Bohemya'da komünizm gölgesi altındaki hayatları felsefe ve edebiyatla harmanlayarak, hem varoluş sancısını hem aşk sancısını hem bireysel özgürlük ve beraberinde getirdiklerinin sancısını bu kitabında anlatmaya çalışmış Kundera. Tüm bunları anlatırken de dört farklı karakter seçmiş. Bu dört karakter, numunelik diyebileceğimiz türden karakterler. Kundera her bir karaktere, öyle çizgiler çizmiş ki bir kişinin, bir çok karaktere bürünüp farklı insan yapılarını böylesine yansıtmış olmasını insana mümkün görünmüyor ve kitabı Kundera değil de Tomas, Teraza, Sabina ve Franz yani kitaptaki karakterler yazmış sanki diye hissediyor insan. Hani şu varoluşçuların “Varoluş, özden önce gelir.” mottosu vardır ya, işte Kundera'da Karakterleri var edip, özlerini birer birer nakış gibi işlemiş ve bu sürece bizi de tanık etmiş.
(Bence spoiler yok ama yine de incelememin kaldırılmaması adına uyarayım, bundan sonra okuyacaklarınızda belki spoiler çıkabilir. )
Kitabın baş karakterlerinden olan Tomas, başarılı bir cerrahtır. Özgürlüğüne düşkün, bireysel bağımsızlığı hayatının amacı yapmış bir kimsedir. Birine bağlanmak, ona hayatın da küçücük de olsa bir yer açmak onun için prangadan farksızdır. Bu yüzden önce hata olarak düşündüğü evliliğini bitirir ve daha sonra da oğlundan vazgeçer. Ama kadınlardan vazgeçemez. Hiç bir kadına bağlanmadan, günübirlik ilişkiler yaşar. Sadece Sabina ile günübirlikten ziyade daha düzenli bir ilişki yaşar ama bu ilişkinin adı aşk değil hele hele bağlanmak hiç değil çünkü hem Tomas, hem Sabina bağlanmanın zıddı olarak gelmişler sanki dünyaya. Bu benzerlik ikisinin arasındaki ilişkiyi stabil tuttu ve bir adım ileriye gitmesine izin vermedi ama kader ağlarını örüyordu Tomas'ın karşısına Tereza çıktı Tomas akıntıya bırakır gibi bıraktı kendini. Çünkü aşık olmuştur. Ama aşk onun nezdinde pranga olduğu için bunun dışa vurumunu Tereza’yı defalarca aldatarak yapar. Çünkü ona göre aşk bedenle alakalı bir şey değil, Ruhla alakalı olan bir şeydir. Aynı şekilde bedenle yapılan ihanet, ihanet sayılmazdı ona göre. Bedeni başka kadınları arzuluyordu fakat tüm ruhuyla Tereza'ya aitti. Tereza aldatıldığının farkındadır. Kocasının üzerine başka kadınların kokusu sinmiş şekilde yanına uzandığında bile ondan vazgeçemez. Çok acı çeker ve çektiği acıların tezahürü rüyalarında karşısına çıkar. Artık dayanamayacağını anladığı bir günde,
“Ama güçlüler güçsüzleri incitemeyecek kadar güçsüz olunca, güçsüzler çekip gidecek kadar güçlü olmak zorundalar.” der ve gider. Bu gitmenin sonucunda neler olduğuna değinmeyeceğim çünkü Sabina ve Franz ile ilgili de bir kaç şey söylemek istiyorum.
Eğer ihanet bir din olsaydı, Tanrısı Sabina olurdu. O kimseye aşık değildi çünkü o ihanete aşıktır. Hiç bir yeri kendine mesken edinmez öyle ki öldüğünde bile cesedinin yakılıp, küllerinin rüzgarda savrulmasını ister. Bir yere, bir kimseye ait olmak onun varoluşuna terstir. Kendi özü buydu onun ve özünün ona gerektirdikleri karşısında onu çok seven Franz'a haber vermeden çeker gider. Franz başarılı bir akademisyendir. Evlidir ve bir kızı vardır. İhanet tanrıçası Sabina karşısına çıkınca, kendi tabiri ile eline aldığı süpürgeyle karısını ve kızını süpürür atar hayatının dışına ve sonrasında görelim Mevlam neyler, neylerse güzel eyler.
Şöyle bir baktığımızda karakterlerin hepsi birbirinden rezil görünüyor öyle değil mi? Karısını defalarca aldatan bir adam, her türlü ihaneti görmezden gelen bir kadın, hayatta ki herşeye ihanet eden bir diğer kadın, bir kadın için ailesinden vazgeçen bir adam… Ama işin aslı öyle değil. Kundera öyle bir kurgulamış ki hiç bir karaktere kızamıyorsunuz ya da suçlu ilan edemiyorsunuz, hepsinin yaşanmışlıkları ya da yaşayamadıkları belki de hiç yaşayamayacakları şeylerdi onları bu hale getiren.
Şimdiye kadar karakterler üzerinden kitabı anlatmış olmamın sebebi, Kundera'nın karakterler üzerine çok yoğunlaşmış olmasından dolayıdır. Ve karakterler üzerinde bu kadar durmasından dolayı Kundera'yı Peyami Safa'ya benzettim. Peyami Safa, psikolojik olarak inceliyordu karakterlerini Kundera da felsefik olarak inceliyor. Dolayısıyla Karakterlere değinmeden anlatmak pek mümkün değil kitabı.
Karakterden çıkıp olayların geçtiği yer olan Çekoslovakya’nın haleti ruhiyyesine geçelim. Tüm bu çapraşık ilişkiler bir gölgenin altında yaşanır. O gölge Sovyet Rusya'nın gölgesidir. Çekoslovakya'yı işgal eden Sovyetler'in ülke üzerindeki etkisi de yansıtılmış kitapta. Milan Kundera Anti-komünist tavrını yazdığı her satırda hissettirmiş. Görüşlerini kurguya çok profesyonelce yedirdiği için de, okura bir şeyleri idealize etmeye çalışılmış gibi bir hava sezinlemedim ve Doktor Jivago da yaşadığım bu hayal kırııklığımı bu kitapta yaşamadım. Ayrıca Kundera aşkı ve siyaseti felsefe ile temellendirip, edebiyat ile süslediği için de okura farklı bir keyif veren tarafı da var.
Bunların haricinde değineceğim diğer konu kitaptaki erotizm. Aslında erotizm kelimesini, kitabı okuduktan sonra abartı bile bulabilirsiniz. Evet, kitabın bir çoğunda cinsellik var ama bunlar okuru rahatsız eden türden şeyler değil çünkü yazar, bu konuda neredeyse bir kaç yer hariç hiç betimleme yapmamış ve dolayısıyla ben rahatsız olmadım. Ama rahatsız olacak olan varsa uyarımı da yapmış olayım. Bolca müstehcen bölüm var.
Gel gelelim kitabı beğendim mi? Yazarla bir kaç görüşte çakıştığımı hatta bazı tüme varımlarda kullandığı yakıştırma ve örnekleri fazla bulduğumu, kendi değerlerime ters düşen değer yargılarının olduğunu söylemek isterim ve içimdeki objektif olma duygusuna lanet okuyarak söylüyorum ki evet beğendim. Hatta bittiği için üzüldüm.
Benim için farklı bir deneyim oldu, iyi de oldu. Okuyacak arkadaşlar için de öyle olmasını istiyor ve keyifli okumalar diliyorum. Sağlıcakla…