Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Sıradan Bir Hikaye
Daha güneş doğmadan uyandı. Gözlerini ovuşturduktan sonra doğruldu. Kapı koluna bakıyordu. Kapı kolu ile arasındaki benzerlikleri düşündü. Kendisi de bir yere bağlı olarak izin verildiği müddetçe hareket edebiliyor, birilerine kapıları açıp birilerine kapıları kapatıyor; ancak kendisi kapıdan ayrılamadan, bu yaptıkları yegane göreviymiş ve bundan sapması söz konusu olamazmış gibi yaşamaya devam ediyordu. Baş ağrısını, yüzünü yıkamak için yataktan kalktığı anda hissetti. Önceki gece sevdiğinin nişanı atmasının ardından, iş arkadaşları dün gece bir keder sofrası kurmuştu. Keder sofrasının en büyük amacı, bol miktarda alkol tüketiminin aşk acısı gibi dertlerin en büyük ilacı olduğunu kanıtlamaktı. Baş ağrısına eşlik eden huzursuzluk, bu ispat sofrasının amacını sekteye uğratmıştı. Üstelik doğru düzgün uyuyamamış, daha gün doğmadan uyanmış ve içinde bir rahatlama yerine müthiş bir huzursuzluk bulmuştu. Yatağına tekrar uzandı ve içindeki huzursuzluğun sebebini düşünmeye başladı. Onu bu huzursuzluğa iten nişanın atılması değil, sebepsiz yere -daha doğru bir ifade ile ortada olumsuz bir şey yokken ve ona sunulan gerekçeyi anlamadığı bir şekilde- nişanın atılmasıydı. Önceki güne döndü:Sabah her zamanki saatte ofise gitmişti. Büyük projeler yapan bir inşaat firmasında sıradan bir inşaat mühendisiydi. Daha iki yıllık bir mühendis olduğu için şirketteki mühendisler arasında çömez görevini üstleniyor, bu sebeple de canla başla çalışıyordu. Evlilik planları da para biriktirme ihtiyacını arttırdığından normalden daha fazla çalışıyor, diğerlerinin gözünde erken bir terfi bekliyordu. Gün ortasında nişanlısı aramış, ona, onunla akşam saatlerinde buluşup önemli bir şey konuşacağını söylemişti. Bu önemli şeyin düğünle ilgili olduğunu düşünüp, üzerinde çok duramamış ve çalışmaya devam etmişti. İşten eve döndükten bir saat sonra buluşmuşlardı. On dakika. Tüm görüşme on dakika sürdü. "Ben senden ayrılmak istiyorum" cümlesini "Neden?" sorusu takip etti. Uzun ama anlamlandıramadığı bir cevap aldı: "Yani ilişkimizin heyecanı kalmadı. Bugüne kadar çok şey yaptık, heyecanlıydım ama şimdi bu his bende yok. Hem bizim böyle bir durumda mutlu olabileceğimizin bir garantisi yok. Seni seviyorum ama... Yani olmaz bizden. Arkadaşlarımın çoğu pişman zaten. Yani evlenenlerden bahsediyorum. Şey işte... Seninle mutlu da oluruz belki ama heyecanımız olmaz, sıkılırız. Artık sağımın solumun belli olmadığını da hissediyorum. Bizim ilişkimiz kötüye gidiyor, ben bunu görüyorum. Bana vakit ayırıyorsun ama sanki mecburmuş gibi yapıyorsun. Ben üzgünüm. Çetin, ben yapamam. Kendine iyi bak, tamam mı?" Çetin, adını duyduktan sonra cümlelerin anlamını çözmeyi bıraktı. Adı 'Çetin'di ama şu an dokunsalar dağılacaktı. Bir müddet Berrak'ın yüzüne baktı. Orada bir kötülük, daha da kötüsü, sahtelik sezdi. Cümlelerin hiçbirisinin gerçek olmadığını düşündü ama bu cümlelerin söylenmesi için başka bir sebep de bulamadı. Hiçbir şey anlamamıştı. Sevdiği kadınla hayatının geri kalanını geçirmek istemişti sadece. Bunun için yapması gereken şey ona göre sadece sevmekti. Tabii sevmenin maddi bedelleri de oluyordu. Nişan, düğün, ev tutmak vesaire. Bunlar para ile ilgiliydi ama para basit bir ayrıntı değildi. Günleri bu parayı elde etmek için geçiyor, bu çabadan ne kadar boş vakti kalırsa onu da yaşadığının bilincine varmak için kullanıyordu. Hayattan beklentileri de bu yaşam tarzına göre şekilleniyordu: Mutlu bir ailenin çalışkan babası olmak. Canı kahvaltı yapmak istemedi. Sadece kahve içip dışarı çıktı. İşi erken başlayan insanların yavaş yavaş toplu taşımalara gidişlerine baktı. Bu insanların arasında da sevdiği kişi nişanı atan insanlar var mıdır diye sorguladı. Kendisini o insanların yerine koydu ve kendisini hiç umursamayacağını fark etti. Bunlar olağan şeyler deyip, üzülmemesi gerektiğini tavsiye ederdi kendisine ve kısa sürede kendini unutup yoluna devam ederdi. Bütün bunları yapacağını biliyordu. Başka insanlar da bunu yapardı: Demek ki çoğu insan ancak kendi dertleri ile yaşayabiliyordu. Başka insanların üzüntüleri gelip geçmeliydi. Bunları düşündükten sonra daha da huzursuz hissetti. Hedeflerine ulaşıp, beklentilerini karşılamak adına çalışmakla meşgul olduğu için düşünmeye zamanı olmadığını, uzun zamandır bir şeyleri sorgulamadığını fark etti. İnsan arada sırada hayatını sorgulayabilmeliydi. Tekdüze bir yaşam hatırlanacak izler bırakmıyordu insanda. Değişimler olmalıydı. Her bir olayın hayatında yeni bir yönelme olduğunun farkına varmalıydı. Kendi hayatını olabildiğince kendi yönetebilmeliydi. İçinde yeni bir umut doğurdu bu düşünceler. Ama sadece kendi hayatına yönelmesiyle başka insanların yüreklerine, hayatlarına nasıl dokunabilecekti? Çelişkiye düştüğünü fark etti. Kendi hayatını yaşamanın da bir ölçüsü, bir dengesi olmalıydı. Bu dengeye nasıl ulaşacaktı? Her şeyi, duyguları bile bir ölçüye göre yaşamaya çalışmak ne kadar dengeli bir sonuç verebilirdi? Çıkılmaz bir yere vardığını düşündü. Spontane yaşamanın da bir hazzı, rahatlığı vardı. Kusursuz bir yaşam olamazdı. "Bilinmezlikler kazanında bir kaşık bilinenlerle yaşıyor, tüm kazanı bildiğimizi sanıyoruz. Kusursuz bir yaşama ulaşacağımızı sanıp, bu amaca ulaşmak için kendimizi hebâ etme yanlışına düşüyoruz." Bu cümleleri kendisine sesli olarak söylemişti. Büyük bir keşif yapmış hissiyle gülümsedi. Bir banka geçip oturdu, ellerini başına dayadı. Yüzünde bir çöküntü ifadesi oluştu. Yıllardır yanlış biçimde yaşadığı düşüncesi vücudunu uyuşturmaya yetti. Oturduğu yerde sallanmaya başladı, çığlık atmak istedi, yapamadı. Sonra sallanmayı kesti; elleri başında, gözleri yerde öylece durdu. Yaşlı bir adam yaklaştı."Bir şeyiniz mi var, iyi misiniz?" diye sordu. Kafasını kaldırdı, yaşlı adamın gözlerine baktı:"Hayat..." dedi kısık bir sesle. -Anlamadım. -Hayat diyorum amacından saptı. Yaşlı adam duraksadı ve sonra -"Nasıl saptı, hayatın amacı nedir?" dedi. -Sanırım bu amacın ne olduğunu kavramanın peşinde koşmaktan başka bir şey değil. -Anladım evladım, iyi görünüyorsun. Hadi, sana iyi günler. -İyi günler amca. Yaşlı adamın arkasından gülümseyerek baktı. Meczup sanılmak hoşuna gitmişti. İnsanın kendisini en iyi anladığı an, kendinden en uzak olduğu andı. Kendinde değilken kendisini tanıyordu. Zihninin en aydınlık dönemi "meczup sanıldığı" zamanlardı. Sevginin varlık nedenini sorgulamaya başladı: Niye seviyoruz, neden bir insanın varlığı bizim için bu kadar önemli oluyor? Birine bu kadar bağlanmamızın, sanki hayatta kalmamızın nedeni o insanmış gibi hissetmemizin sebebi ne? Bu dünyaya tek başımıza gelip, bu dünyadan tek başımıza ayrılmıyor muyuz? Bu soruları uzun uzun düşündü, tek bir sonuca vardı: Her şeyi yönettiğini sanan insan, kendisini tam anlamıyla yönetemiyordu. Ya bu duygularını yenmeliydi ya da onlarla birlikte, onlara uyarak yaşamalıydı. Kendisini güçsüz hissetti. Ağlamanın kıyısında dolaştığını fark etti. Oturduğu yerden yavaşça kalktı, gideceği yöne karar verdi ve o an tek bir amacı vardı: Duyguları ile mücadeleye girişmeyecekti, her şeyi bildiğini sanan insan kalabalığı içinde kendisini bu akıntıya bırakacak, 'hayatın amacı nedir?', 'sevgi neden vardır?' gibi sorularla uğraşmadan hayatına devam edecekti. Eve gitti, üstündekileri çıkarıp kendisini yatağa bıraktı, derin bir uykuya daldı.
·
28 görüntüleme
İpek Demirer okurunun profil resmi
Hocam hoş geldiniz :)) benden önce bitirdiniz sayfada hikayeyi görünce çok sevindim.
Fatih Karakaya okurunun profil resmi
Hoşbuldum Hocam :) Aslında sizden önce bitirmedim. Notlarımı düzenlerken defterin arkasına bu hikayeyi yazdığımı fark ettim. Derslerde sıkıldığım zaman hikayeyi yavaş yavaş devam ettirmiş ve 15 Mayıs'ta bitirmişim. Sizin hikayenizi de ben sevinçle karşılayacağım. Beklemedeyim :)
1 sonraki yanıtı göster
betokur okurunun profil resmi
Hikâye çok güzelmiş uzun zamandır kıtap okuyamayan ben için...
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.