyip bağlantıyı kaybedebiliyorsunuz ya da bitiriş yavan gelebiliyor, bazı ifadelerde de tekrara düşülmüş olduğunu söylemekte bir beis görmüyorum. Ama bunun manayı pekiştirmek gayesiyle yapıldığını düşünüyorum. Yani anlam arayışında olan, kendi arayışını başka arayışlarda soluklatmayı ganimet sayan her okura ulaşması gereken satırlar bunlar. 'kalbin kalbe secdesi' başlığı var ki; secde halinin de vecd halinin de tertemiz bir anlatımı ile karşımızda, "Bak bakalım, kalbin hiç secde ediyor mu?"(sf 29) derken hiçleşiyorsunuz evet öyle ya zaten "secde hiç olmaktır" ve "kalbin secdesi âzaların secdesi değildir." Evet belki asıl marifet kalbin secdesidir, âzaların secdesinden hasıl olan gaye; kalbi secdeye davettir. Takip eden bölümlerde dilimizde bir zarafet ifadesi olarak yer bulmuş, uzun yıllarda öyle kullanılmış fakat her nasılsa bazı tahribatlar görmüş deyiş ve deyimlerde (hayy'dan gelen hû'ya gider) yaşanan mâna kaymaları irdeleniyor. 'hû sorusu' ve 'hû'nun sorusu' bölümleri gerçekten doyurucu, idrakimin genişlediğini ve bocaladığımı hissettiğim anlar bütünü. "Hûnun özünü merak ediyor muyuz? Hayır! Etseydik sorardık." (Sf 43) Sorduğumuz ne olmalı, soracağımız ne? Bir tek anlam mı, yoksa ehemmiyetinden haberdar olmayışımız da bu sorgulamaya dahil edilmeli mi? Yazılmış sorulara siz de yenilerini ekleyiverdiniz işte. Buraya kadar bir basamak geçmişizdir herhalde şimdi başka bir tanesinin ayak ucundayız; -'hz. insan'ın tevazûu' - 'hz. insan'ın fakrı' - 'hz. insan'ın urûcu' - 'hz. mi, hazret mi?' Bölümleriyle kitabı ortalamış oluyoruz böylece. Mesele dönüp dolaşıp tevazûa geliyor; tabiatta Cemadât, Nebatât ve Hayvanât sıralamasını İnsan takip eder ve evet her şey insan için yaratılmıştır fakat insan da Allah için yaratılmıştır. ( Bakara, 2/29, Casiye, 45/13, Bakara, 2/156) O halde insan evvelâ kendini tanımalı ve haddini bilmelidir. Kişi kendini bildikçe tevazu sahibi olur, göğe erecek kıvama ulaşır belki ama kanadının ucu yere değer. "Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsîn sen!" diyen Şeyh Galib'i iyice bir anlamalı öyleyse. Bu hâl, fakrı ikrarı da beraberinde getirir, yoksulluğunun, acziyetinin, garipliğinin farkına varmış bir kimse de elbet yükselişe geçer. Çünkü garipler bizzat Efendimiz'in (s.a.v) diliyle müjdelemiştir. Tam bu bölümde (hz. insan'ın urûcu, sf 53) Cündioğlu bizi oruca dair acayip bir aydınlanmanın içine sürükler, "selef-i salihîn'in savm-ı samt denen 'susma orucu' tuttuklarını, Kur'an da Hz. Meryem'in de susma orucu tuttuğunun ifade edildiğini, susmanın aslında hiç konuşmamak olmadığını, aslında kendi kendine konuşma fırsatına kavuşmak için başkalarıyla konuşmaya ket vurma olduğunu etraflıca anlatır. Tüm bu ifadeler bana 'tefekkür'ün ehemmiyetini, düşünmenin hakkının ancak bu şekilde verileceğini düşündürttü. Neden Hz. İnsan diye sormak geçiyor insanın içinden; kitabın adını duyunca yahut kitabı elinize alınca, bazı açıklamalarının ardından "Hz. İnsan ifadesini, insanlık mertebesine karşılık olmak üzere değil, bilakis bu mertebenin hakkını vermiş olan örnek kişi anlamında kullandığımı söyleyebilirim." (sf 61) diyor Cündioğlu, mertebesinin hakkını verdiğinde insan-ı kâmil olan varlık; insanlık mertebesinden; zeval, noksan yahut afet'e düşebilir pek tabî. O halde yazar eserini evvelâ kendine yazmış ve her bir okurunun penceresinden, kendi hakikatlerini bulma yolunda, yine kendi kabiliyet ve istidatlarının dereceleri mukabilinde okurunun istifadesine sunmuştur. Burdan sonra takip eden iki bölüm bir başa dönüş sanki çünkü yeniden tevazûu konuşuyoruz satırlarla. Mevzunun rota değiştirmesinden hemen önce 'bilmek niçin ıstırab verir?'(sf 70) sorusunun fitili ateşleniyor ve bilme dairesini tamamlamak için soru sormak gerekliliğini, lakin soru sorulduğunda ıstırabın da cemalini gösterdiğini hatta öyle ki pusuda beklediğini ama tüm bunlara göğüs gerebildiğimiz takdirde ıstırabın kendiliğinden sona erdiğini ifade ediyor yazar. Çünkü hakikatini bulan artık sormaz, soru yoksa ıstırab da yoktur! Ancak hakikati hakkıyla bulmak mümkün müdür ondan pek emin değilim ben, yaşamak devam ettiği müddetçe aramak da devam edecek bence ve evet "arayınca bulunmaz" lakin "bulanlar hep arayanlardır." Kitabımızın son çeyreğine girmeden hemen önce birbirinden ilginç iki yazının karşısındayız, 'insan' mevzû olur da 'cinsellik' bundan geri mi kalır, yüzyıllardır münakaşası bitip tükenmeyen bir meseleyken üstelik. İlk yazı 'hikmet ve cinsellik' ne enteresan, ne yerinde bir başlık. Hristiyanlık, özellikle Batı Hristiyanlığı gıyabında cüretkâr, oldukça yerinde tespitler var bu satırlarda, belki bir şuur meselesi demek çok daha doğru olur. "Cinsellik ve müstehcenlik İslam'da değil, Hristiyanlıkta tabudur. Cinsellik Asya dinlerinde hikmet'in bir tezahürü, bir boyutu, bir ayetidir; nefsin mertebe ve makamlarında dervişlerin seviyelerinin alameti, nefse hakimiyetlerinin göstergesidir..." (sf 77) Bunlar ne sağlam ifadeler, şimdi köşe bucak kaçışımız, her bir şeyi ayıp kabul edişimiz yüzünden mi yaşıyoruz tüm bu manasız, ahlâksız kırılıp, dökülmeleri. "Madde ve Mânâ.. Ruh ve Beden... Fizik ve Metafizik... Erkek ve Kadın..." (sf 78) birbirinden ayrılmayan, ayrılmaması gereken hakikatin vecheleri. Sadece kendini tanımak, haddi bilmek yeterliyken bu dağıtmışlık niye? Kendi hakikatine bigane olan gafletteyse; cinsel kuvvet ve kudretine hakim olamayan da, bilemeyen de gaflettedir. "Doğu bilgeliği cinsellik konusunda abartılı aktarımlardan kaçınmak bir yana niçin cinsel kudret ve kuvvet meselesini özendirici bir tarzda sunar? Abaza muhabbeti yapmak için değil elbette. Hikmeti öğretmek için. Çünkü ruha, nefse mânâya hakim olan, bedene de, doğaya da hakim olur" (sf 79) Düşmanı tanıyıp ona göre taktik geliştirme dersem yanlış birşey demiş olmam herhalde. 'cinselliğin hı ristiyancası'* (*yazım kitaptaki gibidir, sf 81) başlığı altındaysa daha derin ve yaralanmış bazı hakikatlerin tesbiti sözkonusu. Bir yanda Hz. İsa'yı (a.s) örnek alan rahipler diğer yanda Hz. Meryem'i örnek alan rahibeler yani çarpık bir zihniyetle kadınsız erkekler, erkeksiz kadınlar.. İnsanın doğasını baltalayan bu zihniyetle, bir beşeri, ilah oğlu makamıyla ilahlaştırma. Buna elbette en güzel cevap Kur'an'î eleştirinin en veciz ifadelerinden biri olan İhlas Suresi ile verilir. Bu kısımda Nietzsche'den, Sadizm ve Mazoşizm'e ad verenlerin hayatlarından kesitlere kadar doğasına aykırı hareket eden, o minvalde inanan insanın yaşayabileceği vaziyetler ifade edilmiştir. Kanaatimce dikkatli ve şuurlu bir okuma gerektiren bu kitap bu bölümlerle zirveye oynadı. Kalan 25-30 sayfalık bölüm biraz daha ağır bir tempoda okuduğum kısımdı belki yoğun bir okuma olduğu için finale enerji bırakmamış olabilirim ya da değişen okuma koşullarım yüzünden de böyle bir durum oluşmuş olabilir, incelemeyi yazmaya çabalarken gördüğüm; bu kısımların da satır aralarında pek çok meslenin gün yüzüne çıkarıldığı. Kitabın son satırları şöyle; "Sana ancak hüznümü miras bırakabilirim ey talip! Onu sevinçle değiştirip değiştirmemek sana kalmış." (sf 124) Ne paha biçilmez bir hediye, hüzünlerimiz değil midir bizi diri kılan? Bekâ arzusundan kurtaramadığımız benliğimize vurulabilecek en güzel pranga değil midir hüzün? Ve böylesi hüzünlerin ardından gelmez mi en büyük sevinçler. Aldım, kabul ettim. Cündioğlu'nun hakikat arayışına bizi de böylece dahil etmesi ve yüksek bir bakış kazandırmaya çalışması, son sözlerini de tevazû ile bitirmesi bana Ali Ural'ın şu satırlarını hatırlattı; "Ey yolunda parçalarıma rastlayan arkadaş. Göz ucuyla bakıp geçme eksiklerime. Merhamet et ki yerdekine, merhamet olunsun gökten." Buraya kadar okuma sabrını gösterebilen okur arkadaşım, göz ucuyla bakıp geçmediğin için eksiklerime teşekkürü elbet borç bilirim. Keyifli bereketli okumalar nasip ola! Selametle.. ALINTILAR "Yaşama umudunu değil, bizatihi yaşam sevincini nerede arayip nerede bulacağım öyleyse?" Önsöz 10 "Küf kokan bir yazı bu! Ne burnunu tıka, ne huzurdan ayrıl ey talip!" Önsöz 11 "Dayanabileceği son kertede çatırdayan muhkem balkon demir- lerinin bile acusina dayanamadığı bir hüznün eşliğinde kendini boş luğa uçarken bulan adamun, izni olmaksızın güneşe bakmaktan ka- maşmış gözlerden saklamayu tercih ettiği şaşkın bakslanya karsi laşmak için ne denli büyük bir günah işlemiş olmalıyım?" Önsöz 11 "Tenzih ehli kurtuldu, teşbih ehli helak olfu. Zahirde." Sf 7 "Nuh, Varik'in birliğine değil, Tann nun birliğine çağrd Tan nm ne olduğunu söyleyenleri knadu, ne olmadant soyledi. Teybihi berakan, tenrih edin o dedi. Tanri se Varliki ayrda putperestleri lanetledi. ortakkonculan. Bir tarafta cem ehli, bir tarafta fark ehli." Sf 8 "Hakk'a dair her tasavvur, tasavvur sahiplerince haktır ve fakat Hak nezdinde (hakikatte) hepsi de zandan ibarettir, zira tasavvurun kendisi zandır." Sf 12 "Zahirde bâtını, zanda ilmi teşhis etmek, gölgede ışığı, alacalıda beyazı bulmaya çalışmak gibidir. Hakkı hakla, ilmi ilimle bilmelidir." Sf 13 "İdrakin mertebeleri vardır; herkes kendi idrakince hakkı ve hakikati idrak eder; bazıları hissen, bazıları hayalen, bazıları vehmen, bazlan da aklen..." Sf 13 "Ey talip, görüşünden, bilişinden değil; görüşünde, bilişinde ısrar etmekten utan! Sen aklınsıra kavradığını zannediyorsun. Oysa kavranan sensin, farkında bile değilsin!" Sf 14 "Uslu olanlar,usun sınırları içinde kımıldamadan duranlardır. Aşk ise harekete geçmeyi, yerinde durmayı gerektirir." Sf 22 "Fiil değildir ki aşk, infialdir. Tercih değil, zarurettir. Kuvve değil, fiil değil, bizatihi istidaddır." Sf 26 "Kalp secde eder mi? Elbette eder; hem de ebediyete kadar!" Sf 28 "Basit bir misal verecek olursak, kişi ya çocuk sahibi ol(a)madığında acı çeker ya da çocuğunu kaybettiğinde. İkisi de 'mülkiyet' talebiyle alakalıdır; zira mülkiyet talebi, ya şeyleri kendimiz için var kılmayı ya da varlığına sahip olduklarımızın varlığını sürekli kılmayı istemekten ibarettir. Her iki halde de insanoğlu şeylerin kendisi için var olmasına sevinmekte, yokluğuna ve/veya yok olmasına yerinmektedir." Sf 31 "İsteklerinizden vazgeçiniz -ki buna rıza ve teslimiyet denir- göreceksiniz ki acılarınızın en önemli kaynağı kuruyacaktır. Nitekim "Ne varlığına sevinirim, ne yokluğuna yerinirim" diyen Yunus'umuz, dikkatlerimizi bu hakikate çekmeye çalışır." Sf 32 "Sahip olmak değil, sadece olmak, yani rıza ve teslimiyet. Nasip edilen kadarıyla, yani sevilme istidadı kadarınca sevilmek." Sf 33 "Bizi, yoksulluğa, yoksulluğumuzu idrake davet edecek olanların sesini duyabilmek için şehrin öte yakasindan koşup gelen sevgiliyi (habib) kendi ellerimizle frrlattığımız taşlarla yine bizler katlediyoruz; kendi sevgilimize, kendi özümüze hançeri başkası değil, biz saplıyoruz. Yoksulluğumuzu duymak ve duyurmak istemiyoruz. Fakrımızı idrak etmekten korkuyoruz." Sf 52 "Düşünebilmek icin sesin hareketi de durmalı, başkalarıyla konuşmamalı insan, susmalı, sükut etmeli." Sf 54 "Şehr-i Ramazan'da oruç tutmak, muayyen bir süre içinde bedeni kuvvelerden bir kısmının hareketini durdurmak maksadina matuftur; zihnin kuvvelerinin harekete geçebilmesi için bedenin kuvvelerini tatil etmektir. Düşünmenin hareketine alışmamış zihinter, bedeni faaliyetlerine bir süreliğine olsun ara verdiklerinde hemen güçten düşerler. Bu bir hakikat! Öyle ki onlara sanki zihinleri durmuş gibi gelir ve bunun nedenini yemek yememelerine veya bir şeyler içmemelerine bağlarlar. Oysa hareketi duran zihin değildir! Kendilerine oruç tutmalarını emreden, onlardan zihinlerinin hareketini durdurmalarını istememiş, bilakis düşünmeyi harekete geçirmeleri için onları sükûnete davet etmiş, bedenin her daim faal olan azalarını hiç değilse bir aylığına sükûna erdirip bu firsattan istifadeyle düşünmenin yolunu açmak murat edilmiştir. -Ne var ki kapali bir musluk uzun bir aradan sonra açılınca hemen öksürmeye başlar, ilk aktğında ise paslı paslı akar; tıpkı bunun gibi düşünme yetilerini hareketsiz bırakmış ve buna mukabil bedenî yetilerine dinlenme imkânı vermeyi akıl edememiş yığınlar şehr-i Ramazan'ın bereketinden yeterince istifade edemezler; yeterince düşünmezler çünkü." Sf 57 "Evet tevazu tek kelimeyle bir itiraf biçimidir; insanın haddini itiraf etmesi demektir." Sf 62 "Kişinin kendisini 'hiç'likten daha da aşağıya indirecebileceği başka bir makam var mıdır?" Sf 64 "Çünkü ıstırab soru sorulduğunda Cemalini gösterir. Öyle ki soru bir kez sorulmaya görsün, ıstırab da hemen eşliğinde sızar odadan içeri..." Sf 72 "Maksud-ı aslî yaşamaktır. Yaşamak için bilmeye, bilmek için sormaya, sormak için cevaplamaya ihtiyaç vardır." Sf 73 "Rahmetli babam, Hz. Musa'nın maddeyi, Hz. İsa'nın mânâyı ve fakat Efendimizin (s.a) hem madde'yi hem de mânâ'yı temsil ettiğini söylerdi." Sf 75 "Cenab-ı Hak, hakîmdir, hikmet sahibidir. Efendimiz (s.a) de öyle. O da hikmetin sahibiydi, ehliydi, muallimiydi. Buna karşın fakihler cinselliğin hukukî, tabipler tıbbî tarafını bilirilerdi. Sufiler ise, cinselliğin hassaten manevî tarafıyla meşgul idiler." Sf 77 "Nefsi yenmek, şeytanı yenmek demektir; içerideki veya dışarıdaki şeytanı.." Sf 80 "Hz. Meryem annedir. Sadece anne. Bir oğula, kendi oğluna nispetle anne. Ama eş değil. Bir erkeğin eşi, zevcesi, kadını değil. Nispeti olan iki erkek vardır hayatında: babası ve oğlu. Bir babanın kızıdır ve bir oğulun annesi. Fakat bir erkeğin zevcesi değildir. Olmamıştır." Sf 82 "Hristiyanlığın bu kökten doğa karşıtlığına yönelik Kur'anî eleştiri, en veciz ifadesini İhlas Suresi'nde bulur. Cenab-ı Hakkı en veciz biçimde hem doğurmamış (lem-yelid), hem de doğrulmamış (lem-yûled) olarak niteler. Hak, varliğuni başkasana borçlu değildir. O birdir, biriciktir! Doğası yoktur. Doğa değildir. Doğal değildir." Sf 82 "Annesiyle sorunu olanın, eşiyle ve kızıyla sorunu olmaması imkânsızdır." Sf 85 "Söylemekten niçin kaçınalım, Batı'nın tarihi biraz da şefkatsizliğin tarihidir. Yıkıcılığıbda bundan." Sf 87 "Bati'daki tüm sorunlar, Hıristiyanlığın yaşama, doğaya, insana ve Tanrı'ya ilişkin hastalıklı tasavvurlarindan kaynaklanır. Tüm nefretlerinin kökeninde bu hıristiyanca ekşime vardır. Doğa'ya ve Doğu'ya yönelik tüm nefretlerinin kökeninde... Ortaçağ boyunca cadıları yakanlar biz değildik. Olmadık. Cadılar, yani kadınlar..." Sf 88 "Bilimle sanatın konşu olmaması, aralarında konuşabilmelerini mümkün kılacak bir dilin mevcut olmamasından kaynaklanıyor. Çünkü: Dilsizler haberini kulaksız dinleyesi Dilsiz kulaksız sözü can gerek anlayası" Sf 92 "Modern insana göre insan canlı değildir. Bizim nezdimizde ise otlar da, taşlar da canlıdır! Yeter ki biraz kulak veriniz, inanınız o zaman bu âlemde varolan her şeyin nefes alıp verdiğini duyabilirsiniz." Sf 97 "Anlam taşıyıp taşımadığı dikkate alınmaksızın ağızdan çıkan seslere lafız; şayet hiç anlam taşımıyorsa laf, anlam taşıyorsa kelime (sözcük); tamlamaları kapsıyorsa kavl, cümleyi kapsıyorsa kelam (söz) denir. Belirli bir grup tarafından özel olarak kullanılan sözcüklere ise terim (ıstılah) adı verilir. (Jargon ve argo ise tasnifin daha at katmanları için kullanılır.)" Sf 102 "Konuşuyorsak sözcükleri iyi anlamak, düşünüyorsak kavramları iyi bilmek, yaşıyorsak duyguları iyi tanımak zorundayız." Sf 106 "Günümüz insanı için sadece 'bilmiyor' diyemeyiz; o artık bilmeyi de istemiyor. Hal böyle olunca, bu isteksiz insan, bilmediğini bilmek ister mi? Asla! Bu insan tipi o denli isteksiz ki bilmeyi istemediği için, bilmediğini bilmeyi de istemiyor. Çünkü bilmeyi isteseydi şayet, bilmediğini bilmeyi de isterdi. Bilmeyi istemeyen, bilmediğini bilmeyi niçin istesin ki?" Sf 107 "Dilerseniz, bu ezeli kaybediş öyküsünü bir de William Shakespeare'in dilinden dinleyelim: Oh, I have lost my reputation! I have lost the immortal part of myself, and what remains is bestial. Ah, ki ne ah! Kaybettim haysiyetimi! Ölümsüz olan yanımı kaybettim ve geriye bir tek hayvanî yanım kaldı. Ah, ki ne ah!" Sf 108 "Düşünceler ve düşler insan zihnine yukarıdan gelir, istikameti düşeydir." Sf 109 "Düşünmekle biliriz, ilim sahibi oluruz; düşlemekle tanırız, irfan sahibi oluruz." Sf 110 "Kuklaların dünyasında söz bir türlü öze gelmiyor; çünkü öz söze gelmiyor. Öz söze gelseydi, zann libasına bürünür; söz de ister istemez özü libasıyla nazarın önüne bırakmak zorunda kalırdi... Oysa öz nâdanın nazarına da gelmez.. Ne yaman çelişki değil mi, öz, tanınmamak için her daim çıplak dolaşıyor." Sf 116 "Ey talip, unutma ki kirlenmemek kirden münezzeh olanlara, arınmak ise yazgısı kirlenmek olanlara özgüdür. Demek ki sen kirlenmemekle değil, arınmakla mükellefsin!" Sf 120 "Sana ancak hüznümü miras olarak bırakabilirim ey talip! Onu sevinçle değiştirip değiştirmemek sana kalmış." Sf 124
Mutâlî’ okurunun profil resmi
Es-selam! Değerli Dostlar! İslam Düşünce Okumaları üzere ilk incelemeyi Süha Murat KAHRAMAN Bey gönderdi:)) Teşekkür ediyorum ve incelemeyi sizlerle paylaşıyorum; ÜÇ ZOR MESELE ( İSMET ÖZEL ) İnceleyen: Süha Murat KAHRAMAN ÜÇ ZOR MESELE”yi “teknoloji, medeniyet,yabancılaşma” konularında, ülkemiz Müslümanlarına yön vermek amacıyla hazırlanmış bir eser olarak kabul edebiliriz.Kitap; “neyim” sorusuyla “yabancılaşma”yı, “ne yapıyorum” sorusuyla “medeniyet”i, “nasıl yapıyorum” sorusuyla da “teknoloji”yi açıklayarak bunların birbirleri ile olan bağlarını ve bunların birbirlerinden ayrı değerlendirilemeyişlerini izah etmektedir. Yabancılaşma; insan olarak kendimizi nasıl algıladığımızla ilgili bir kavramdır..Bu kavramı Özel, insanın anlam arayışı sürecinde ele almaktadır.Ona göre,insanın; kendisiyle, hakikatle,gerçeklikle, tabiatla … kurduğu ilişkilerin sıhhati ölçüsünde yabancılaşma gerçekleşir veya gerçekleşmez.Hayata, ahiret ile hayat dışı bir alandan anlam yüklemeyi başaran,varoluş güvenliğini iman ile sağlayan ve sağlamlayan kişilerle; zulüm, küfür ve hiçliğin içerisinde karanlıkta kalanların bu noktadaki durumu bir değildir.Özel, kendi içerisinde bir bütünlük arz etmekte zorlanan günümüz insanının aile,cemaat,millet,medeniyet ilişkilerine ışık tutar.Teknolojinin insanları tek tipleştirmesini vurgular.İnsanların, birbirlerine benzeyen bireyler olarak birbirlerinden uzaklaştığının altını çizer.Hayatı anlamlandırabilmek için ölümü ve hayatı birlikte ele almayı önerir. Medeniyet;yaşama biçimimiz, insanlarla olan bağlantımız, hayat tarzımızla ilişkili bir kavramdır.Özel,medeniyet kavramını kullanırken daha çok Batı Medeniyet’ine atıfta bulunurken, medeniyetin beşer mahsülü olduğunu,birçok medeniyetin varolduğunu hatırlatır. Medeniyeti bir insan kalıbı olarak görür.Onu,kendi döktüğü kalıplara girmeye çalışmak olarak algılar.İslam’ın medeniyet kavramına ihtiyacı olmadığını söyler.Bu noktada ilahi olana vurgu yaparak İslam’ı; Kur’an ve Sünnet Yolu’nda inanç, düşünce ve davranış bütünlüğü olarak tanımlar. Batı Medeniyeti’ni ise insanlığın sorumluluğunu üstlenmediği için eleştirir.Bir yandan açlık,savaş,hastalık,eşitsizlikle savaşır gözükürken diğer yandan yine(sistemin doğası gereği) açlık,savaş,hastalık ve eşitsizlik ürettiğini söyler.İslam Dünyası’na kendi yaşam tarzlarını dikte etmelerini doğru bulmaz. Teknoloji;yaşamımızın maddi çerçevesidir.Yabancılaşma ve medeniyet gibi bir kavram olarak karşımıza çıkmaz.Teknolojisiz devam ettirilemeyecek düzeye gelen hayatı yaşamak, günümüz insanı karşısına bir sorun, bir problem olarak çıkmaktadır.İnsanlar teknolojiye kayıtsız kalamayacak hale geldi,getirildi. Özel, bu süreçte tekniğin Batı Medeneiyeti ideallerine uygun olarak Burjuvaziye hizmet etmek amaçlı geliştirildiğini vurgular.Üretilen bilgilerin gerçeği manipüle etme noktasında kullanıldığını belirtir. İsmet Özel böylece modern teknolojinin küresel ölçekte yaygınlaştırılmasıyla kültür farklarını ortadan kaldırarak dünyayı aynı kültür altında yönetmeyi amaçlayan sömürgeci zihniyetin gözükmeyen planlarını gün yüzüne çıkarır. Bilime ve ürettiklerine de eleştirel bakar.Din ve bilimi varsayımları ve yönelimleri itibariyle ayrı oluşlarını vurgulayarak din-bilim çatışmasını reddeder. “Bu üç mesele neden zor?” diye sorduğumuzda ise bu konuların iç içe geçmişliğini, teker teker karşımıza çıkmayışlarını görürüz. Biraz daha açarsak; yabancılaşma,ancak medeni bir hayat tarzı ile birlikte söz konusu edilebiliyor. Medeniyet, ancak kendi teknolojisiyle ayakta durabiliyor. Teknoloji, hayatını devam ettirebilecek bir medeniyeti türetiyor.Yabancılaşmadan medeni olunamıyor. Bu üç temel mesele karşısında İsmet Özel Müslümanlara sistem karşıtı olmayı değil, sistem dışı olmayı önerir.Zıtlıkları birbirine çatıştırarak kendine zaman ve mekan devşiren sistemi pasifize etmenin yolunun onun ürettiklerine onun isteği doğrultusunda anlam yüklememek olduğunu söyler.”Niçin” sorusunu sıklıkla sormamızı ister.Medeniyetle veya medeniyetlerin ürettikleriyle kendimizi bağlamamız gerektiğini, hayatı ilerleme ve gerileme olarak değil hakikate yakınlık uzaklık ölçüsünde değerlendirmemizin doğru olacağını belirtir. Faal bir hayatı Müslümana yakıştırır.Sanat ve tefekkür ile gündelik meselelerden sıyrılarak gerekli olan bilincin kazanılacağını vurgular. Keyifle okuduğum bu güzel kitabı, bu zor meselelerin halline talip bütün okur kardeşlerime öneriyorum.İyi okumalar... ÜÇ ZOR MESELE-ALINTILAR 1. "...İnsan sorumluluktan uzaklaştıkça özüne yabancılaşır. Bilmek ile mükellef olmak arasında sıkı bir bağ var..." ( s.13) 2. "...Allah'a giden yolların yaratıkların sayısınca olduğu söylenmiştir..." (s.37) 3. "...Hazır yorumların dondurucu, kalıplaştırıcı ve zihni körleştirici olduğuna inanırım. Yorumların kendilerinden çok o yorumlara bizi götüren zihin işleyişi önemlidir..." (s.38) 4. "...Halk tüketmeye alışmış veya alıştırılmıştır. Bundan bilgiler, sanat ürünleri, düşünce ve ideolojiler de uzak tutulamıyor. Onlar da tüketilen, yutulan, kullanılabilen öğeler olarak hayat içinde..." (s.41) 5. "..İdeolojiler tarafından sınırları çizilmiş çeşitli Türkiyeler var. Her Türkiye sözü bunlardan biri içine girmiyorsa hem anlaşılma şansını çok azaltır, hem de bir tedirginlik, bir şüphe uyandırır. Sebebi basit: Türkiye'yi tanımlarken ya bugün gücü elinde bulunduranların işine yarayacak bir "iş" yapmanız istenir yahut yaptığınız tanım yarın gücü elinde bulundurması beklenenlerin hazırlığına katkıda bulunmalıdır. Yani bütün tanımlar tek yandan; güç (iktidar) açısından yapılır..." (s.61) 6. "...Kur'an insan zihninin faaliyetlerini anlamlı kılar; yoksa insan zihni Kur'an'ı anlamlandırmaz..." (s.66) 7. "...Kulluk yalnızca hukuki tasarrufların bütününden doğmuyor, aynı zamanda kul olmanın bilinci, yani kalbin insan davranışlarını anlamlı kılması gerekiyor. İyiliğe yönelmek, kötülükten kaçınmak, yalnızca somut, gözlenebilir davranışların ortaya çıkması ile olup bitmiyor, iyiliğe yönelmenin ve kötülükten kaçınmanın niyeti de aranıyor. Yani kör bir eylem değerli değil; İslâm açısından inançtan soyutlanmış eylemi tamamlanmış saymıyoruz..." (s.67) 8. "...İnsanlık çok çeşitli avunma ve mistifikasyon nesneleri ile sarılmış durumda. Öyle denilebilir ki insan insana kulluk etsin diye birçok değişik usullerle sarhoş ediliyor..." (s.82) 9. "...İslamiyet kuru bir gelenekçilik değil, bir inanç-düşünce-davranış bütünlüğüdür..." (sf.98) 10. “...İslam, insani insan olarak yani tanımı kendinde mündemiç bir mahluk olarak anlıyor. Mahlukların en şereflisi olmasına rağmen zaaflarının şiddetini de vurguluyor. İnsan, şehvetin (tatminin) ağır bastığı hayvani yaratılışla, aklın ve ilmin bütün varlığını kapladığı melek yaradılışının ortasında bir yere sahiptir. Ne şehvetin (hayvanin) türevi, ne de aklın (meleğin) bir türevidir…” (s.111) 11. "Müslüman, çağına rağmen belli bir görevi yüklenmiştir diyoruz.Yani içinde bulunduğu durumu veri olarak kabul edip şartların elverdiği bir hareket yürütmeye değil, kendi düsturlarını esas alıp çağın düsturlarını bu şartlar doğrultusunda yeniden biçimlendirmeye memur..." (s.113) 12. "...insanoğlu yaşadığı dünyada olup bitenlerin mahiyetini bilmeden, bir robot ve soyut bir varlık olarak hayatını sürdürüyor. İnsan bu büyük kaos içinde bir atom, bir çark dişlisi olarak kendi varlığının bilincinden uzaklaşmış halde yaşıyor, üzerindeki baskılara (teknik,siyasi,iktisadi) karşı duracak "insanca vasıflar"ı artık elinde bulundurmuyor. Çağdaş dünyada insanın kendisini bir "çorak ülke" de bulduğunu anlıyoruz..." (s 121) 13. "...Şehir hayatının önem ve yaygınlık kazanması insanın tabiata olan uzaklığını artırmış ve tabiat üzerinde insanın kurduğu denetim, insanın tabiata ve kendine yabancılaşmasına yol açacak biçimde belirmiştir..." (s.122) 14. "...Bir milleti köleleştirmenin en etkili yolu, benim bildiğim kadarıyla o millette yaşayan ahengi bayağılaştırmaktır. Dilini kaybeden düşüncesinin kaybeder. Ama eğer ahengini muhafaza ediyorsa dilini yeniden ele geçirebilecek gücü toparlayabilir. Ahengi bayağılaşmış olan millet düşüncesinin yeniden ele geçirilmesi gerektiği düşüncesine ulaşmakta bile güçlük çekecektir. Türkiye'de arabeskin zaferi ile bankerlerin zaferi birbirine paraleldir..." (s.138) 15. "...Eğitim düzenimiz "işe yarar" adam yetiştirmeye yönelmiştir. Bu adamın ferdi hasletleri birinci planda ele alınmamaktadır. Yani bir çarkın dişlilerinden biri olmayı başardıktan sonra adamlıkta "kalp" olup olmamak kimseyi ilgilendirmez..." (s.139) 16. "...batı düşüncesi insanı maddi ve manevi olmak üzere temel bir ayrıma tabi tutmuştur. Ruh ve madde ikilemini trajik bir biçimde yaşayan batıdır ,batılı kafadır..." (s.143) 17. "... Hayatın her evresini teorik ve pratik olmak üzere ikiye ayırmak batının şematik darkafalılığının belirgin örneklerindendir. Batılı düşünme biçimi yüzünden, güzelliğin kendisi ve güzelliğin sözü birbirinden kopartılabilmiştir..." (S.144) 18. "...Müslümanın hayatı teori ve pratik olarak ikiye bölünmemiştir. Çünkü Müslüman olmak daha başlangıçta ruh-beden-nefs unsurlarının birbirlerinden kopmalarını değil, birbirleriyle sıkı ilişkide olmalarını daha doğrusu birinin diğerini kendinden ayıramaz halde kapsamasını icab ettirir. Hiçbir ibadet teorik ya da pratik değildir. Müslüman olmak ise kulluk bilincinden başka bir şey olmadığına göre maddi ve manevi farklılığı üzerinde ısrar etmek Müslümanca tavra yabancı sayılmadır..." (S.145) 19. "Bir edebiyat" diyor, Yahya Kemal, "sürüklediği meraklıların seviyesinde olur." (S.152) 20. "...Türkiye'nin düşünce hayatı bu ülkedeki seçkin düşünürlerin görüşleriyle değil, öne sürülen düşüncelere muhatap olanların kavrayış biçimleri, ilgi türleriyle bir kimlik kazanır..." (s.152) 21. "...Ders veren, doğru yolu gösteren şiir başarılı olur mu? Olmaz elbet. Başarılı olan şiir, doğru yolu aradığını bize hissettiren şiirdir..." (s.156) 22. "...Mahkumiyete rıza gösteren şiir,şiir değildir. Olsa olsa insan zihninin işleyişine, insanın fıtratında bulunan değerlere ihanetin bir beyannamesidir..." (s.157) 23. "...Sanat insanın mevcudiyetine bağlanmasını güçlendirebileceği gibi, mevcudiyetinin zincirlerini kırmaya, daha aşkın bir hayata yönelmeye de hizmet edebilir..." (s.165) 24. "...günlük meseleleri başımıza saranlar, bizlerin bu meselelerden başımızı alıp başka şeyler düşünmemizi istemezler.Sanat ve tefekkür ise bize günlük meselelerin çözümünden ziyade bu meselelerin mahiyeti hakkında bir düşünme yolu açar. Böylece biz sanat ve tefekkür alanında katettiğimiz mesafe kadar günlük meseleleri aşarız..." (s.171) 25. "...İnsan teki ne kendi içinde bütünlük sağlayabiliyor, ne de ailesi, cemaati, milleti ve medeniyetle rahatlık getirebilecek bütünleşmeyi elde edebiliyor..." (s.185) 26. "...İnsanoğlu bir zamandan bir zamana, geçmişten geleceğe akmaktadır. Bu akış bir mekândan bir mekâna doğrudur aynı zamanda. Çünkü zamansız bir mekân, mekânsız bir zaman düşünemiyoruz..." (s.186) 27. "...dünyanın geleceğini programı içine almayan siyaset milli olamamaktadır..." (s.193) 28. "...çoğu kimse için hayat saadet, ölüm felâket anlamına gelir ama yine de her iki kavram anlamdan mahrumdur. Oysa biz insanlar için hayat ve ölüm biri diğerini anlamlandıran şartların ifadesi olmalı..." (s.200) 29. "...Yaşamak saçma ve anlamsız değildir, çünkü yaşamanın her adımı ,her milimetresi ahirette karşılığı olan ve hayranlık verici zaman/mekân harikasıdır..." (s.201) 30. "...Dünya hayatının yine dünya hayatına kıyasla iyi ya da kötü olması hiçbir anlam taşımaz. Hayatta eğer bir anlam varsa bu anlam hayatta değildir..." (s.202) 31. "...Gelişmiş denilen bilimsel teknolojik iktidar sahibi toplum güçlerini korkutan şey, halk yığınlarinin günden ne bilgilenmeleri değil; bir gün "Bu gelişme niçin?" diye sormaları ve hayatın anlamını gelişme, refah, zenginlik dışı bir alanda arama ihtimalleridir..." (s.205) 32. "...bir insan ömrüne sığan vakıaların sayısı geçmişe göre her halükârda fazlalaşmaktadır. Bunda da esrarlı bir denge saklı, bir bakıma insan ömrü farkına varılabilecek hakikatler bakımından hep aynı. Yani bizlere ancak yüklenebileceğimiz kadar ağırlık yüklenmektedir..." (s.207) 33. "...Doğruyu bulmak söz konusu olduğunda hiçbir nesil diğerinden talihli değil.Bizler derinlikten mahrum yüzlerce, binlerce olayın içinde yoğrulan "kıyamete yakın" zamanın insanlarıyız. Bu yüzden de hakikati kavramada çok yüzeydeki vakıalar bile bize yardımcı olabiliyor, olmalıdır..." (s.207) 34. "...Bilim adamlarının söylediklerine göre hayvanlar kendi hissiyatları itibariyle devamlı bir "şimdiki zaman" içinde yaşarlar. Hayvan zihniyetinde dün,bugün ve yarın yoktur..." (s.209) 35. "...Yalnızca insandır ki bünyelerinde geçmişi ve geleceği taşırlar; zaman duygusunu bir akış olarak hisseden yaratık yalnızca insandır..." (s.209) 36. "...Her insan insanlığın yüküyle doğuyor, farkında olsun olmasın bu yükle yaşıyor günlerini..." (s.202) 37. "...insanın davranışlarındaki değişikliği onun kendi hakkındaki tasavvurunun değişmesiyle açıklayabiliriz..." (s.239) 38. "...Tövbe insanın bir önceki tanımını reddetmesi, kendini yeniden tanımlamasıdır..." (s.240) 39. "...Müslümanın kendi tanımına sahip çıkması demek, yalnızca kendisine Allah tarafından gönderilmiş yolun izlenmesi demektir. Müslüman kendi eyleminin sonuçlarında nasslar ölçüsünde sorumludur. Onun davranışlarını güden, büyük ölçüde yapıntı, insani tasarımlar değil, emir ve nehiylerdir. Öyleyse "medeniyet" gibi tamamen tarihi ve toplumsal şartların çerçevesinde anlaşılabilen bir kavram, Müslüman'ın davranışlarında belirleyici bir öğe (unsur) olma imkan ve imtiyazına sahip olamaz..." (s.243) 40. "...XIX.yüzyılda Batı'nın dünyayı medenileştirmesi bugün ad değiştirerek karşımıza Batı'nın modern yapısına ulaşma formülasyonuyla çıkıyor. Utanılacak bir gerçektir ki sömürülen ülkelerde "çağdaşlaşma" yaftası altında birçok insan, Batı medeniyetinin biricikliğini savunmaya devam etmektedirler..." (248) 41. "...İslâmi mücadele, kendini Allah'a teslim etmiş olan insanların kendi üzerlerinde Allah'tan başkasının egemen olmasına engel olmak kastıyla giriştikleri çalışmadır..." (s.258) 42. "...İslâmi mücahede, insan üzerinde Allah'ın gücünden başka gücü tanımamak istemiyle (iradesyle) yürütülür..." (s.258) 43. "...Sistem olma niteliği taşıyan her yapı kendi dışındaki unsurları hep kendi mantığı açısından bir yere oturtacaktır. Yani sistemle temas halindeki her şey önce onun varlık temposuna ayak uyduracak özellikler sahibi olur, sonra da sistem içinde kendine ayrılmış yörüngeye oturup sistemin merkezi kuvvetinin uydusu olur..." (s.261) 44. "...Bir sistemin sahip olduğu özellikleri elde etmek isteyen her unsur peşinen onun yapısı içinde erimeyi, o sisteme mahsus niteliklerle donanmış bir yaşamayı isteyerek kabul etmiş demektir..." (s.261) 45. "...Onların(Müslümanların) yapabilecekleri yalnızca sistemin dışında kalmaktan ibarettir. Bu dışta kalma isteği öylesine potansiyel güçtür ki sistemin yürütücü ve savunucuları kendi sonlarının bu "karışmama" faaliyetiyle bağlantılı olduğunu iyi bilirler..." (s.265) 46. "...insanlığın iyiye mi, yoksa kötüye mi gittiği sorusu nesnel olarak değil, seçilen ahlak doğrultusunda cevaplandırılabilir..." (s.268) 47. “...Modern yaşama biçimi yoksulluğu antik anlayıştan çok farklı bir platforma oturtmuştur. Bir yanda Bangladeş’in, Orta Afrika'nın reel yoksulluğu var.İnsanlar fiziki anlamda aç ve çıplak.Öte yanda çok zengin ülkelerin tereyağı değil de margarin yiyen,teneke evlerde, hatta çöplüklerde barınan yoksulları. Bir yerde insanın yoksulluğunun otomobilinin markasıyla ölçüldüğü ülkeler öte yanda bir kap bakla ezmesiyle iki gün geçirmek zorunda olan, bir salgın hastalıkla insanların kitleler halinde öldüğü ülkeler var. Ama gariplik böyle bir zıtlığın yaşanmasında değil. Asil garip, tuhaf olan fiziki açlık çeken insanların karınları doyar doymaz meselelerini büyük ölçüde çözüyor olmalarına rağmen, otomobilin markası yüzünden yoksul sayılanların iflah olmaz bir tatminsizlik duygusuyla acı çektikleridir…” (s.277) 48. "...Modern medeniyetin bize getirdiği en büyük kötülük unutmak değil mi zaten? Çoklukla oyalanıp aslımızda bulunan tek şeyi unutmuyor muyuz hep?..." (s.281) 49. "...Dünyada birbirine benzeyen fakat birbirinden sürekli uzaklaşan insanlar durmadan çoğalıyor..." (s.292) 50. “...İnsanların dıştaki benzerlikleri içlerinde husumet doğuruyor. Yaşamak için her insan tekinin diğerine günden güne muhtaç oluşu, birinin ötekine dikkatlice ve şefkatle eğilmesine engel oluyor. Hayatimiz bilgisayar programlamasının kaçınılmaz bağlantılarından örüldükçe bizlerde bu örüntünün soğuk, duygusuz esasları daha çok yer ediyor. İstesek de istemesek de beraberiz bunu anladıkça istemenin de istememenin de mânâsını kaybediyoruz…” (s.292) 51. "...İnsan teki bir başka insan tekinden uzaklaşıyor, çünkü her ferd diğeriyle insanlıkları sebebiyle değil içinde bulundukları toplumsal kurum sebebiyle beraberdir..." (s.293) 52. "...Hayat günden güne "zahir" olmaya yönelmiştir. Derinlikten mahrum, rakamlar kuruluğunda, mantığın çarpık bölgesinde yürütülen bir yaşama bu..." (s.295) 53. "...dünyaya ne kadar açılırsak,o kadar etkisiz kalıyoruz..." (s.306) 54. "...Dinin yerini bilimin tutacağı düşüncesi, işte Batı'daki bu çarpık gelişmenin bir ürünüydü. Oysa bilim kuruluşu ve işleyişi itibariyle dinle karşı karşıya konulmaz yapıdaydı, çünkü, din-dışı bir gelişme göstermiş olsa bile, bilim nesnenin nesneyle olan münasebetini incelerken iyi ve kötü ayırımı yapmayı, güzele ve çirkine mesnet sağlamayı, hayır ve şer hakkında değer yargısı getirmeyi öngörecek bir yapıdan yoksundu. Bugün aklı başında herkes için dinle bilimin çatışması söz konusu olmaktan çıkmıştır..." (s.318) 55. "...Müslüman olarak aklın mutlak doğruyu bulmada sarsılmaz gücü olduğu fikrine itiraz ediyorsak da onun insandaki ruh sıhhatine temel olduğunu da biliyoruz..." (s.323) 56. "...Tekniğin mantığı, insan zihnini çok sınırlı bir doğrultuda çalışmaya zorluyor.Teknik, nesnenin nesneyle olan ilişkisinden öteye geçmeyi yasaklayan bir mantığa sahip olduğu için insanı nesnenin özüne ait meseleleri zihin dışı bırakmaya zorluyor. Akıl gerçekle uğraşmaktan hakikati göremiyor. Halbuki aklın insan varlığıyla olan münasebeti ancak hakikat aracılığıyla kurulabiliyor..." (s.325) 57. "...geliştirilmiş birçok bilim kuramı(teorisi) olmasa,teknik bugünkü hızlı gelişimini sağlayamazdı. Aynı zamanda bilimin desteği olmaksızın teknik,dünya ölçüsünde yaygınlığa kavuşamaz, Batı medeniyetinin birçok toplumu boyunduruğu altında tutabilmesi için ihtiyaç duyduğu prestiji ona sağlayamazdı..." (s.343) 58. "...Batılı hümanist anlayış bilimin anlamını saptırmakta, ona ilahi düzene isyankar bir muhteva kazandırmakta kararlı. Bilgiyi "hamd"e bir vesile kılmak yerine, gurura bir dayanak yapma sevdasında..." (s.346) 59. "...Teknik, insan düşüncesinin geniş alanlarında hakikate dair işaretler bulan bir çalışma sonucu değil maddenin imkanlarına mahkum olarak ortaya getirilmiş pratik bir çaredir..." (s.348) 60. "...Müslümanların gelecekten beklediği yalnızca gerek insan teki gerekse toplum olarak doğruya varmak,yanlışı reddetmekten ibarettir. 61. Bu açıdan bakılınca insanlığın yaşadığı macerayı anlamlı kılan tek şeyin hakikatle olan bağlantı olduğu görülecektir. Eğer önümüzde bir İslam toplumuna yeniden kavuşmak diye bir sorun var ve içinde bulunduğumuz şartlar bizi teknik karşısında tavır almaya zorluyorsa, elimizdeki ölçü "ileri gitmek-geri kalmak" gibi çarpıtılmış anlayışlar değil "hakikate yakın veya uzak olmak" gibi inançlarımızla bağdaşık bir ölçü olacaktır..." (s.350) 62. "...Teknik, burjuvaziye hizmet etsin diye, Batı medeniyetinin ideallerine uygun olarak türetilmiş bir kuvvettir..." (s.351) 63. "...Teknolojinin kendi sınırları içinde insan davranışlarına bir anlam verdiği yahut teknolojinin hedeflerine hizmet etmiyorsa insan davranışlarının anlamsızlaştığı bir aşamaya gelindi. Elektrik enerjisinin sanayide ve günlük hayatta kullanılması,malzemelerin sentetik maddelerden meydana gelmesi ve ulaşımın otomobil, uçak gibi hızı yüksek araçlarla yapılması, üretimin her dalında karmaşık makinaların kullanılması, günlük hayatın bütün bütün yapma bir çevreyle donatılması insanın diline ve düşüncesine olan güveni sarstı.Bu durum yeni zamanlar insanının varlığına kendini inandırabilmesi için vücuduyla fazlasıyla uğraşmasını gerektirdi. Psikolojiye ve cinsiyete duyulan aşırı ilginin sebeplerinden biri de insanın insan yapısı bir ortamda sahicilik aramasıdır..." (s.353) 64. "...Güçlü bir topluma ulaşıp onun Müslümanlaşmasına mı,Müslüman bir topluma ulaşıp onun güçlendirilmesine mi çalışacağız? Üzerinde anlaşmaya varmamız gereken ana konu budur." (s.356) 65. "...modern teknoloji kültür farkını ortadan kaldırmayı amaçlamakta, bütün dünyanın aynı kültür altında zapturapt altına alınmasına çabalamaktadır..." (s.361) 66. "...Modern medeniyet düzenlilik,dakiklik,derli topluluk vasıflarını ön plana çıkarmayı başardığı için insanların içindeki intizam duygusuna hitap ediyor. Her şeyin mekanik,otomatik oluşu bir avuç aydın kişiye rahatsızlık verirken, milyonlarca insana iyi işleyişin bir belirtisi olarak görünüyor..." (s.363) 67. "...teknolojik donanım hangi ırktan, hangi kültürden olursa olsunlar bütün insanlardan benzer tipler alıyor.Daha da fazlası oluyor, insanların düşünme biçimleri ve zihinlerindeki yapılar tek boyuta indirgenebilecek derecede basitleşebiliyor..." (s.371) 68. "...İktisadi örgü, siyasi çatı, kitle iletişim araçlarının muhtevası, makinaların düzeni bakımından tektipleşen bir dünya içindeyiz..." (s.371) 69. "...Türkiye hem dünyanın herhangi bir ülkesidir ve hem de dünyanın hiçbir ülkesinin sahip olmadığı özelliklerle donatılmıştır.Biz,kendimiz de böyleyiz..." (s.373) 70. "...Her kötülük,her zulüm, her küfr, her karanlık bizi tedirgin etmeli. Bilmeli ki istenmeyen durumların hepsinden biraz da biz sorumluyuz..." (s.379) 71. "...Çağımızın insanı için yaşadığı zamanı anlamak diye bir olay bir bakıma imkansız.Çünkü yaşanılan zaman parçası bütün anlam ve önemini onu anlamaya çalıştığınız zaman dilimi içinde kaybetmiş oluyor zaten..." (s.395) 72. "...Batıyı demokratik yapan bireycilik, çıkarını koruma titizliği,ortaklıktan tasarlanan kar hesabıdır..." (s.400) 73. "...Yaşayan düşüncenin hayatiyetini gösterebilmek için kurumlarla donatılmaya, güçlü bir organizasyonla desteklenmeye, yasalarla korunmaya ihtiyacı yoktur. Çünkü insanlar onu mevcudiyetlerinin bir parçası kılmışlar, yürüdükleri yolu ışıtan bir rehber olarak kabul etmişlerdir. Yaşayan düşünceyi güçlü kılan, o düşünce olmasa kendileri de olmayacak kişiler, müşahhas insanlardır..." (s.414) 74. "...Eğer bir şeyi düşünmüşsek, onu bir daha düşünmemiş olmayı başaramayız..." (s.420) 75. "...küfr ziyandır, hüsrandır, yokluktur,hiçtir. Müslüman hiçten hiçbir şey anlamaz..." (s.423) 76. "...insanın gerçekten sarahatle anladığı, mânâlandırdığı şeyler varsa, ancak o zaman bazı şeyleri mânâsız bulmakta hak sahibi olabilir..." (s.424) 77. "...insanlar bir taraftan içinde yaşanılan sistemin bir birimi olmadan hayat bulamayacaklarına inanırken, öteki taraftan da sistemin herhangi bir birimi oldukları taktirde hayatlarının ellerinden alınacağına inanıyorlar..." (s.430) 78. "...Kaideler sağlamlaştıkça istisnalar çürüyor, bozuluyor." (s.436) 79. "...Şiddete şiddetle karşılık vermek acaba şiddetin sonu olur mu?..." (s.443) 80. "...Sağlıklı işleyiş içteki merkezin davranışlara mutlak hakim olduğu bir yapıda sağlanabilir. İçten dışa bulunabilir doğru ve haklı. Dıştan içe sadece baskı,yalan ve çürüme giriyor şimdilik." (s.451) 81. "...Samimiyet dedim, bu kelimeyle neyi anlatmak istiyoruz? İnsanın içinden geçenle dışa vurdukları arasında uygunluk olursa bunun samimiyet olduğu kabul edilir..." (s.458) 82. "...Muhlis ihlasının farkında değildir.Günahtan kaçarken ve sevap işlerken bu fiillerini birer karar verme meselesi yapmaktan çıkarmıştır..." (s.458) 83. "...Teslimiyet pazarlıksızdır. Samimiyet gösterişsizdir. İhlas endişesizidr..." (s.459) 84. "...Samimiyete açılan kapının anahtarı kimsenin elinden kapılacak değildir.Kapıyı açan anahtarı insan kendisi üretir..." (s.459) 85. "Ben Katolik geçinerek Vendee savaşını kazandım;Müslüman geçinerek Mısır'a yerleştim;Papacı geçinerek İtalya'da yürekleri kazandım.Bir Yahudi halkını yönetecek olsam, Süleyman'ın tapınağını yeniden inşa ederdim." Bu sözler Napoleon Bonaparte'ın. Özü itibariyle de dile getirdiği şudur:Eğer insanları boyunduruk altına almak istiyorsanız,önce onların inançlarını benimsemiş gibi görünmek faydalıdır... (s.461) 86. "...Bugün Avrupa ve Amerika'nın meselesi (Sovyetleri dışta tutmaksızın) diyebiliriz ki Müslümanların batı ölçülerinin dışında bir girişimde bulunmalarına engel olmaktır..." (s.463) 87. "...İnsanlar arasındaki, düşmanlıkların kaynağı bu yönüyle ortaktır diyebiliriz:İnsanoğlu kendi bireyliğini hissedemediği, insan olarak kendi önemini kavrama imkanından mahrum kaldığı anda benzerlerine çeviriyor silahlarını. Başkaları cehennemdir, diyor..." (s.469) 88. "...Batı'da doğmuş makinalı medeniyet bugün bütün yeryüzünü egemenliği altına almış olmakla birlikte halen insanlığın sorumluluğunu yüklenmeye bile yanaşmamaktadır. Hatta bu medeniyet, açlık,savaş,hastalık,eşitsizlik gibi kendisine düşman ilan ettiği ve fakat gerçekte kendinin türettiği kötülüklere karşı bile etkili olamamaktadır..." (s.475) 89. "...İnsanın bütün faaliyeti, iş hayatı sosyal ve ahlaki düzeni bir pazarın sınırları içine alınabiliyor. Üretim ve tüketim kavramları insanın bütün hayatını kaplayabiliyor. Her şeyin pazar içinde ve pazar için olduğu bir düzende insanın tek boyuta,iktisadi boyuta indirgendiğini görmemek mümkün değil.Siyaset,sanat,bilim ve her şey sınırları belli bir iktisadi faaliyetin başarısı için sanki..." (s.477) 90. "...Bilim teknokratik-bürokratik-elitist bir medeniyetin yapı taşlarını birbirine bağlantılı kılan bir harç durumuna geçtiğinden beri gericiliğin, yani obskürantizmin ideolojik bir göstergesi durumundadır..." (s.486) 91. "...Bilgi kuvvet kazandırıyor. Bilgi silahlandırıyor. Bilgi zenginleştiriyor.Ama bir tek soru kalıyor geriye,tek ama vazgeçilmez bir soru: Bilgi kurtarıyor mu? Bilgi hürriyet veriyor mu insana? Yoksa insan bildikçe daha çok paçasını kaptırıyor, kurtulmaya çalıştığı sıkıntının ağına daha çok mu dolaşıyor?..." (s.488) 92. "...Zıt düşüncelerin her birinin elinden tutan bilimdir, bilim hem milliyetçi, hem beynelminelci fikirlere dayanak sağlayabilmektedir. İnsanları öldürmek için mazaret arıyorsanız tezinizi bilimsel bir tarzda ortaya koymanız gerekir.Yok eğer, insanların uzun yaşamaları gerektiği düşüncesinde iseniz yine bu görüşlerinize bilimden bir nesnel temel bulmak zorundasınız.Yeter ki sözünüzün bilimsel bir temeli bulunduğunu ispat edin,gerisi kolay..." (s.490) 93. "...Çağımızda ırkların, kültürlerin, milli karakterlerin üstünde yer alan değer bilimdir.Bilim bir yandan ırkları, kültürleri, milli mevcudiyetleri özünden kopmuş bir hale getiriyor, bir yandan da bunların en sivri yanlarını besleyerek ırkları, kültürleri,milletleri saldırgan,uzlaşmaz,kıyıcı hale sokuyor..." (s.490) 94. "...Bilimle kendine mahsus bir yapı kazanmış dünyamızın savaşa ve barışa verdiği anlamlar da yenidir.Bilimsel bir temelden kalkılan savaşın barış,barışın ise savaş olduğu ispat edilebilir.Bilimsel olmaya şartlandırılmış zihinler de kabul ederler bunu..." (s.490) 95. "...Bir kez insanın bir makina, insanlık macerasının bir tiyatro olduğunu kabul ettik mi, kendimizin de maskeler takmış, gerçek kimliğini bir türlü ortaya koyamayan aktör ve aktristler olduğunu benimsemek zorunda kalırız. Böyle bir ortamda "ahlaklı" olmanın ne anlamı var?..." (s.500) 96. "...İslam'a göre ahlaklı olmakla ile mü'min olmak birbirinden farklı,birbirinden ayrı değerlendirilecek şeyler değildir.Güzel ahlak inanmış insanların meselesi olarak belirir. Münkir için ayrıca bir ahlak ölçüsü getirilmiş değildir ve onun davranışları ahlak sınırları içine sokulmamıştır..." (s.503) 97. "...Bilmeliyiz ki bize faydası dokunacak şey ileri toplumların bile içinde çırpındıkları gelişme humması değil, hayat içinde bulunmanın anlamı ve yaratılmış olduğumuzun bilincidir..." (s.510) 98. "...Geçmişi anlamlandıracak olan, içinde yaşanılan zaman dilimi ve o zaman diliminde gerçekleşen olayları yüklenmiş bulunan şahıstır..." (s.516) 99. "...değerli olan şey, bir bilgiye bilinç vasıtasıyla (yakin) ile ulaşmaktır. Doğru denilen şey bilinç vasıtasıyla elde edilmediği zaman onu korumak da mümkün olmaz..." 100. "...bir insanın davranışı onun kıymetinin de bir işaretidir..." (Bahauddin Nakşbend) (s.533) 101. "...çağın araçlarını, yaşama biçimini ve anlayış tarzını gözönüne almayan, onlarla hesaplaşmayı göze almayan hiçbir çözüm gerçekçi ve sahici olmayacaktır. Medeniyetin vardığı noktayı, teknolojik seviyeyi ve insanın nasıl anlaşıldığını şuurla kavrayamayan bir Müslüman "off-side" da olduğunu iyi bilmeli..." (s.537) 102. "...Bir filozofun yanlışını çıkarmak üzere okumaya başlarsak hem kendimizi onun üstüne koymuş oluruz, hem de onda yaşayan muhtemel gerçeği yakalama imkânını kendimize kaparız..." (s.542) 103. "...Eğer biz Batı düşüncesinin temelini kavramaya gücümüz yetmediği için Doğulu içinde yaşadığımız toprakların nefes alışlarını hissedemediğimiz için de Batılı kafa yapısını benimsemek tavrını seçersek zihniyetimizin çarpıklığı kemikleşir..." (s.547) 104. "...Aklın yolu birdir diyerek bütün insanları kendi görüşümüze sığdırmaya çalışmak, aklı ortadan kaldırma çabasından başka bir şey olmaz..." (s.553) 105. "...kendine karşı dürüst kalmaktan daha değerli bir vasıf bilmiyorum ben..." (s.560) 106. "...faal bir hayatı destekler usta kişiler. Kolayca yaşanabilen, herkesin meselesini kolayca çözebileceği bir hayat âlim kişilerin, büyük hekimlerin, kuvvetli şahsiyetlerin yerlerini kaybedecekleri bir hayattır..." (s.566) 107. -İtalyanlara karşı niçin bu kadar şiddetle mukavemet ettin? -İmanım için. -Bu kadar az kuvvetle ve bu kadar az vasıta ile bizi Trablusgarp'tan atabileceğini ümit ediyor muydun? -Hayır. -O halde ne elde etmeyi ümit ediyordun? -Hiç. Ben imanım için dövüşüyordum ve bu bana yetiyordu. Geri kalanı Allah'ın elinde idi. (s.239)s
Mutâlî’ okurunun profil resmi
Selamun aleykum arkadaşlar! Okumalara başlamışızdır inşallah bir yoklama yapıyım dedim:))) tekrar katılımlarınız için teşekkürlerimi sunuyorum ve; ''Kalbinizin kaderiniz olması'' duasıyla selametle kalın diyorum.. ALLAH'a emanet olun..:))
Mutâlî’ okurunun profil resmi
Lafı fazla uzatmadan PROGRAMI açıklıyorum; 1- 13.12.2017- 05.01.2018 tarihleri arasında okumalarımız gerçekleşecek. 2-Kitapların ANALİZLERİNİ nasıl yapacağız; Birinci bölüm: “Altını Çizdiklerimiz” başlığı altında; kitap okurken dikkatimizi çeken kısımlar, vurgulamak istediğimiz kısımlar, bu kadar güzel ifade edilebilirdi dediğimiz yerleri….. gerekiyorsa çok küçük açıklamalarla, gerekmiyorsa sadece alıntı şeklinde bu bölümde paylaşacağız…. İkinci Bölüm: “Sizin Yorumlarınız” başlığı altında; kitap da değinilen ama daha geniş anlatılmalı dediğiniz kısımları bu başlık altında inceleyebiliriz. Üçüncü ve son Bölüm: “Kitaptan anladığınız en net mesaj nedir? Kısaca açıklayacağız. Bu şekilde faydalı olacağına inanıyorum. 3- Yaptığımız çalışma hem bu sitede paylaşılacak, hem de eğer etkinliğe katılan arkadaşlarımız musade ederse kitapçık haline getirilip ilgili arkadaşlara gönderilecek,ayrıca kitapçık okul kütüphanelerinde değerlendirilecektir. 4- Yapılan analizler WORD ortamına aktarılıp, turhalsalih@gmail.com e-mail hesabına gönderilip buradan arkadaşlarla düzenleme yapılacak... 5-Şimdilik söyleyeceğim bunlar. Varsa bir düşünceniz teklifiniz lütfen hiç çekinmeden paylaşın. ALLAHIM zihin açıklığı versin İyi Okumalar...:)))
Mutâlî’ okurunun profil resmi
Öncelikle etkinliğe aktif bir şekilde katılmak isteyen, fikirleri ile yorum yapan ve destek olan tüm okurlara can-ı gönülden teşekkür ediyorum… Malum haftasonu olması sebebiyle biraz dinlenelim dedik ve etkinlik hakkında detaylı konuşamadık:))) İnşallah yarından itibaren detaylı bilgiyi sizlerle paylaşacağım. Plansız veya baştan savma olmaması niyetiyle aceleci davranmıyorum ve sizlerin de nasıl bir yol harikası çizelim noktasında görüşlerinizi bekliyorum. Dil sürçer. Kalem de. Göz de. Bakış açısı da. İnsan gibi… Her zaman daha doğruya ulaşmak çabasıyla..
Mutâlî’ okurunun profil resmi
Kıymetli Dostlar! Elime yeni bir kitap geçti; EL KİNDİ 'nin Üzüntüden Kurtulma Yolları.. Kindi kendisini bir tabip ahlakçısı olarak ele alarak yazdığı bir eseri.Bir nevi ''Ruhani Tıp'' kitabı.. Baya baya dikkatimi çekti,kontrolsüz öfke ve şehvet gibi duyguların baskısıyla ortaya çıkan taleplerin ve üzüntü, kaygı, ölüm korkusu gibi tezahürlerin ruh hastalıklarına yol açması yanında insanın ahlâkî yetkinliğine engel olacağı ve onu mutsuz kılacağı fikrini işlemiş. Kısaca bu eseri incelemek istiyorum müsadenizle :))) Tıp da okuyan veya doktor arkadaşlar da varsa tavsiye edilir.)) selam ve dua ile..
Mutâlî’ okurunun profil resmi
Selamun aleykum arkadaşlar! Öncelikle cumanız hayr olup RABBİM daralan ve dağılan kalplerim(n)ize inşirah versin... Çalışmalarımız için son 2 hafta, ben daha başlayamadım diyebilirm iş yoğunluğundan ama yetiştireceğim inş:)) Sizlere de RABBİM kolaylıklar versin Selametle...
Mutâlî’ okurunun profil resmi
Es-Selam Dostlar! Sonunda ben de incelememi tamamladım:)) Bu süreçte özellikle word ortamına aktarılmasında emeği geçen öğrencim Seda'ya çok ama çooook teşekkür ediyorum:)) ÜZÜNTÜDEN KURTULMA YOLLARI Ahlâk Klasikleri Hakkında İnsanın varoluş serüveni bir bakıma ahlâkında serüvenidir.Bir akıl ve ahlâk varlığı olarak insana yeryüzü yolculuğunda kılavuzluk etmeyi ise dinler üstlenmişlerdir. Dinlerin ahlâk üzerine sürekli ve ısrarlı vurgusu böyle bir gerçekliğe dayanmaktır. Amelî hikmetin üç ana bölümü vardır; 1-) Ahlâk ilmi( ilmu tedbîri'n n-neds,tehzîbu'l-ahlâk) 2-)Ev işletmesi ilmi( ilmu tedbîri'l-menzil) 3-)Siyaset ilmi( ilmu tedbîri'l-medîne). Bunlardan ahlak ilmi bireyin huy ve karakter açısından nasıl kemale ereceğini ele alır. Ahlâk en genel anlamda insanın yaratılıştan gelen kökleşmiş tabiatı ve karakterinin adıdır.Ahlâk ile psikoloji arasında irtibat kuran bu tanıma göre ahlâk tek tek davranışlar değil, davranışa kaynaklık eden ve nefîste yerleşmiş bulunan sâbit bir haldir;insanın 'ne yaptığı'ndan ziyade 'ne olduğu' ile ilgili olan bir karakter formasyonuduR. DEF'U'L-AHZÂN HAKKINDA BİLİMSEL İNCELEME DEF'U'L-AHZÂN'IN İÇERİĞİ Bütün klâsik ahlâk felsefelerinde olduğu gibi İslâm filozoflarının düşüncesine göre de ahlâk ilmi bir bakıma mutluluğu kazanma veya mutsuzluktan kurtulma sanatıdır ve insan bütün eylemlerini, kendisini bu temel amaca ulaştıracak şekilde düzenlemelidir. Ancak hemen bütün İslâm ahlâkçıları bakımından burada söz konusu olan mutluluk,bedensel,dünyevî ve gelip geçici arzuları tatminle ulaşılan bayağı hazların ötesinde, hatta çok zaman bunların tersine,manevî.zihnî,aklî,ve ruhsal gelişmişlik veya yetkinlikle ulaşılan,en yüksek derecede ölüm ötesinde hissedilecek olan kalıcı mutluluktur. Ahlâkın gayesi mutluluk olunca,insanın, kendisini mutsuz kılıcak tutum ve davranışlardan sakınması;hayattan beklentilerini ve dünyevî imkanlarla ilişkilerini buna göre düzenlemesi gerektiği kendiliğinden anlaşılır.Bu aynı düşünce Kindî'nin Def'u'l-ahzan 'ına da hakim olmuştur.Kindî özellikle bir tabip ahlâkçı olmasından dolayı Def'u'l-ahzan 'da ahlâkı bir "ruhânî tıp" olarak ele almıştır. Ahlâk bir bakıma ruh sağlığı olduguna, yersiz üzüntü,kaygı ve korkular da bu sağlığı bozduğuna göre bu rahatsızlıkların tedavi edilebilmesi öncelikle onların sebeplerinin bilmesine bağlıdır. Kindî bu sebepleri "sevilen şeylerin kaybedilmesine ve amaçlanan şeylerin ulaşılmasına" şeklinde özetliyor. Kindî'ye göre içinde yaşadığımız oluşma ve bozulma(kevn ve fesâd) âleminde kayıplardan kurtulmak mümkün olmadığına göre insan, değişen ve elden giden geçici nimet ve imkanlar yerine,her zaman kalabilen ahlâki ve aklî erdemleri aramalı, seveceği şeyleri"akıl alemi"nden seçmelidir. Kindî'ye göre "üzüntü "(el-huzn), psikolojik acıların bir çeşididir ve insan türlü ıslâh yollarıyla bedenî acılardan kurtulmaya çalıştığı gibi bu acıyı da belli tedbirlere gidermelidir; bunlar ahlâki tedbirlerdir, dolayısıyla nefisin acıdan kurtulması da ahlâkî tedevi ile mümkün olur.Sonuç olarak , üzüntü ve acılarımızı azaltmanın yolu, Sokrat'ın dediği gibi "kaybettiğimiz taktirde üzüntüsünü çekeceğimiz arayışı içinde olmamak"tır. RİSHÂLE Fİ EL-HİLE Lİ-DEF'İ L-AHZÂN Üzüntünün Anlamı ve Sebepleri Deriz ki: Üzüntü (el-huzn), sevilen şeylerin elden gitmesinden ya da amaçlanan şeylerin gerçekleşmemesinden doğan psişik (nefânî) bir acıdır. Böylece ,bu söylenenlerle üzüntünün sebepleri gösterilmiş oldu. Kuşkusuz bir insanın bütün isteklerini elde etmesi ve sevdiği bütün şeyleri kaybetmeden elinden tutması mümkün değildir. Sevdiklerimizin kaybetmemek ve istediklerimizden mahrum kalmamak istiyorsak akıl âlemini gözetmeli ; seveceğimiz, böyle yaparsak , kimsenin elimizdekileri gasbetmesinden ,onlara bizim aleyhimizde olarak herhangi bir elin mâlik olmasından ve sevdiğimiz şeyleri kaybetmekten kurtulmuş oluruz. Çünkü bunlar (akıl âlemindeki değerler) tehlikelere maruz kalırız. Üzüntü ve sevinç ,ruhta bir arada ve devamlı olmayan zıtlardır. İnsan üzüntülü olduğu zaman sevinçli olmaz; sevinçli olduğu zamanda üzüntülü olmaz. Şu halde elimizden gidenlere ve sevdiğimiz şeylerin kaybına üzülmemeli, nefsimizin her durumda memnun olmasını güzel bir alışkanlık haline getirmemeliyiz ki ebedi olarak sevinçli olabilelim. ÜZÜNTÜYÜ YENMENİN BAŞLICA YOLLARI 1-) Belirtilen kolaylığı sağlamanın bir yolu ,üzüntünün ne olduğunu düşünmektir. Bunun için üzüntüyü bazı bölümlere ayırıyor ve diyoruz ki; Üzüntü ya bizim yaptığımız ya da başkasının yaptığı bir işten, bir zaman sebepten doğmaktadır. Eğer bu (sebep) bizim yaptığımız bir iş ise o zaman bize üzüntü getiren bu işi yapmamalıyız. Eğer biz, yapmamak elimizde olmasına rağmen kendimize üzüntü veren bir işi yapıyorsak , şu halde kaçınmak elimizde olduğu halde kendimize (üzüntü getiren işi) yine kendimiz yapıyoruz demektir. Kendi nefsine üzüntü çektiren insan nefsine zarar vermiş olur; nefsine zarar veren ise böylece kendisine kötülük etmiş olduğundan, cahil ve acımasız hatta tam bir zalim sayılır. 2-)Üzüntüyü yenmenin başka bir yolu ,daha önce kurtulduğumuz kendi üzüntülerimizi, başkalarının uğradığı ve teselli buldukları ve bizim kendimizi teselli ettiğimiz üzüntüleri hatırlamak ,şimdiki üzücü halimizi eski üzüntülerimizin veya başkalarında gördüklerimiz ve onların kurtuldukları üzüntülü durumların yerine koymaktır. 3-)İnsan sadece elinden alınan veya kaybettiği şeyler yüzünden baş gösteren böyle bir üzüntüyü kendisi için yine bizzat kendisi ortaya çıkmıştır. O zaman kendimiz için böyle değersiz durumlar üretmemeliyiz. Zira, önceden de belirttiğimiz gibi, üzüntü değersiz bir duygudur. Dolayasıyla âdi bir şeyi kendisine reva gören kimse akılsızdır .Akılsız varlıklar olmaya rıza göstermemiz bize yaraşmaz. 4-)Ayrıca-düşünmemiz- gerekir ki , eğer başımıza musibet gelmesini istemiyorsak , hiç var olmak istemiyoruz demektir. Çünkü musibetler , bozulma niteliği taşıyan şeylerin bozulmasından ileri gelir. Tabiatta olanın olmamasını istediğimiz ise imkansızı ( mümteni ') istemiş oluruz. İmkansızı isteyen muradından mahrum kalır ; muradından mahrum kalansa bedbaht oldu. 5-)Nefsimizi kıskançlıkla kirletmemeliyiz. Çünkü kıskançlık kötülüklerin en fenasıdır. Düşmanlarının kötülüğe uğramasına sevinen kimse kötülükleri seviyor demektir; kötülüğü seven de kötü insandır. 6-)Şunu da akıldan çıkarmamalıyız ki , müşterek menfaatlerden olup da bizim elimizde bulunan her şey ,bir Hak Sahibi'nin bizdeki emanetidir ve bu şeylerin yaratıcısı, azîm ve celîl olan Allah, hak sahibi olarak ,dilediği zaman emanetini geri alabilir ve dilediği bir başkasına verebilir. O, bu emaneti , böyle dilediği birine vermese dahi , o nimet bize asla geri dönecek değildir. Akılda tutulması gereken bir husus da şudur: Emanet sahibi (Allah), bize verdiği emanetlerin en değerlilerini değil, aksine değersizlerini geri aldığına göre, yine de O'nun bize pek çok lütufa bulunmuş olduğunu hiçbir zaman unutmamalı; O'nun bize verdiği değerli emanetlerin (bize kazandırdığı) zinetin sürekliliğinden dolayı büyük sevinç duymalı ; bizden aldığı nimetlerin kaybı yüzünden de üzüntüye kapılmamalıyız. 7-) Akıllı kişiye yaraşan, gerekli olmayan, üstelik bir de zararlı ve elem verici olan şey üzerinde düşünmemek, onunla uğraşmamaktadır. Bilakis maddî ihtiyaçlarımızı azaltmaya çalışmalıyız; çünkü bu şeyler asıl var lığımıza yabancı olduğu için (elimizden gidecektir), elimizden gidip yok olması da üzüntülere sebep olmaktadır. Atinalı Sokrat, "Üzülmemeyi nasıl başarıyorsunuz?" sorusuna, "Çünkü kaybettiğim taktirde üzüntüsünü çekeceğim sahip olmuyorum" cevabını vermiştir. Kaybedilmeye elverişli bütün dileklerde musibet, geçici olan her şeyde acı ve keder, imkansız olanı ummakta üzüntü ve dert, her güvenliğin sonunda korku vardır .Zira korku hisseden kişinin zihni karışıktır, ma’kul davranmaktan da âcizdir. Bu yüzden biz diyoruz ki: Bir insanın nefsi, kendi varlığına ait olmayan şeylerle kendisini meşgul ediyorsa onun ebedi hayatı yıkılır; üstelik fâni hayatındaki yaşayışı da ona dert olur; hastalıkları çoğalır; acıları dinmek bilmez. 8-)Kötü olmayan şeyden nefret etmemiz doğru değildir; sadece kötü olandan nefret etmeliyiz. 9-)( Üzüntüden kurtulmak için ) akılda tutmamız gereken hususlardan biri de şudur ki, bir şeyleri elde edemeyip yoksun kaldığımızda, kayıplara uğradığımızda, elimizde kalan aklî ve hissî nimetleri düşünerek, zihnimizi kayıplarla meşgul olmaktan uzak tutmalıyız. -Risâle tamamlandı. Âlemlerin rabbi olan Allah’a hamdolsun! ALINTILAR: ''Hastalıkların en büyük tehlikesi nefsin hastalıklarıdır.'' Üzüntüden Kurtulma Yolları, Ya'kub B. İshak El-Kindi (Sayfa 20 - TDV) Ölüm kötü değildir; aksine ölüm korkusu kötüdür. Üzüntüden Kurtulma Yolları, Ya'kub B. İshak El-Kindi (Sayfa 25 - TDV) Anlatıldığına göre Atinalı Sokrat; Üzülmemeyi nasıl başarıyorsun, sorusuna, ''Çünkü kaybettiğim takdirde üzüntüsünü çekeceğim şeye sahip olmuyorum'' cevabını vermiştir. Üzüntüden Kurtulma Yolları, Ya'kub B. İshak El-Kindi (Sayfa 81 - DİB) Ruh bâki , beden fânidir. Üzüntüden Kurtulma Yolları, Ya'kub B. İshak El-Kindi (Sayfa 61 - TDV) Sonuç olarak; bu değersiz dünyanın hissi faydalar kabilinden olan bütün şeylerini kaybetmek, ( sanıldığı gibi ) kötü değildir. Bil'akis bunlardan dolayı üzülmek kötüdür. Üzüntüden Kurtulma Yolları, Ya'kub B. İshak El-Kindi (Sayfa 99 - DİB) Ahlak; insanın ' ne yaptığından ziyade' 'ne olduğu' ile ilgili olan bir karakter formasyonudur. Üzüntüden Kurtulma Yolları, Ya'kub B. İshak El-Kindi (Sayfa 6 - TDV) Üzüntü ve acılarımızı azaltmanın yolu, Sokrat 'ın dediği gibi; ''kaybettiğimiz takdirde üzüntüsünü çekeceğimiz şeylerin arayışı içinde olmamaktır.'' Üzüntüden Kurtulma Yolları, Ya'kub B. İshak El-Kindi (Sayfa 19 - TDV) Kuşkusuz sebepleri bilinmeyen acıların şifası da bulunmaz. Üzüntüden Kurtulma Yolları, Ya'kub B. İshak El-Kindi (Sayfa 23 - TDV) Hikmet ;mü'minin yitik malıdır. Üzüntüden Kurtulma Yolları, Ya'kub B. İshak El-Kindi (Sayfa 12 - TDV) Üzüntü ve sevinç; ruhta bir arada ve devamlı olmayan zıtlardır. Üzüntüden Kurtulma Yolları, Ya'kub B. İshak El-Kindi (Sayfa 55 - TDV) Def'ul Ahzan İslam filozofların düşüncesine göre ahlak ilmi; bir bakıma mutluluğu kazanma veya mutsuzluktan kurtulma sanatıdır. Üzüntüden Kurtulma Yolları, Ya'kub B. İshak El-Kindi (Sayfa 17 - TDV) Zamandan mevcut olmayanı isteyen veya var olmayanı arayan kimse istediğinden mahrum kalır... Üzüntüden Kurtulma Yolları, Ya'kub B. İshak El-Kindi (Sayfa 24 - TDV) DEF'UL AHZAN İLMİ VE KONUSU Kontrolsüz öfke ve şehvet gibi temel duygu ve ihtirasların baskısıyla ortaya çıkan taleplerin, mutsuzluk ifadeleri olan üzüntü,kaygı ve ölüm korkusu gibi patolojik tezahürlerin, nevrotik hastalıklar ortaya çıkarması yanında, insanın ahlaki yetkinliğini de engel olacağı düşüncesini işlemiştir. Üzüntüden Kurtulma Yolları, Ya'kub B. İshak El-Kindi (Sayfa 17 - TDV)
115 öğeden 1 ile 10 arasındakiler gösteriliyor.
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.