Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

208 syf.
7/10 puan verdi
Öncelikle şunu belirtmek gerek ki, yazarın dili çok çetrefil. Cümleler uzun ve anlaşılması zor. Bazı cümleler birkaç kez okunmadan anlaşılmıyor. Bu da, zaten okunması zor ve keyif vermeyen bir tarzı, iyice güçleştiriyor. Hiç keyif almadım. Buraya kadar yazdıklarım, içinde kitaba dair fikirlerimi de içermekle birlikte size, kitapla alakalı fikirler de verecektir. Başlayalım. İlk paragrafta dikkat ettiyseniz kısa cümleler kurdum ve ilginizi kaybetmemeye çalıştım. Anlatacağım şeyi size, basit bir şekilde ve zamanınızı almayacak ölçüde (zaman önemli çünkü) aktarmaya gayret ettim. Eğer bu serzenişi dallandırıp budaklandırsam, mesela saatlerce anlatılabilecek bir hale getirsem, hepiniz ilk fırsatta bırakıp kaçacaktınız. Muhtemeldir ki bu kadar uzaması bile, bu incelemeyi, kendisinden kaçılacak hale getirmiştir =P Fakat zamanında, sözün ve yazının egemen olduğu toplumlarda, insanların tartışmaları saatlerce ve sıkılmadan dinlediklerini biliyor muydunuz? Ben de bilmiyordum ve saatleri duyduğumda içten bir "çüş" dedim yani. Ayrıca o dönemin, ele alınan toplumundaki kültürel birikimi de öğrendiğimde şaşırdım doğrusu. Yalnız o dönemin okumalarının da, insanların, kendi yaşam şartlarına ve iş-güçlerine fayda sağlayacak doğrultuda olduğunu unutmamak gerekir. Bu devirde bir çoğumuz, eğlence amaçlı okurlarız, bunu kendimize pek itiraf edemesek de... Başka yönden yaklaşalım şimdi de. Bu serzenişi sözlü anlatımla yapmış olsaydım, mesela bir arkadaş ortamında falan, sadece belli bir kesime hitap etmiş olacaktım ve muhtemelen konuşmam, o ortamın dışına çıkabilecek kudrette olamayacaktı. Ola ki dışarı yayılacak bir güce erişti, bu sefer de anlatım, benim tarafımdan yapılmadığı müddetçe değişime uğrayacak (ben anlatsam dahi bir nebze değişime uğrama ihtimali olacaktır) ve belki de olduğundan daha farklı bir hale bürünecekti. Burada da sözlü anlatımın yazıya ve sonrasında matbaaya evrilmesinin avantajları ortaya çıkıyor. Zira, anlatımım yazıyla aktarılmış ve daha sonra da bir el ilanı vs. gibi bir şekilde insanlara ulaşmış olsaydı, hem topluluklara ulaşma gücü yüksek olacaktı hem de anlatımdaki bütünlük sağlanmış olacaktı. Ben ne demişsem, o aktarılmış olacaktı. İşte yazı ve matbaa da bunu sağladı ve toplumlar bilgiye daha kolay ve net bir şekilde ulaşmaya başladı. Sonrası ise optimal seviyeden sonra gelmesi kaçınılmaz olan, bir nevi düşüş hali. Tersine evrim gibi bir şey. Telgraf ve fotoğrafın icadı, bunların iletişimde ve bilgi aktarımında kullanımı, sonrasında ise "radyasyon topu gibi" yavruları televizyonun hayatlarımıza girişi... Bizi, ilk paragraftaki gibi kısa cümlelere mahkum eden, uzun açıklamalara tahammülü azaltan, dikkat unsurunu bir reklam süresi veya televizyondaki kötü bir habere verdiğimiz değere indirgeyen ve en önemlisi de, içinde eğlence olmayan her türlü veriyi kulak ardı etmeye hazır zihinler haline getiren işte bu süreç. Orwell'ın değindiği gibi baskıyla değil, Huxley'nin belirttiği gibi eğlenceyle kabullenme ve uyuşma hali. Televizyon ve eğlence çağı insanları olduğumuzu unutup fazla uzattım sözü, farkındayım. Son bir şey söyleyip bitireyim. Her ne kadar kitap, 85 yılında yayımlanmış ve henüz günümüzün 140 karakter (gerçi şimdi onu da artırdılar herhalde, söyleyecek çok mu şeyimiz var ne =) ) kültürünü görememiş olsa da, ben internetin, televizyondan daha verimli kullanılabileceğini varsayıyorum. Hiç olmazsa kendine ait bir hafızaya sahip ve televizyondaki "yut ve unut" faktörünü devreden çıkarmaya müsait.
Televizyon Öldüren Eğlence
Televizyon Öldüren EğlenceNeil Postman · Ayrıntı Yayınları · 2020595 okunma
··
101 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.