Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Birer muamma olarak doğarız: Kimin kaç gün yaşayacağı, nasıl bir ömür süreceği, ne uğruna tükeneceği hiçbir kulun malumu değildir. İnsanoğluna muammalık sıfatı yakıştırırken şunu gözden kaçırmazsak isabet kaydedebiliriz: Her kime muamma demişsek o, muammalı saydığımız yanım ancak bedeninde can taşıdığı sürece muhafaza edebilecektir. Can taşımak imkân taşımak demektir. İmkân ise istidattan ibaret değildir. İnsanların imkânı dediğimiz şey, o güne kadar ne idiyseler olduklarının ötesine gidebilme, üstüne çıkabilme gücüdür. İnsana sır katan şeyin canlılık olduğunu; ama bu canlılığın bitkilerde ve hayvanlarda rastlanılan canlılıktan farklı olduğunu hatırdan çıkarmayalım. İnsan hayatı kendini tekrar edip duran bir “devr-i dâim” manzarası arz etmediği takdirde sahiden insan hayatı olur. Evet, alnımıza ne yazıldıysa onu yaşarız ve fakat uhdemizdeki insanlık, robot, kukla, köpek değil de insan olmuşluk, alnımıza kendimizi tekrar etmeyeceğimizin yazıldığına karinedir. Tarih tekerrür etmeyecektir. Sırrımız canlı olmamızın neyin canlanmasına hizmet edeceğinde saklı. “Kendini bil!” denildiyse boşuna söylenmemiş. Beşer kıyafetinde yaratılan ve dünyadaki ömrünü tüketen herkes kendini bilme durumuna kavuşmaz, Kavuşma gücünü gösterenler de bu rütbeyi çal kap elde edemez. Kendini bilme süreci (tasavvufta görüldüğü şekliyle bile olsa) bir disiplin haline de getirilemez. Bilim, felsefe, sanat alanlarındaki bilgilerle kendimizi bilmedeki noksanımızı gideremeyiz. İnsan gerçeğinin esasına erenler bununla kendini bilme çabasının üstesinden gelmiş sayılmazlar. Çünkü “kendilik bilgisi” her kim ona kavuşmuşsa, yalnızca kendini kapsar. Demek ki kendilik bilgisi biriciklik bilgisidir. Aradığımız bilgi, bilgi olma özelliğini kamuya sunulur sunulmaz kaybeder. Geçen bunca zaman insan ömrünün biricikliğine halel getirememiştir. Sahiciliğimiz biricikliğimizdedir. Kısa veya uzun, ne kadar ve nasıl yaşamış olursak olalım biz insanlar bizi biricikliğe götüren iki yoldan birinde yürürüz; ama iki yolda birden yürüyemeyiz. Ya şimdiye kadar geçirdiğimiz yılın hakkını vermiş yahut yıllarımızı heba etmişizdir. Ömrümüzün her aşaması bilgisizliğimizi geride bırakmamızı vesile olduğu nispette değer taşır. Acaba bilgisizlikten kurtulmak ve bu değeri kazanmak için kütüphanelere mi kapansak? Yoksa maceradan maceraya atılıp bilinecek şeyi tecrübeden, hayat bilgisinden mi çıkarsak? Boşuna gayret... Ne kadar değerli olduğumuzun ölçüsünü tanık olduğumuz bu dünyada bulamayacağız. Neyin yaşamaya değdiğini, neyi yaşamakla hayatımızı değersizleştireceğimizi önceden bilemeyiz. Alnımızda yazılanı okumanıza yarayacak bir marifetimiz yok. Biz insanlar canımızın neyi canlı tuttuğu bilgisinden yoksun bırakılmakla kalmamışız; yaşarken hangi eylemler için yeterli olduğumuzun bilgisi de bizden saklanmıştır. Kim olursak olalım sadece bir tek alanda tercih yapmayı güç yetirebiliriz. Kaderimize razı olmak veya kaderimize itiraz etmek. Birinci şıkkı seçip takdire rıza göstermişsek ne için yaşadığımızı da keşfetmişiz demektir. Kaderinize itiraz ettiğiniz zaman yaratıldığınızı da inkâr etmiş olursunuz. Umumi kanaat baskısı bizi yanıltmasın, bilelim ki, kaderine dâhil olmayı benimseyenler şartlara teslim olmayanlardır. Beklentisini önünde elverişli şartların doğup doğmadığını bağladığı için kaderine itiraz edenlerin ömrü ise fırsat kollamakla geçer. Yaşıyorsak doğuştan getirdiğimiz muamma bizimledir. Yaşadığı sürece her insandan gerek amelî ve gerekse itikadi veçhesiyle her edim, her değişim beklenebilir. Ne zaman ki ölürüz ve bu dünyada hiçbir eylemde bulunamaz duruma düşeriz, ne zaman ki değişim sürecimizin sonuna gelmişizdir, o zaman hayatta kalan bazıları geçen ömrümüzün çapına dair fikirler yürütmeye başlar. Amelimiz ve itikadımız konularında yorumlar yapılır. Meraklı kimseler bizim can vermemiz üzerinden belli bir zaman geçince hayatımızı bilmece haline getirirler. Bunun “biyografi yazarlığı” gibi bir meslek doğurduğu bilinir. Bu çeşitten bir meslek edinmiş olmasa bile birçok kimse, hayat hikâyesi meraka değer kişilerin can verişini takip eden yıllarda onların doğumlarıyla ölümleri arasında geçen müddetten bilmeceler terkip ve tertip eder. Sona eren hayatlar sadece birer bilmecedir; ölüm onların muammalık vasfını yok etmiştir. Bu anlamda tarih de bir bilmecedir ve bir muamma değildir. Yaşarlık niteliğinden arındırılmış insanların, kendileriyle asla el sıkışamayacağımız, cevap vermek suretiyle artık bize nüfuz edemeyecek kişilerin zihnimizde uyandırdığı yankılar, eğri veya doğru biyografiler haline gelir, tarih olur. Gözlemlerimiz, tanıklarımız, delillerimiz ve ele geçirebildiğimiz bütün veriler sona ermiş hayatların ortalama anlayışlar düzeyinde açıklanması, aklîleştirilmesidir. Bunlara ne kadar parlak bir üslüpla dile getirilmiş olurlarsa olsunlar, mantık örgüleri ne kadar incelikli ve ustaca olursa olsun “ortalama anlayış” diyorum, zira anlatan ve anlayan herhangi bir ortalamada birleşemezlerse iletişim gerçekleşemeyecektir. Demek ki kimlerden olursa olsun insanlardan birinin “kaybedilmiş” hayatı diğerleri katında gerçekte olduğundan çok daha sıradanlaştırılmış, muammasız kılınmış birer malzeme haline dönüşmek zorundadır. Sona ermiş hayatlar üzerine konuşup yazanlar keşfettiklerine inandıkları gerçekleri dile getirirler. Onların kabul edilmeye indirgenmiş bir mantık örgüsünün ötesinde, önceden sınanmış bir mantık çatkısının üstünde bir şeyi dile getirdikleri söylenebilir mi? Hayır. Sona eren hayatlar gözlemcilerin, delil toplayanların gözlemden yoksun kalanlara takdim ettiği bilmecelerdir. Hakkında konuşulan insanlardan hiçbiri içine konulduğu tabutun kapağını aralayıp “Ben sağken şu yoldan giderdim!” diyemeyecektir. Yaşadığı müddetçe insan muammadır. Kabul edilmesinde hiç zorluk çekmeyeceğimiz gerçek şu ki bir insanın yaşayan insan nitelemesine uğraması onun nefes alıp vermesi, canlı varlıklara özgü işlevleri yerine getirmesi sebebiyle değildir. Her kim ki bizzat kendi hayatıma mânâsını değişime uğratmaya müsait veriler üretmekten geri durmaz; işte biz ona yaşayan insan deriz. Bu “yaşayan insan”, hayatı hakkında söylenebilecek son sözü kendi türünden bir gözlemciye bırakmadığından dolayı bilmece değildir. Yaşayan insanda bir harikulâdelik varsa, bunu o insanda gizli kalan muamma sağlar. Aman dikkat! Yaşamanın harikulâdeliği ile yaradılışın harikulâdeliğini birbirine karıştırmayalım. Bunlardan biri diğerinin yerine ikame edilemez. Yaşamanın harikulâdeliği Adem soyuna mahsustur. Adem aleyhisselâm bir halife olarak yaratılmıştır. Bu gerçek sebebiyle “İnsan Allah’ın halifesidir.” yorumu yapılabileceğini zannedenler, bununla kendi kaderine itiraz edenlerle yol arkadaşlığı yapabileceklerini beyan etmiş olurlar. İnsanın halifeliği onun bir mirası üzerine alma kabiliyeti taşımasına dayanır. Neyin vârisi olduğu hakkındaki bilinç insanı insan yapar. İnsan olmayan yaratıklar alelâdelikle de, harikulâdelikle de donanmış olabilir. Onların ne alelâdeliği, ne de harikulâdeliği Adem soyundan gelenlerin alelâdeliğini veya harikulâdeliğini açıklamaya giden yol üzerindedir. Çünkü insanın sürdürdüğü hayatla insan olmayanın mevcudiyeti arasında derece farkı değil, mahiyet farkı vardır.
Sayfa 133Kitabı okudu
·
43 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.