Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Şimdi bu çok karmaşık süreç içinde gerçek olanla hayalî olanın paylarını hakkiyle ayırmayı denersek şunu buluyoruz. Süresiz gerçek bir mekân var, olayları şuur hallerimizle birlikte görünüp birlikte kaybolan bir mekân, bir de gerçek bir süre, bir cinsten olmıyan anları birbiriyle kaynaşan bir süre var: fakat bu gerçek sürenin her bir anı kendisiyle zamandaş olan dış dünyanın bir haline bağlanabildiği gibi bu bağlanabilme dolayısiyle diğer anlardan ayrılabilir oluyor. Sonra da bu iki realitenin mukayesesinden mekândan çıkarılmış sembolik bir süre tasavvuru doğuyor. Süre mütecanis çevreli mevhum bir süre şeklini bu suretle alıyor; mekân ile süreden ibaret olan bu iki had arasında zaman ile mekân faslı müştereki diye tarif olunabilecek şirazeyi de zamandaşlık teşkil ediyor. ---- *Üçünden hangisinin yaşanmakta olduğunu bilmediğimiz yaşantı anlarına ait olanlar, aynı anda aynı mekânda buluşur… “ - Bana öyle bakma, yanlış adres. - Seni vurmak zorunda kalacağım. - Demek öyle!” Kadınla erkek kırdadır. Kadın adresini yazmak için adamın not defterini alır sonra yazdığı sayfayı yırtıp, buruşturur ve atar. Sahnenin sonunda aralarında bu diyalog geçer. Adamın öldürmekle ilgili sözleri üzerine kadın kahkaha atarak yere uzanır önce ve sonra aynı kahkaha sesinin eşliğinde koştuğunu görürüz. Bir geçidin altından geçtiğini görürüz, burası yalıya ait kayıkhanedir. Kahkaha sesi sürmektedir. Kadının kahkahası kaybolur ve nefes nefese soluk alış verişini duyarız. Kadının derin soluk sesini duymaya devam ederiz ve bu esnada adam gelir. Adamın gelmesinden az sonra kadın teslimiyetini gösterir gibi ellerini iki yana açarak önce diz çöker ve sonra yüz üstü kumlara kapaklanır. Kumlara kapaklandıktan sonra kadın soluk sesini duymayız. Burada da yukarıdakine benzer bir geçişlilik söz konusudur. Kahkaha ve nefes nefese soluk alış verişle birlikte aynı mekân akışı içerisinde hissederiz kendimizi. Süreklilik söz konusudur zamanda ve mekânda. Daha doğrusu geçen zaman , mekândaki hareketle aynı paralellikte ilerlemektedir. Mekânın sabitliği zamanın süreğeniliğini, zamanın süreğenliğini gösteren öğeler ise mekândaki konumlanışların aynı zamana aitliği gösterir biçimde bir sarmal gibidir. Her şeyin saran ve sarılan olması gibi her şey herşeyin sebebi biçiminde bütünlük algısını oluşturur burada. Sonrasında kadın kıpırtısız biçimde kumların üzerinde uzanmaktadır ( Tam bunu yazarken sahneyi izlediğimde bir şey fark ettim. Kadın kıpırtısız duruken ben onun ölü olduğuna kanaat getirmiştim. Kadın burada dikkatle bakıldığında göz kırpmaktadır. Yine bugünkü yeniden izlemede filmin henüz jenerik geçerken başlarda yer alan görüntüsünde anlık bir göz kırpma vardı. Buna dair kafamda bir şeyler yazmayı tasarlamıştım. Store perdeden bakış aralığı ile bunun üzerine bir şeyler düşünmüştüm. Başka bir sahnede kadının ölü yüzüne ait bir gülümsemeyi hatırlamam buna sebepti. Şu an bunu görünce bu daha da şekillendi sanırım, birazdan bu meseleyi etraflıca genişleteceğim. Düşünce anını da yazmam gerektiğini düşünerek bu parantez içini ekledim). Kadının minderlere uzanmış biçimde olduğu kayık , yalının denize çıkan geçidinden çıkarak, denize doğru açılır. Daha sonra uzak çekimden geçidin önündeki kayığı görürüz.Bakış kayığı izlemektedir uzak çekimle. Bir vapur düdüğü duyarız. Bakış vapurun gittiği yönde yavaş yavaş terk etmektedir kayığı merkez alışını. Hareketi vapura adderiz ancak aslolanın bakış öznesi kameranın hareketi olduğunu bakış alanına kadın ve erkeğin yerleşmesi ile algılarız. Önünde hiçbir şey yer almayan bakışın karşısında sırtı dönük biçimde kadın ve erkek görüntüye yansır ve sonra tamamen o alanın merkezine yerleşirler. Bu alt (değiştirdim tabii ki) başlıkta yazmayı düşündüğüm husus aslında bu son iki resimde geçen durum üzerineydi. Aynı mekâna ve aynı zaman parçasına akış söz konusu olmaksızın iki ayrı durumun yerleşmesiyle ilgiliydi. Az önce parantez içinde belirttiğim sonraki yazacakalrıma dair işaretlerin hem belirginleşmesi hem de değişikliğe uğraması gibi burada da aynı durum söz konusu. Yazmanın aynı zamanda kendi yeni bir düşünüş biçimini de getirdiğini, düşünülenin aktarımından ibaret olmadığını bizatihi duyuyorum ve dahası aslında bu durumu tercih ediyordum da. Kendi olanaklarını kendisi yaratan biçimde yazımdüşünce de diyebileceğim bir şey söz konusu. Buna sebep olan hususa da değineyim arada (zaten bu yazının bütünü de inceleme yazısı olmaktan çıktı, hatta baştan belliydi de bu durum, yazının bileşenlerinden kaynaklı olarak). Evvelsi gün bir arkadaşımın bir cümlesi üzerine üzeine bir bir yanıt vermiştim ona. İmlâya dokunmaksızın buraya aktarıyorum: - Bir roman yazarsan senin kalemin şekillendirir. - "n" mi fazla "i" mi eksik düşünüyorum şu an:)) ilk ihtimal olarak "kalemin+i" dedim, ikinci ihtimal olarak "senin-n" ...ikinci anlam hoş doğrusu, seni kalemin şekillendirir diye düşünmek...uğraşının nesnesine (edilgin bir nesne olarak değil kastım) göre şekil almak...ilk anlam kalemini şekillendirir roman yazmak, var olanı yetkin hâle getirerek ifadeyi geliştirmek gibi...nesneler ve anlamlar üzerindeyim hâlâ bende dünya yaratacak cevher yok... Yazı burada edilgin biçimde benim eyleyişimle şekillenen bir unsur değil. Hoşlandığımı belirttiğim anlam üzere olduğu gibi yazı da edilgin olmayan ve yazanı da şekillendiren biçimde kendi dünyasının olanaklarını yaratıyor. Bu dünyanın kendime ait olduğunu söyleyemem. Bu düşünceyi üretiş biçimi ve bu yazının akışı sadece kendine özgü, bitirdiğimde onun dünyasını da terk etmiş olacağım, edindiğim fikirlerimle(?). En güzel arkadaşlarımdan birinin hatırlatmasıydı. Ulus Baker’in kitabında geçen iki cümleden bahsetmişti bana ve uzun uzadıya konuşmuştuk yine. Şunlardı o cümleler: “Biz fikirlerimize bile sahip değiliz… Aksine fikirlerimiz hep başımıza gelen şeylerdir.” Yüzeybilim ve Fragmanlar kitabında bu cümlelerin devamında paragrafı bütünleyen şu ifadeler yer almaktadır. “Bu durumu Spinoza Etiğinin ikinci kitabının hemen başlarında teyit eder: Fikirler bir taraftan "nesnel bir gerçekliğe" sahiptirler --yani "bir şeyleri temsil ederler"... Ama öte yandan, her zaman herhangi bir fikre dair bir "fikir" de oluşturabilecek yaratıklar olduğumuz için, fikirler birer "şey" dirler ve gelip bize çarpıp geçerler... İnsanlık halinin önemli bir kısmını, fikirlerin birbirini kovalayıp durması, birbirlerini destekleyip reddetmesi yaşantıları oluşturmaktadır.” Kitabında fikirlerle” bedensel” karşılaşmalardan söz eder. Onlarla sokakta, otobüs durağında, kitaplarda, filmlerde, otobüs duraklarında… Canlı bir varlık(mış)casına… Bunların hiçbirinin önceden aklımdan geçenler olduğunu söyleyemem. Aklımdan geçmelerinin mümkünlüğü ise bana çarpmış olmalarına bağlı tamamen. Bunu bu yazma süresi içerisinde önceden çarpmış olanların etkisini duyarak yaşıyorum. Neyse efendim burayı fazla uzatmadan açık bir düşünce kapısı olarak bırakayım, doğrusu kapısının açıldığı dünyayı tarif eden olmak istemiyorum. Filme dair olanlara geri dönelim… Kadını ve erkeği merkeze alan bakış hareketini sürdürür ve merkezinden onları çıkararak ( bu esnada adamın başını yavaşça yeni görüntü alanına çevirir) adamın filmin başında bulunduğu yalının önüne gelir. Yalının önünde adamın pencereden baktığında gördüğü kasketli adamı aynı biçimde sandalyesine otururken görürüz, aynı yerde. Plan burada sona erer. Burada ele aldığımız plan ile bir önceki başlıkta geçen plan arasında şöyle bir ilinti durumu da var. Bu iki planın arasında ev içerisinde geçen bir plan (ya da plan bütünlüğü) yer alıyor. Bu üçü arasında bahsetmemiş olduğum bir bağlantı söz konusu. Evin içerisinde gerçekleşen sahneden önce böcek seslerinin etkisini yitirdiğini söylemiştim. Evin içerisinde sadece motor sesi duyulur önce ve böcek sesleri hafiften belirir. Adam kadına yakınlaştıkça böcek seslerinin etkisi artar motor sesi kaybolur. Böcek sesiyle de ve seslerle şimdi anlatmış olduğum plana geçilir. Bu planın sonunda yer alan vapur düdüğünün sesiyle de yine sesin sürmekte olduğu başka bir plana geçeriz. Süreklilik sağlayan öğe olarak sesler vardır ve onun aracılığıyla akış kendini sürdürür ancak süreklilikte zaman ve mekân sürekliliğin akışıyla eş zamanlı ilerlemiyor gibi görünmektedir. Kopmuşluk, ayrı parçalılık hissini veriyor. Tüm bunlara rağmen şunu biliyoruz ki artık bütün bu belirsiz kılan öğelere rağmen tek bir akış söz konusu. Film bir yerden bir yere hareket ediyor. Bize sunulan bir durumlar karmaşası, ileri-geri dönüşler değil; aksine akışın sürekliliği söz konusu. Bulunulan zamandan ve mekândan kopmuşluk hissi veren parçalanmalardan, bu akış sürekliğini sağlayan geçişler, sesler aracılığıyla kurtulabiliriz. Altından kalkamadığım (en azından şimdilik) mesele ise şu. Bu planda adam vapurdayken üç ayrı yerdedir aynı zamanda. Birincisi vapurdan kıyıya ve dahası oturduğu yalıya bakan hâli, ikincisi yalıdaki hâli( onu görmüyoruz ancak yalının önündeki kasketli adam dolayımıyla onun içeride olduğunu biliyoruz), üçüncüsü ise kadını kayıkta taşıyan hâli. Augustinus’un şimdiki zamanın anı, görü ve beklenti durumlarının aynı anda aynı mekânda bir aradalığı söz konusu şimdi. Yukarıdaki planda da benzer bir durum söz konusuydu ancak orada zamanın ve mekânın akış hâli söz konusuydu. Burada ise sahneyi bir an dondurursak adamın baktığı yerde, artık bakmadığı yerde ve olduğu yerde bulunmaklığı söz konusu. O zaman hangisini Augustinus’un üç ifadesinden birine yerleştirebiliriz? Her üçü de aynı zamanda ve aynı mekânda, gerçeklik biçiminde yerleşmişken üstelik. Sözün çağrışımlar bütününü bir düzene ya da sıraya yerleştirmeden ya da bazı ayıklamalara tabi tutmadan anlatabilmesinin güçlüğünü biliyoruz. Tabi tutulduğu şeyler dolayısıyla anladığımızda ise eksik kalmak zorundayız anlamca ve anlam edilgin biçimde yerleşir içimize. Kuşkusuz aynı şeyler görüntü içinde geçerli. Bir anın her şeyiyle ham hâlini sözle ya da görüntü ile ele aldığımızda ise böyle bir durum karşımıza çıkmakta. Burada anlatılan bir yanılsamaya ait olan durum değildir. Anlatılmakta olan hikâye bütünün ham halinin görüntüsel aktarımıdır. Vapurdaki adama göre her iki de anı gibi görünebilmektedir aynı zamanda, kolay yolla baktığımızda, geride kalmıştır kayık da ev de. Ama o anlar orada durmaktadır da. Merkezlik durumlarına göre üç hâle yerleşmeler de farklı olabilmektedir hâliyle… Burada anlatılmakta olan yaşanmış (anı, görü) ve yaşanmamış (beklenti) anlardan oluşan bir hikâye olduğu şüphesiz. Yapılanın bunların sıralarını karıştırmak olduğunu da söyleyemeyiz. Anlatı esnasında yapılan şey, hikâyenin herhangi bir ayıklamaya tabi tutulmaksızın, herhangi bir zamana yönelmeksizin veya herhangi bir zamanın öğesini belirgin kılacak işlemlere girişmeden gerçekleşeni tümüyle aktarmaktır. Birbirinin içerisinde ve birlikte yaşanmaktadır hikâye. Doğa seslerinin geçiş unsuru değil, matematiksel zamanın da sürmekte olduğunun bir işareti olarak alabiliriz. Matematiksel zamanda, bellek zamanı kendi kronolojik olmayan akışında ve mekân tutmaksızın ilerlemektedir. Kayıkla olan sahne filmin sonlarında tekrar karşımıza çıkar. Diğer birçok sahnenin de olduğu gibi. Bu kez kayık geçitten çıktığında Yerebatan Sarayı’nın sütunları arasındadır… Bu sahnenin öncesinde ve sonrasında yer alan farklı planlarda, ney sesinin ağırlığıyla ilerleyerek mezarlıkta buluruz kendimizi…
·
8 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.