“Hayatın anlamsız olduğunu anlayacak kadar akıllı bir tek ben ile Schopenhauer mu var?”
İnsanoğlu var olduğu ilk günden beri hayata bir anlam yükledi ve sürdükleri yaşam onlardan bana intikal etti. içimde ve etrafımda olan her şey, cismani olan ya da olmayan her şey, onların hayat bilgisinin birer meyvesi. Benim tam da hayatı değerlendirmede ve mahkum etmede kullandığım düşünce araçlarının hepsi de benim tarafımdan değil, onlar tarafından kat edildi. Ben kendim bu dünyaya onların sayesinde geldim. Onların sayesinde öğrendim ve yetiştim. Demiri onlar çıkardılar, ormanları kesmeyi bize onlar öğrettiler, inekleri ve atları onlar evcilleştirdiler, tahıl ekmeyi ve birlikte yaşamayı bize onlar öğrettiler, yaşamımızı onlar düzenlediler ve bana konuşmayı ve yazmayı onlar öğrettiler. Ve onların bir ürünü olan, onlar tarafından yedirilen, içirilen, öğretilen ben, onların düşünceleri ve sözcükleriyle düşünerek bütün bunların saçmalık olduğunu savundum. “Yanlış olan bir şey var!” dedim kendime.
“Neden yaşamalıyım, yani benim bu aldatıcı, fani yaşamımın ne gibi gerçek ve kalıcı bir sonucu olacak? Bu sonsuz evrende benim sonlu var oluşumun ne gibi bir anlamı var?”
“Hayat,” dedim kendime, “Anlamsız bir kötülükten ibaret, bu kesin. Ancak bugüne kadar yaşadım ve hala da yaşıyorum, bütün insanlık da bundan önce yaşadı ve bugün de yaşamaya devam ediyor. Bu nasıl oluyor? insanlık niçin var oldu, var olmamak mümkünken. Hayatın anlamsız ve kötü olduğunu anlayacak kadar akıllı bir tek ben ile Schopenhauer mu var?”
Yaşamın anlamsızlığını ortaya koyacak şekilde akıl yürütmek hiç de zor değil. Bu en sıradan insanın bile aşina olduğu bir şey. Gene de bu sıradan insanlar bu zamana kadar yaşamlarını sürdürdüler ve hala da sürdürmekteler. Nasıl oluyor da bunların hepsi var oluşun akla yatkın bir şey olup olmadığına hiç kafa yormadan yaşayabiliyorlar?
Bilgelerin bilgeliklerince doğrulanan bilgim bana şunu göstermiştir ki yeryüzündeki her şey – canlı ya da cansız – olabilecek en akıllıca bir şekilde yerleştirilmiş – bir tek, benim kendi konumum aptalca. Ve o aptallar – o muazzam insan kitleleri – canlı ya da cansız her şeyin yeryüzünde nasıl konumlandırıldığı hakkında en ufak bir fikre bile sahip değiller, ama yaşamaya devam ediyorlar ve sanıyorlar ki kendi yaşamları çok akıllıca konumlandırılmış!..
Aklıma birden şu geldi: “Ya hala bilmediğim bir şey varsa? Cehalet de aynısını yapar; cehalet de hep aynen benim dediklerimi der. Bir şeyi bilmediğinde bilmediği o şeyin aptalca olduğunu söyler. Gerçekten de öyle gözüküyor ki, sanki hayatlarının anlamını anlamış gibi çünkü anlamadan yaşayamazlardı- yaşamış ve yaşamakta olan bir insanlık var. Ben de diyorum ki bütün bu var oluş anlamsız ve ben yaşayamam.
“Hiçbir şey bizi intihar yoluyla var oluşu reddetmekten alıkoyamaz. Pekala o halde öldürün kendinizi, irdelemekten kurtulursunuz. Yaşamak sizi mutsuz ediyorsa öldürün kendinizi! Yaşıyorsunuz, ama yaşamın anlamını anlayamıyorsunuz – o halde anlamadığınızı söyleyerek ve yazarak vakit harcayacağınıza sona erdirin yaşamınızı.
İnsanların mutlu oldukları ve ne yaptıklarını bildikleri bir topluluğa girdiniz, şayet bunu sıkıcı ve itici buluyorsanız, gidin uzaklaşın!”
Gerçekten de, intiharın şart olduğuna kani olup da intihar etme kararı almayan bizler, boyalı bir yosma karşısında eli ayağına dolaşır gibi aptallığından ortalığı telaşa veren, insanların en zayıfı, en tutarsızı, ya da daha açıkça söyleyecek olursak, en aptalı değil de neyiz? çünkü, ne kadar şüphe götürmez olursa olsun, bilgeliğimiz bize var oluşun anlamına ilişkin bilgiyi vermemiştir. Ancak yaşamlarını sürdüren bütün insanlık -milyonlarca insan- yaşamın anlamından şüpheye düşmemektedirler.
Gerçekten de, yaşamın oluştuğu, hakkında hiçbir şey bilmediğim en eski zamanlardan beri insanlar benim görebildiğim yaşamın o anlamsızlığının farkında olarak yaşaya geldiler ve gene de yaşama bir takım anlamlar atfettiler. insanoğlu var olduğu ilk günden beri hayata bir anlam yükledi ve sürdükleri yaşam onlardan bana intikal etti. içimde ve etrafımda olan her şey, cismani olan ya da olmayan her şey, onların hayat bilgisinin birer meyvesi. Benim tam da hayatı değerlendirmede ve mahkum etmede kullandığım düşünce araçlarının hepsi de benim tarafımdan değil, onlar tarafından kat edildi. Ben kendim bu dünyaya onların sayesinde geldim. Onların sayesinde öğrendim ve yetiştim. Demiri onlar çıkardılar, ormanları kesmeyi bize onlar öğrettiler, inekleri ve atları onlar evcilleştirdiler, tahıl ekmeyi ve birlikte yaşamayı bize onlar öğrettiler, yaşamımızı onlar düzenlediler ve bana konuşmayı ve yazmayı onlar öğrettiler. Ve onların bir ürünü olan, onlar tarafından yedirilen, içirilen, öğretilen ben, onların düşünceleri ve sözcükleriyle düşünerek bütün bunların saçmalık olduğunu savundum. “Yanlış olan bir şey var!” dedim kendime. “Bir yerlerde büyük bir hata yaptım.” Ancak nerede hata yaptığımı anlamam çok zamanımı aldı.
Şimdi az ya da çok sistematik bir şekilde ifade edebildiğim bütün bu şüpheleri o zamanlar ifade edemiyordum. O zamanlar sadece, yaşamın boşluğuna ilişkin varmış olduğum sonuçlar mantıksal açıdan ne kadar kaçınılmaz sonuçlar da olsa ve de bu sonuçlar en büyük düşünürler tarafından doğrulanmış da olsa bu sonuçlarla ilgili bir şeylerin doğru olmadığını hissediyordum. Hata, ister akıl yürütmenin kendisinde olsun, isterse sorunun soruluş biçiminde, vardığım sonucun mantıksal açıdan ikna edici olmasına karşın yetersiz olduğunu hissediyordum. Bütün bu sonuçlar beni akıl yürütüş biçimimin gereği olan şeyi yapmaya yani kendimi öldürmeye ikna edememişti. Kendimi öldürmeden, beni bu noktaya aklın getirdiğini söylersem yalan söylemiş olurdum. Akıl işin içindeydi, ama sadece bir tür var oluş bilinci diye adlandırabileceğim bir şey daha işin içindeydi. Beni dikkatimi şuna değil de buna yöneltmeye zorlayan bir güç iş başındaydı. Beni içinde bulunduğum ümitsiz durumdan çekip çıkaran ve dikkatimi bambaşka bir tarafa yönelten şey işte bu güçtü. Bu güç beni, dikkatimi insanlığın ben ve bana benzer birkaç yüz kişiden oluşmadığı ve henüz insanlığın var oluş serüvenini bilmediğim gerçeğine yönelmeye zorladı.
Kendime benzer insanlardan oluşan dar çevreme baktığımda sadece sorunu kavrayamayan insanlar, ya da kavrayıp da sorunu hayatın sarhoşluğu içerisinde boğanlar, ya da sorunu kavrayıp da yaşamına son verenler, ya da sorunu kavradıkları halde zayıflıklarından ötürü ümitsiz yaşamlarını sürdürenleri görüyordum, Başka hiç kimseyi görmüyordum. Sanıyordum ki ait olduğum zengin, eğitimli ve bolca boş vakti olan insanlardan oluşan o dar çevre insanlığın tamamıydı ve de diğer, o güne kadar yaşamış ve hala da yaşamakta olan milyarlarca insan gerçekten insan değil bir çeşit sığırdılar.
Hayat hakkında akıl yürütürken beni dört bir yandan kuşatan insanlığın tamamının var oluşunu gözden kaçırmış olmam şimdi bana tuhaf ve inanılmaz derecede akıl almaz geliyor. Benim hayatımın, Süleyman’ın ve Schopenhauer’un hayatlarının gerçek, normal hayatlar, milyarlarca insanın hayatlarının ise dikkate değmeyecek birer vaka olduğunu düşünecek derecede saçma bir hatanın içine düşmüştüm. Şimdi bana tuhaf gözükse de o zamanlar öyle düşünüyordum. Aklımım kibrinin aldatmacasında benim, Süleyman’ın ve Schopenhauer’un soruyu en doğru şekilde sorduğumuzu ve sorunun daha başka hiçbir şekilde sorulamayacağını sanıyordum. Bu, bana öylesine şüphe götürmez bir gerçekmiş gibi geliyordu ki, bütün o milyarların henüz sorunun derinliğini kavrama noktasına gelemediklerini düşünüyordum. Öyle ki, yaşamın anlamını ararken bir kere bile şu soru aklıma gelmemişti: “Peki, yeryüzünde bugüne kadar yaşamış ve hala da yaşamakta olan milyarlarca sıradan insanın hayatlarının anlamı nedir ve de ne olagelmiştir?”
Öyle söylenmese de, bizim gibi özgür düşünen, eğitimli insanlara özgü olan bu delilikle uzunca bir süre yaşadım. Ancak, gerek gerçekten çalışan insanlara duyduğum, beni onları anlamaya ve sandığımız gibi aptal olmadıklarını görmeye zorlayan o somut sevgi, gerekse yapacağım en iyi işin kendimi asmak olduğu gerçeğinden öte bir şey bilmeme imkan olmadığına olan samimi inancım yüzünden, eğer yaşamak ve yaşamın anlamını kavramak istiyorsam bu anlamı, onu yitirenlerin ve kendilerini öldürmek isteyenlerin arasında değil de, yaşamın kendisini oluşturan, kendi hayatlarının ve de bizim hayatlarımızın yükünü sırtlanmış olan, geçmişin ve günümüzün milyarları arasında aramam gerektiğini en azından içgüdüsel olarak hissettim. Geçmişte yaşamış ve hala da yaşamakta olan o basit, cahil ve fakir insanların oluşturduğu muazzam kitlelerin üzerinde düşünmeye başladım ve oldukça değişik bir şeyle karşılaştım. Şunu gördüm ki, nadir istisnalar dışında, yaşamış ve yaşamakta olan bütün o milyarlar benim sınıflandırmama uymuyor; onları sorunu anlayamayanlar diye sınıflayamazdım, çünkü soruyu olağanüstü bir açıklıkla dile getiriyor ve yanıtlıyorlardı. Ne de onları Epikürcüler olarak düşünebilirdim, çünkü yaşamlarında zevkten çok yoksunluklar ve acılar vardı. Hele onların mantıksız bir şekilde, anlamsız bir var oluş sürdürdüklerini hiç söyleyemezdim, çünkü yaşamlarındaki her şeye, ölüm de dahil olmak üzere, açıklama getirebiliyorlardı. İnsanın kendisini öldürmesini en büyük kötülük sayıyorlardı. Öyle gözüküyordu ki, bütün insanlığın hayatın anlamına ilişkin, benim doğrulamadığım ve küçümsediğim bir bildiği vardı. Akla dayalı bilgi yaşamın anlamına ilişkin bilgi vermez ve var oluşu dışlarken, milyarlarca insanın bütün insanlığın hayata atfettiği anlam küçük görülen bir takım yalancı bilgiye dayanıyordu.
Eğitimli ve bilge kişilerin ortaya koydukları akla dayalı bilgi yaşamın anlamını reddederken büyük insan kitleleri, bütün insanlık, bu anlamı akıldışı bilgiyle algılıyordu. Bu akıldışı bilgi ise inançtır, tam da benim kabul edemeyeceğim şey. Bu, Tanrıdır; altı günde yaradılış, şeytanlar ve melekler ve diğerleri. Aklımı yitirmedikçe kabul edemeyeceğim şeyler.
İçinde bulunduğum durum korkunçtu. Akla dayalı bilginin yolunda var oluşu reddedişten başka bir şey bulamayacağımı biliyordum. Ve inançta da aklı reddedişten başka bir şey yoktu. Bu benim için var oluşun reddinden bile daha çok kabul edilemeyecek bir şeydi. Akla dayalı bilgi açısından yaşam kötüydü, insanlar bu gerçeği biliyorlardı ve yaşamlarına son vermek kendi ellerindeydi. Gene geçmişte olduğu gibi şimdi de yaşamaya devam ediyorlardı. Yaşamın kötü ve anlamsız olduğunu uzun süreden beri bilmeme rağmen ben kendim yaşamaya devam ediyordum. İnanç açısından bakıldığında ise yaşamın anlamını kavrayabilmem için aklımı reddetmem gerekiyordu. Tam da bunun bir anlamının olması gerekiyordu.
Bir çelişki doğmuştu ve bu çelişkiden çıkışın iki yolu vardı. Ya benim mantık dediğim şey sandığım kadar akla dayalı değildi, ya da bana akıl dışı gözüken şey sandığım kadar akıl dışı değildi. Ben de akılcı bilgiye dayalı düşünce çizgimin geçerliliğini araştırmaya koyuldum.
Geçerliliğini araştırınca düşünce çizgimin gayet doğru olduğunu gördüm. Yaşamın hiçlikten başka bir şey olmadığı sonucuna varmak kaçınılmazdı, ancak bir hatayı fark ettim. Hata, akıl yürütme biçimimin sormuş olduğum soruyla uyuşmamasıydı. Soru şuydu:
“Neden yaşamalıyım, yani benim bu aldatıcı, fani yaşamımın ne gibi gerçek ve kalıcı bir sonucu olacak? Bu sonsuz evrende benim sonlu var oluşumun ne gibi bir anlamı var?” Ben de bu soruya cevap verebilmek için var oluşu incelemiştim.
Var oluşla ilgili akla gelebilecek her türlü soruya ilişkin çözümler beni açıkça tatmin etmiyordu, çünkü benim sorum ilk bakışta basit gözükse de sonlunun sonsuzla, sonsuzun da sonluyla açıklanmasını gerektiriyordu.
Şu soruyu sordum: “Zamanın, sebebin ve uzayın ötesinde benim yaşamımın anlamı nedir?” Ve bambaşka bir soruya yanıt verdim: “Zamanın, sebebin ve uzayın içinde yaşamımın anlamı nedir?” Uzun düşünme uğraşları sonunda vardığım sonuç şuydu:
“Hiçbir şey.”