Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

İnsanlar inanmayı bıraktığı anda buharlaşacak tek şey para değildir. Aynı şey yasalar, tanrılar, hatta koca koca imparatorluklar için de geçerlidir. Dünyayı şekillendirenler bir bakmışsınız bir anda yok olmuşlar. Akdeniz Havzası’nın bir zamanlar en kıymetli tanrıları olan Zeus ve Hera, bugün kimse onlara inanmadığı için artık tarihsel birer figürdür. İnsan ırkını topyekun ortadan kaldırabilecek Sovyetler Birliği bir kalem dokunuşuyla sona ermiştir. 8 Aralık 1991’de öğleden sonra saat 14:00’te, Viskuli yakınlarında devlete ait bir sayfiye evinde Rusya, Ukrayna ve Beyaz Rusya liderleri bir araya gelip Belavezha Mutabakatı’nı imzalar: “SSCB’nin kurucu devletleri olan bizler; Beyaz Rusya Cumhuriyeti, Rusya Federasyonu ve Ukrayna, 1922’de imzaladığımız uluslararası kanuna tabi ve jeopolitik bir varlık olarak kurduğumuz SSCB’nin varlığının sona erdiğini ilan ederiz.” Hepsi bu kadar işte, Sovyetler sona erer. Parayı öznelerarası bir gerçeklik olarak kabul etmek görece daha kolaydır. Çoğu insan antik Yunan tanrılarının, kötü imparatorlukların ya da yabancı kültürlerin de sadece hayal gücümüzde var olduğunu benimsemeye açıktır. Ne var ki hayatımıza anlam veren kendi tanrımızın, kendi ulusumuzun ya da kendi değerlerimizin kurgudan ibaret olduğunu kabullenmek istemeyiz. Hayatlarımızın nesnel bir anlam taşıdığına, fedakarlıklarımızın zihnimizdeki hikayelerin ötesinde bir değeri olduğuna inanmak isteriz. Gelgelelim birçok insanın yaşamı sadece anlatılan hikayelerle var olur. Anlam insanların birlikte ördüğü ortak hikayeler ağıdır. Kilisede evlenmek, Ramazan’da oruç tutmak ya da seçimlerde oy kullanmak gibi belirli davranışlar neden bizim için anlamlıdır? Çünkü ebeveynlerimiz de böyle düşünüp kardeşim de oruç tutar ve tüm komşularımız, diğer şehirlerdeki hatta uzak diyarlardaki insanlar bile oy kullanır. Peki tüm bu insanlar neden anlatıları anlamlı bulur? Çünkü arkadaşları ve komşuları da aynı görüşleri paylaşır. İnsanlar kendi kendini çeviren bu döngüde devamlı birbirlerinin görüşlerini destekler. Karşılıklı her kabul, anlam örgüsünü herkesin düşüncesine inanmaktan başka bir çareniz kalmayıncaya kadar güçlendirip sıkılaştırır. Gel zaman git zaman anlam örgüsü çözülür ve yerini yenileri alır. Tarihi araştırmak, bu örgülerin çözülme ve oluşma süreçlerini izleyerek belirli bir çağda insanlara hayattaki en önemli olguymuş gibi gelen şeylerin, gelecek nesillerin gözünde ne kadar anlamsızlaştığını fark ettirir. 1187’de Selahaddin Eyyübi, Hıttin Muharebesi’nde Haçlıları yenerek Kudüs’ü fetheder. Papa kutsal şehri geri almak için III. Haçlı Seferi’ni başlatarak karşılık verir. Selahaddin Eyyübi’ye karşı savaşmak için yurdunu terk eden John adında genç bir İngiliz asili düşünün. John tercihlerinin nesnel bir anlamı olduğuna inanırdı. Bu savaş uğruna yaşamını feda ettiğinde, ruhunun cennete yükselerek uhrevi zevklerle dolu sonsuzlukta keyif çatacağından emindi. John cennet ve ruhların insanlar tarafından uydurulmuş hikayeler olduğunu duysaydı dehşete kapılırdı herhalde. Eğer kutsal topraklara ulaşabilirse Müslüman bir savaşçının indirdiği balta darbesiyle acı içinde kulakları çınlarken gözleri kararıp yere yığıldığı an, göz alıcı bir ışığın etrafını saracağına, ahenkli arp notaları eşliğinde parlak kanatlı meleklerin onu muhteşem altın kapıdan içeri çağıracağına inancı tamdı. John inanılmaz sıkı ve güçlü bir anlam örgüsünün tuzağına düştüğü için tüm bunlara inanır. Hatırlayabildiği en eski anılarında, kalenin ana salonunda büyükbabası Henry’nin paslı kılıcı asılıdır. Çocukluğundan beri II. Haçlı Seferi’nde ölen büyükbabası Henry’nin artık cennette meleklerle dinlendiğini ve gökyüzünden John’la ailesini izlediğini dinler. Zaman zaman kaleyi ziyaret eden halk ozanları, kutsal topraklarda çarpışmış cesur Haçlılara methiyeler düzerler. Kiliseye gittiğinde izlemeyi sevdiği vitray camlardan birinde, at üzerindeki ortaçağ şövalyesi Godfrey de Bouillon, kötücül bakışlı Müslümanı mızrağıyla delip geçer; bir başkasındaysa cehennemde yanan günahkar ruhlar resmedilir. Hayatında gördüğü en bilgili adam olan yerel rahibi her zaman dikkatle dinler John. Neredeyse her pazar, özenle derlenmiş meseller ve herkesin gülmekten kırıldığı şakalar eşliğinde Katolik Kilisesi’nden başka bir kurtuluş olmadığını açıklar rahip; Roma’daki Papa kutsal babamızdın onun emirlerine uymalı ve sözünden çıkmamalıyızdır. Çaldığımızda ya da öldürdüğümüzde bizi cehenneme gönderecek olan Tanrı, Müslümanları öldürdüğümüzdeyse bizi cennetinde karşılayacaktır. John on sekizine yaklaşırken bir gün, darmaduman hâlde bir şövalye kaleye girer ve nefes nefese yeni havadisi ilan eder: Selahaddin Eyyübi Hıttin’de Haçlı ordusunu dağıttı! Kudüs düştü! Papa yeni sefer kararı aldı, ölen herkese ebedi kurtuluş bahşediyor!” İnsanlar korku ve şaşkınlıkla bakışırken, John’un yüzü uhrevi bir coşkuyla aydınlanır: “Kafirlerle savaşmaya, kutsal toprakları özgürleştirmeye gidiyorum!” Herkes bir anlığına sessizleşir, haberi gözyaşları ve kahkahalarla karşılar. Annesi gözlerini silerek John’a sarılır ve oğluyla gurur duyduğunu söyler. Babası sırtını sıvazlayarak: “Ah senin yaşında olaydım, yalnız bırakmazdım seni. Ailemizin onuru söz konusu, bizi hayal kırıklığına uğratmayacağını biliyorum!” der. İki arkadaşı daha John’a katılır. Nehrin karşı kıyısındaki can düşmanı baron bile iyi dileklerini iletmek için ziyaretine gelir. John kaleden ayrılırken köy sakinleri viranelerinden çıkıp ona el sallar, güzel kızlar kafirlerle savaşmak üzere yola düşmüş Haçlı şövalyenin arkasından hayranlıkla bakar. İngiltere’den yelken açıp Normandiya, Provence, Sicilya üzerinden uzak ve yabancı diyarlara doğru yol alır, aynı inançla aynı hedefe doğru yürüyen tanımadığı şövalye grupları kendisine katılır. Ordu, sonunda kutsal topraklara varıp da Selahaddin Eyyübi’yle savaşa tutuştuğunda, John en fanatik Sarazenlerin bile kendisiyle aynı inancı paylaşmasına şaşırır. Yalnız kafaları bir parça karışıktır; onlara göre Hıristiyanlar kafir, Müslümanlar inançlıdır. Ancak temel bir konuda hemfikirdirler, Kudüs ve Tanrı için savaşanlar dosdoğru cennete gidecektir. Ortaçağ medeniyeti böylece kendi anlam örgüsünü oluşturur, John ve çağdaşları da sinekler gibi bu anlam örgüsüne yakalanır. John’un gözünde tüm bu hikayelerin hayal gücünün birer ürünü olması akıl alır gibi değildir. Belki ailesi ve akrabaları yanılıyordur, peki ya tüm o halk ozanları, arkadaşları, kasabadaki kızlar, o âlim rahip, nehrin karşısındaki baron, Roma’daki Papa, Provence ve Sicilya’daki şövalyeler, hatta ve hatta Müslümanlar bile, hepsinin sanrılar içinde olması mümkün müdür? Sonra yıllar geçer. Tarihçiler bu anlam örgüsünü incelerken biri çözülür ve yerine bir yenisi oluşturulur. John’un ailesi ve arkadaşları sırayla ölür. Halk ozanlarının Haçlılar hakkında çalıp söyledikleri, yerini trajik aşk hikayeleri üzerine sahnelenen oyunlara bırakır. Ailenin yerle bir olan kalesi yeniden inşa edildiğinde hiçbir yerde büyükbaba Henry’nin kılıcının izine rastlanmaz. Fırtınada parçalanan kilise camları yenilendiğinde, ortaçağ şövalyesi Godfrey de Bouillon ve cehennemdeki günahkarların yerini, İngiliz Kralı’nın Fransa’ya karşı kazandığı muhteşem zafer almıştır artık. Rahip, Papa’ya kutsal babamız değil, “Roma’daki o şeytan” diye hitap etmektedir. Yakınlardaki üniversitede âlimler antik Yunan metinlerine dalmış, ölü bedenleri kesip incelerken kapalı kapılar ardında birbirlerine ruh diye bir şey olmadığını fısıldamaktadır. Yıllar geçmeye devam eder. Bir zamanlar kalenin yükseldiği tepede bir alışveriş merkezi vardır artık. Köşedeki sinemada kim bilir kaçıncı defa Monty Python ve Kutsal Kase gösterilmektedir. Kilisede yalnızlıktan sıkılmış bir papaz, ziyarete gelen iki Japon turisti ağzı kulaklarında karşılayıp uzun uzun vitrayların hikayesini anlatırken, dinlediklerinin anlamsızlığı karşısında kafa sallayan turistler kibarca gülümserler. Kilisenin merdivenlerine oturmuş gürültücü gençler iPhone’larından, YouTube’da John Lennon’ın “Imagine” [Hayal et] şarkısının yeni bir yorumunu dinliyordur. “Cennetin olmadığını hayal et,” der Lennon, “denersen kolay olduğunu göreceksin.” Pakistanlı bir çöpçü kaldırımları süpürürken, radyoda haberler başlar: “Suriye’deki katliam devam ediyor. Güvenlik Konseyi görüşmelerinden bir karar çıkmadı.” Bir anda zamanda bir kırılma olur ve gençlerden birinin yüzü gizemli bir ışık huzmesiyle aydınlanır: “Kafirlerle savaşmaya, kutsal toprakları özgürleştirmeye gidiyorum!” Kafirler ve kutsal topraklar ne demek? Bu kelimeler İngiltere’de pek çok kişi için bugün hiçbir anlam ifade etmiyor. Muhtemelen papaz bile kafirlerle savaşmaya niyetlenen gencin psikotik bir nöbet geçirdiğini düşünecektir, öte yandan Uluslararası Af örgütü’ne katılıp göçmenlerin haklarını korumak adına Suriye’ye gitmeye karar veren genç bir İngiliz, ortaçağda deli muamelesi görecekken bugün kahraman gibi değerlendirilecektir. 12. yüzyılda İngiltere’de kimse insan haklarının ne olduğunu bilmiyordu. Ortadoğu’ya canınız pahasına gidip Müslümanları öldürmek yerine, bir Müslüman topluluğunu diğerinden korumak istediğinizden mi bahsediyorsunuz? Aklınızı kaçırmış olmalısınız. İşte tarih böyle gözler önüne seriliyor. İnsanlar bir anlam örgüsü oluşturup tüm kalpleriyle buna inanıyor; ancak er ya da geç örgü çözüldüğünde nasıl da tüm bu hikayeyi ciddiye aldıklarına anlam veremiyorlar. Soğuk Savaş çılgınlık gibi görünmeye başladı bile. Otuz yıl önce nasıl oldu da insanlar komünist bir cennete inandıkları için nükleer bir katliamı göze alabildiler? önümüzdeki yüzyılda demokrasi ve insan haklarına duyduğumuz inanç da gelecek nesillere aynı şekilde anlamsız görünebilir.
Sayfa 154 - Kolektif
·
63 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.