“Nereden bileceğiz?” diye soracaktır kimileri, “Bize doğru hikâyelerin anlatıldığını?” Her birimiz kendi hikâyemizi kendi benliğimizin prizmasından geçirerek anlatıyoruz. Hikâyelerimizin yaşanan hadiselerin bire bir doğru aktarımı olmasını bekleyemeyiz. Ne de olsa zihnimiz onları eğip büküyor. Ama anlatımızdaki tutarsızlık ve çelişkiler de o hikâyenin bir parçası. Neyi neden eğip büküyoruz? Bu hikâyeyi bu şekilde dile dökmekle, hangi öznel hakikatimizi ifşa etmiş oluyoruz? Dosta gitmek, hikâyemizi dinleyecek bir insana içimizin o derin karanlığından rast gele bir demet çiçek sunmak değil. Dosta gitmekle bizim tecrübemizi içine alacak ve içinde tutacak, emanete ihanet etmeyecek, o tecrübeyi yeni bir biçim ve anlamla bize sunacak bir insan aramış oluruz. Dost, derinliktir. Dost, bizi hakikatle yüzleştiren kişidir. Ona içimi dökmem yetmez, daha fazlası lazım: Karmaşık ve acı verici olan hakikatle yüzleşebilme. Dost acı söyleyebilen kişidir o yüzden, o acı söylediğinde ben acımam, o ağulu aşı yağ ile bal ederek beni iyileştiren kişidir. Yaşantıma bir biçim ve anlam kazandırarak onu bana geri verir, böylece o yaşantıyı başımdan savmak yerine ondan bir şey öğrenmiş olurum. Öğrenmek bir yaşantıyı, bir tecrübeyi onu anlamlandırarak yeniden içime alabilmemle olur. Tıkanıp kaldığım yerde,
dönüp durduğum o fasit dairede, aşırı zihinsel meşguliyet veya “aşırı düşünme”nin mahkumu olageldiğim bu zindandan bir huruç harekatıyla çıkabilmem için o kapı yeter.
'Dostun yüzü...'