Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Bir Yudum Kitap
Ben çocukken Bakırköy'de bahçeli evlerin sıralandığı küçük bir mahallede oturuyorduk. Sokakta oynamayı severdim. Aynı yaşta bir sürü çocuk, bazen futbol ya da misket oynardık bazen de arka mahallelere meyve toplamaya giderdik. Kural şuydu: Hava kararmadan evde olunacak. Babam lokantalarda çalıştığından gece eve geç gelirdi, bu yüzden bu kural aslında çok da sorun olmazdı çünkü annemi ikna etmek kolaydı. Onun için babamın haberinin olmaması yeterliydi. "Tamam, bir saat daha oyna, ama babana söyleme!"    O gün nasıl olduysa erken gelmiş eve. Bir ara bir ıslık duyduğumu hatırlıyorum hayal meyal, herhalde beni çağırmıştı, yoksa rüya mı görmüştüm, bilmiyorum. Annem, "Çıkıp bulayım Hilmi'yi," demiş, babam izin vermemiş "Bırak kendi gelsin," diye cevap vermiş. Belki de daha bu konuşma sırasında olacakları öngörmüş, planını yapmıştı.    Oyuna dalmıştım herhalde, hatırlamıyorum, havanın karardığını fark etmemişim. Seslenen de olmayınca unutmuşum işte evin yolunu. Bütün çocuklar dağılıp tek başıma kalınca döndüm eve. Zili çaldım. Hiç unutmuyorum o ânı. Kapı açılmadı bir türlü. Normal şartlarda annem ikiletmezdi zili hiç, hop diye kapının otomatiği açılıverirdi. Ama bu sefer öyle olmadı, birkaç kez daha bastım zile, açan yok. Ürkmeye başladım. Hava da iyice kararmış. Koydum elimi zilin üstüne açılana kadar kaldırmayacağım, çın çın ötüyor ev. Sonunda kapı değil, pencere açıldı. Babamın başı uzandı dışarıya. "Anlaşılan sokakta oynamayı o kadar çok seviyorsun ki kuralların hiçbir önemi yok senin için. Pekâlâ madem öyle, kal o zaman sokakta," dedi ve camı kapatıp içeri girdi.    Belki henüz okula bile gitmeyen, küçücük bir çocuktum. Bunun geçici bir ceza olduğunu anlayamadım. Artık sokakta yaşamak zorunda kalacağımı, bir daha asla evime giremeyeceğimi sandım. Karanlıktan, sokaktan, yalnızlıktan öyle korkuyordum ki hiçbir şey yapamadım. Dönüp gidemedim, zile basmayı sürdüremedim, oturacak yer bulamadım, ağlayamadım bile. Başımdan ayaklarıma doğru korkunç bir ateş bastı, o an öleceğimi sandım ama yardım istemek için ağzımı açıp ses bile çıkaramadım. Orada ne kadar öyle kaldım, sonra kim beni içeri aldı, olaylar nasıl gelişti hatırlamıyorum.     Babam iyi bir şey yaptığını sanıyordu muhtemelen, bana kurallara uymayı öğretiyordu, beni karanlık sokakların tehlikelerinden korumak istiyordu; karanlık sokakta bırakarak! O anda benim içime nasıl bir korku yerleştirdiğinin farkında değildi. Çok da anlayamadığım bir nedenle bir anda kapının önüne konmak korkunç bir duyguydu. Babamın muhtemelen hatırlamadığı o an benim için kâbuslarımın başlangıcıydı. Terk edilme korkusunun, evimi kaybetme kaygısının bir daha hiç silinmemek üzere yüreğime çöreklendiği andı. Şimdi düşünüyorum da, Nihan'a bu kadar tutunmamda, evden atılmaktan bunca korkmakta herhalde bu hikâyenin önemli bir etkisi vardı.    Babamın sevdiği bir yemeği yaparken gösterdiği itinayı hatırlıyorum. Sebzeleri okşar gibi tutar, neredeyse canları acımasın diye yumuşacık hareketlerle soyar, sanat yapıyormuş gibi pişirmeye hazırlardı. Tencereye bir şeyler dizerken, yemeği karıştırırken, küçük bir kaşıkla üfleye üfleye tadına bakarken dikkati bütünüyle yaptığı işin üzerindeydi. Oysa bana bakarken hep aklı başka yerdeydi. Kafasının gerisinde bir olması gerekenler zinciri vardı ve daima o zincirin hangi halkasına tutunduğumu test ederdi.    Zamanla içime bir yumruk oturdu; aslında onun suratına inmesini istediğim ama yapamayacağımı bildiğim için kalbimin derinliklerine gömdüğüm koca bir yumruk.     Çocukluğum boyunca onun etki alanındaydım; başka herkes gibi. Annemin ona bir gün itiraz ettiğini hatırlamıyorum. Korkusundan değildi baş eğmesi, hayranlığındandı. O ne yaparsa en iyisi olacağından, ne düşünürse en doğrusu çıkacağından kuşkusu yoktu. Kimsenin yoktu. Yanında çalışan işçilerle de ilişkisi öyleydi. Elini öpmeden dükkândan ayrılmazlar, sabah yüzünü görmeden gülümsemezlerdi. Nasıl bir his yayıyorsa etrafına, onun çekim alanındaki herkes suskun ve itaatkâr olurdu.     Başlangıçta ben de öyleydim. Kocaman ellerine, iri gövdesine, ses tonuna, ağzından çıkan kelimelere bayılırdım. Kimseye belli etmeden, evin uzak bir köşesine geçip gözlerinde yanıp sönen kıvılcımı izlerdim. Kalabalık lafları sevmezdi. Yumuşak ama tok bir ses tonuyla, az ama öz konuşurdu. Sanırım bu yüzden de daha etkili olurdu. Aynı cümleler başka birinin ağzından çıksa kolayca kulak arkası edilebilecekken, babamın ağzından çıktığında bir kutsallık örtüsüne sarınırdı.     O örtünün aslında bize dair bir yanı olmadığını, tamamen babamın dokunulmazlık alanıyla ilgili olduğunu sonradan anladım. İlk kez ne zaman isyan ettim, o derin hayranlık nasıl oldu da kızgınlığa dönüştü, bilmiyorum. Tek tek olaylar anlatmak isterdim. Bütün olguları, nedenleri ve sonuçlarıyla birlikte sıralamayı tercih ederdim ama yapamıyorum. Zaten babamın başarısı da buradaydı. Tıpkı hiç iz bırakmayan ve öylece asla yakalanmayan katiller gibi karşısındakine itiraz şansı bırakmazdı. İsyan etmen gerektiğini bilirdin ama görünmez bir kuvvet seni engellerdi. Babamın asıl sırrı işte buydu. Hiçbir zaman dile gelmeyen, Sırlar kitabının satırları arasında bile asla bulamayacağımı bildiğim sır!     Şimdi düşünüyorum da onun bin bir özenle, milimi milimine ölçerek biçerek, tembihler ederek verdiği bir tarifin içine tarifte hiç olmayan bir sebzeyi koymak belki de benim ilk gerçek isyanımdır. Kereviz benim intikamımdır.
Sayfa 172 - İletişim Yayınları
··
112 görüntüleme
Cem Єren okurunun profil resmi
Küçükken herkesin başına geldiğini sandığım bir durum. Cezadan sonraki günler daha erken gidilirdi genellikle :)
Yasee okurunun profil resmi
Bizim evin olduğu sokak üzerinde 2 tane ev var sadece. Alt sokakta oynardık hep tüm komşular orada. Tabi onların kapı önü olduğu için gece 12ye kadar kalırlardı biz anca "anneeğğğ beşş dakka dahaaa" diye yalvaralım :/
1 sonraki yanıtı göster
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.