Toplumumuzda bir başka dışlama ilkesi daha
var: bu bir yasak değilse bile, bir paylaşım ve bir
kovuş. Akıl ile delilik arasındaki karşıtlığı kastediyorum. Orta Çağ’ın derinliklerinden buyana deli, söyleminin diğer insanlarınkiler gibi yayılabilmesine imkân bulunmayan kişidir: söylediği şeyin bir hiç ve söylenmemiş kabul edildiği, ne doğruluğu ne de önemi olduğu, adalet önünde değer taşımadığı,
bir eylemi veya bir sözleşmeyi doğrulamaya yetmediği, hatta kilisede bile özün —biçim— değiştirmesine ve kutsal ekmeği bedene dönüştürmeye yardım etmediği görülür; buna karşın, her türlü söylemin karşıtı olarak, ona, gizli bir hakikati bildirmek, gelecekten haber vermek, olanca saflığı içinde, başkalarının bilgeliğinin farkedemediklerini görebilmek gibi tuhaf güçler yakıştırıldığı da olur. Yüzyıllar boyuca Avrupa’da, delinin söylediğinin ya hiç işitilmemiş olduğunu, ya da, işitildiğinde, ona bir hakikatin sesiymiş gibi kulak verildiğini saptamak oldukça gariptir. Sözleri ya —daha ağıza alınır alınmaz dışarı kovularak— hiçliğin içine yuvarlanıyordu, ya da içinde saf veya hilekâr bir akıl, aklı başında insanlarmkinden daha
akıllı bir akıl bulunup çıkarılıyordu. Ne olursa ol-
sun, ister dışlanmış, isterse, dar anlamıyla, akıl tarafından gizlice kuşatılmış olsun, bu söylem ortada değildi. Delinin divaneliği söylediklerinden anlaşılıyordu: onlar düpedüz, paylaşımın işlediği alandı; ancak bu söylenenler, hiçbir zaman bir araya toplanmıyor, dinlenmiyordu. XVIII. yüzyılın sonuna gelene dek, gösterdiği değişikliğe karşın,
bu söylenmede neyin söylenmiş olduğunu (nasıl
söylenmiş olduğunu, neden söylenmiş olduğunu)
araştırma düşüncesi, herhangi bir hekimin akima
asla gelmedi. Delinin bütün o devasa söylemi gürültüye dönüşüyordu; ve ona ancak simgesel bir biçimde, korunmasız ve uzlaştırılmış olarak tiyatro sahnesinde ilerlediği zaman söz veriliyordu, zira burada maskeli hakikat rolünü üstlenmekteydi.