Çocukluğumuz…
Hani o okula ilk başladığımız zamanlar…
Öğretmen derste bize bir şeyler anlatmaya çalışırken pencereye kayan gözlerimiz ve ders vakti bomboş gözüken bahçede oynayan hayallerimiz… Teneffüs zili çaldığında kalabalığa yakalanmamak için depar atan bacaklarımız… Düştüğümüzde kanayan dizimize rağmen pes etmeyen inatçılığımız… Arkadaşlarımızla oynadığımız o saçma sapan oyunlarımız… Geceleyin su içmeye kalktığımızda arkamızdan koştuğunu hissettiğimiz canavarlar…
İşte tam o zamanlar;
Hayallerimizin somut gerçeklerle çarpışmasından, renklerin sayılarla birleşmesinden hemen önceki zamanlar. Hani iki kere ikinin dört ettiği, sıfırın her şeyi yuttuğu, her cümlenin sonuna nokta konduğu zamanlar. Hayallerimize karşı dünyanın bize açtığı savaşın başladığı ve hala çocuk olarak anıldığımız halde içimizdeki çocuğun tükenmeye başladığı zamanlar…
Bir çocuk olmak nedir?
Çocukluk bir süreç midir yoksa bir yaşam tarzı mı?
İçimizdeki çocuk öldüğünde mi yetişkin oluruz, yetişkin olduğumuzda mı ölür içimizdeki çocuk? Yoksa saklanır mı hep bir yerlerde kafesinden kurtulmaya çalışan bir kuş gibi?
Bence çocuk olmak hayal kurmaktır. Engelsiz bir zihindir çocukluk. Küçük Prens’teki gibi fil yutmuş bir boa yılanını görebilmektir çocukluk. Küçük anlardaki büyük hazinelerdir…
Aslında çocukluk, yaşadığımız dünyaya karşı en narin, en zararsız ve görebilenler için en büyük başkaldırıdır.
Sevgidir çocukluk, sevginin içindeki değişim gücünü en iyi bilendir çocuk…
Ama aynı zamanda bir süreçtir. Herkes büyür ve büyütülür. Kimisi beş yaşında büyür, kimisi on beş… Fakat herkes birkaç hatıra taşır yanında çocukluğundan kalan; kimisi kahkahasını, kimisi gözyaşını, en şanslı olanlar ise hayallerinin bir kısmını…
Zihinsel olarak büyümek ya da diğer bir değişle çocukluğunu kaybetmek doğanın bir kanunu mudur, bilmiyorum. Olgunlaşmak denen evre yaşanmadan dünya nasıl bir yer olur, tahmin edemiyorum. Zaten sorgulamak istediğim düşünceler bunlar değil.
Şimdi gözlerinizi kapatıp o çocukluğunuzu düşünmenizi istiyorum sizden. Tam o zamanları hatırlamanızı istiyorum.
Şuan suratınızda buruk ve özlem dolu bir tebessüm oluştuysa eğer ve dışarıdan izleyen anılarda buluyorsanız kendinizi siz “çocuk” olmuşsunuz; hayalleri, hatıraları olan güçlü bir çocuk. O burukluk ise çocukluğunu özleyen benliğinize ait, özleyen ve özlemeyi seven benliğinize…
İşte aslında sorun da burada:
Yetişkin insanlar olarak yaptığımız en büyük hatalardan biri unutmak. Kenarda köşede kalmış üç beş fotoğraf görmeden, kırk yılda bir toplanmış yakınlarımız eskileri yad etmeden ya da birileri bize yapmamızı söylemeden o anları, anıları aklımıza getirmiyoruz bile. Sanki o çocukluğu yaşayan biz değilmiş ya da hiç öyle bir dönemden geçmemiş gibi sürekli daha fazlası için koşturuyoruz. Gündelik hayatın içinde kendimizi kaybediyoruz. Sıkıntılarla boğuşuyoruz. Hayattaki renkleri kaybediyor, griye dönüyoruz.
Mekanikleşiyoruz.
Duygularımız silikleşmeye başlıyor.
Bir şeyler oluyor bize ama o kadar farkında değiliz ki içimizdeki boşluğun, adına mutsuzluk dediğimiz odanın içine hapsediyoruz bütün kaybettiklerimizi.
Hatırlıyorum da bir gün ders çıkışında koridorda yürürken bir kızın telefon konuşmasına kulak misafiri olmuştum. “Mutsuzluğum geçti” diyordu kız… Mutsuzluğum geçti;
Mutluyum değil.
O zaman anlamıştım, mutlu olmak için mutsuzluğumuzun geçmesi yetmiyordu.
Dilbilgisi kuralları gibi değildi hayat, bir olumsuzluk ekinin kalkması olumlu hale getirmiyordu yaşamı.
İşte biz yetişkinlerin yaptığı diğer bir yanlış da bu belki de; biz planlı mutluluklar arıyoruz. Planladıklarımızın bizi mutluluğa götüreceğine inanıyoruz.
Biz mutluluğu arayarak kaybediyoruz..
Bizim adına mutluluk dediğimiz; yaşama sevinci, yaşadığı andan mutlu olma hali, huzur, barış ve şuan aklıma gelmeyen ama sizin gerçek bir tebessüm ve içten bakan bir çift göz de bulabileceğiniz her şey aslında.
Ve o duygu aslında bir yerlerde sizi bekliyor, onu bulmamız için. Ve biz de hep yanlış yerlerde arıyoruz onu.
Biz mutluluğumuzu hırslarımızın içinde kaybediyoruz.
Oysa bir çocuğa sorsak en iyi o bilir onun nerede olduğunu. Çünkü en iyi o tanır mutluluğu. Hatta öyle ki sadece bir çocukta vardır mutluluğu yanına çağırabilme gücü, en olmadık anlarda yanında bitiverir.
Eğer bana inanmıyorsanız, bir çocuğu dinleyin ama gerçekten dinleyin Momo gibi... ve izleyin; kendi çocukluğunuzu hatırlayarak. Eğer yeteri kadar sabırlı olursanız göreceksiniz; sizin gözlerinizin gördüğü boşluklara mutluluğu nasıl yerleştirdiğini.
Gördünüz mü?
Bir çocuğun hayal gücünün farkına vardınız mı?
Bizim uğruna kölesi olabileceğimiz mutluluğun, bir çocuğun etrafında nasıl pervane olduğunu gördünüz mü?
Ne dersiniz?
Belki de biz yetişkinler, mutluluğun yerini çocuklara sormalıyız; savaşları nasıl sona erdireceğimizi, insanları, hayvanları, bitkileri nasıl sevebileceğimizi, sevginin ne olduğunu, bir arada nasıl yaşandığını sormalıyız belki de; böyle bir nefret kapanın içinde yaşarken.
Eğer biz unutuyorsak o zamanları ve değişiyorsak ve bu bir kanunuysa doğanın; bir bilene sormak gerekmez mi?
Antoine de Saint-Exupéry de Küçük Prens’inde böyle yapmamış mı? Exupéry’i anlamak ve onun gibi düşünmek için bilmem kaçıncı dünya savaşında bir savaş pilotu mu olmalıyız illaki? Zaten herkes kendi savaşında, olduğunu sandığı kişi uğruna savaşmıyor mu bir hayat boyu?
Kaç insan o savaşı kazandığını düşünerek veriyor ki son nefesini?
Siz kazandığınızı ya da kazanacağınızı söyleyebilir misiniz?
Ben söyleyemem.
İşte o yüzden…
Bir bilene sormalı belki de…