Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

·
Puan vermedi
Yazarlıktaki dehasına güvendiğim bir yazarın yaşama dair sorgulamalarını ilgi ile okuyorum. Okuyup kenara kaldırılacak bir kitap olmadığını söylemeliyim. Yazılanlar üzerine düşünmek bazen dönüp tekrar okumak belki başka bir kaynağa bakmak gerekecek. Bittiğinde netleşecektir :) Burada aktarmak istediğim aslında tüm okurların edebiyat dünyasına yönelik fikirler de edinebileceği ve kitabın içeriği kadar değerli olduğunu düşündüğüm önsözdür ve biraz uzundur; Bu kitap ilkin onu okumuş olan hemen herkesin aksi yöndeki tavsiyesine karşın yayımlandı. Bunun, imajım için iyi olmayacağı söylendi bana ve eğer arkamda çok satan bir romanım olmamış olsaydı eminim ki arzulanan bir imajın, tasavvur edilebileceği gibi, büyük bir insani ( ya da yazınsal ) önem taşıyacağına olan inancımın çok az değeri olurdu. Ben o başarıyı, bu başarısızlığı ortaya çıkarmak için kullandım ve böylelikle ilkelerime göre davranmama inatçılığı suçlamasıyla karşı karşıya geliyorum. İnatçılık bakımından suçlu olduğumu kabul ediyor, ilkesizlik bakımından, etmiyorum, çünkü ben sadece, yazdıklarımla uyum içinde hareket ediyordum. * Aristos sözcüğü eski Yunancadan alınmıştır. Sözcük tekildir ve kabaca, ‘belli bir durum için en iyi’ anlamına gelir. ilk hecesi vurgulanır. Aristos’taki en önemli meselem, bireyin özgürlüğünü yüzyılımızı tehdit eden bütün şu uyuşma baskılarına karşı korumaktır. Hepimizin üzerine, ama özellikle de kamunun gözü önünde olan herhangi bir kimsenin üzerine konulmuş olan bu baskılardan bir tanesi; bir kişiyi, sayesinde para ve ün kazandığı şeyle, yani öteki insanların onu en çok kullanmak istedikleri şeyle yaftalama baskısıdır. Bir kişiyi musluk tamircisi diye adlandırmak onun bir yanını betimlemektir, ama aynı zamanda onun birçok başka yanını karanlıkta bırakmaktır. Ben bir yazarım ve kendimi basılı sözcüklerde ifade etmekten başka özel bir tutukevi istemiyorum. Bu yüzden bu kitabın başlıca kişisel gerekçesi, ‘romancı’ diye yaftalanan kafese girmeye niyetimin olmadığını bildirmekti. Bununla birlikte, insanları rahatsız eden sadece kitap meselesi değildi. Tarzım da, yaşam üzerine görüşlerimi ortaya koyduğum dogmatik biçim de rahatsız etmişti. Ama bu da, bireyselliği destekleme arzusundan kaynaklanıyordu. Kendi inandığım şeyleri açık açık bildirerek sizi de kendi kendinize inandığınız şeyleri açık açık bildirmeye zorlamayı umuyorum. Görüş birliği beklemiyorum. Bunu isteseydim çok farklı bir biçim ve üslupta yazardım ve haplarımı her zamanki şekerli tabakayla sarardım. Kısacası, bir davayı savunmuyorum. Dünyamızda felsefenin filozoflara, toplumbilimin toplumbilimcilere ve ölümün de ölülere bırakılması gerektiği yolunda çok yaygın bir görüş vardır. Sanırım bu, zamanımızın büyük sapkınlıklarından ve tiranlıklarından biridir. Genel ilgi konusu olan meselelerde (yaşamın anlamı, iyi toplumun doğası, insanlık durumunun sınırları gibi) yalnızca uzmanın ve yalnızca kendi konusunda görüşlere sahip olma hakkı olduğu görüşünü tümüyle reddediyorum. İzinsiz girenler dava edilecektir levhaları, bereket versin ki, kırlık yörelerimizde gitgide ender görülür oldu. Ama bunlar hâlâ, edebiyat ve entelektüel yaşamımızın yüksek duvarlı binalarının çevresinde mantar gibi bitiyorlar. Teknolojideki bütün büyük başarılarımıza karşın bizler, dar profesyonel alanlarımızın dışında, zihinsel olarak şimdiye değin varolmuş en tembel ve en koyunsu kuşaklardan bir tanesiyiz. Ancak bu kitabın bir başka amacı da, iyimserliğin onsekizinci yüzyılın ve kendinden hoşnutluğun da ondokuzuncu yüzyılın yakasını bırakmaması gibi, hoşnutsuzluğun yüzyılımızın yakasını bırakmamasının ana nedeninin, tam da en temel insani doğuş hakkımızı gözden kaçırmak olduğunu ortaya koymaktır. Yani, bizi ilgilendiren her şey üzerinde kendi kendimize bir görüş sahibi olmak. İstenmeyen sinyalleri okumama konusunda Nelson ile aynı yöntemi kullanarak, kimi eleştirmenler bu kitapta ve iki romanımda ( Koleksiyoncu ve Büyücü) benim bir gizli faşist olduğum kanıtını da gördüler. Ben bütün yetişkinlik yaşamım boyunca insanın benimseyebileceği tek ussal politik öğretinin demokratik sosyalizm olduğuna inandım. Ama benim hiçbir zaman inanmadığım şey, şu son yirmi yılda popüler olan türden yarı-duygusal liberalizmdir. Yani, derinden benimsenen inançtan ya da tepkiyi yok etmek için düşünülüp taşınılmış girişimden çok, avangard sosyal çevrelerle ve son moda gazetelerle uyuşan türden bir görüş. Benzer biçimde, sosyalizmin proletaryanın tek mülkiyeti olduğu ve sosyalist politikadaki başlıca sesin de her zaman örgütlü emek gücünün sesi olması gerektiği türünden bir kuram için harcanacak çok zamanım yok. Sosyalizmin yükselişini çok büyük ölçüde sendika hareketine borçluyuz, ama artık göbek bağını kesmenin zamanıdır. Bu kitaptaki başlıca tema ( Koleksiyoncu’da da olduğu gibi ) benzer biçimde yanlış anlaşılmıştır. Öz olarak bir Yunanlı filozoftan, Herakleitos’tan gelmektedir. Herakleitos konusunda çok az şey biliyoruz, Yunan felsefesinin ihtişamlı çağından önce yaşamıştır ve yapıtından bütün geriye kalan çoğunlukla karanlık fragmanlardan oluşan birkaç sayfadır. Ünlü bir kitapta ( Açık Toplum ) Profesör Karl Popper, Herakleitos’a, modern totalitarizmin atası olduğu için (başka hiçbir şey için olmasa bile, Platon’u etkilediği için) karşı inandırıcı bir dava başlatmıştır. Herakleitos, insanlığı, ahlâkî ve entelektüel bir élite (Aristoi, iyiler. Doğuştan soylu olanlar değil, bu daha sonraki bir anlamdır) ve bir de düşünmeyen, uyuşan bir kitle (hoi polloi) çoğunluk olarak ikiye bölünmüş görüyordu. Böylesi bir ayrımın, efendi ırk, üstün insan, azınlık ya da tek kişi tarafından yönetim ve benzeri görüşler konusunda kuramlar ortaya atmış daha sonraki bütün şu düşünürlerin ellerinde neye dönüştüğünü insan kolaylıkla görebilir. Herakleitos’un tıpkı kendinden masum, yere bırakılmış bir silah gibi, gericiler tarafından kullanılmış olduğu yadsınamaz. Ama bana öyle geliyor ki onun temel savı biyolojik bakımdan çürütülemez. İnsanın çaba harcadığı her alanda, başarıların, ileriye atılan adımların çoğunun bireylerden geldiği çok açıktır. İster bilim ya da sanat dahileri söz konusu olsun, isterse azizler, devrimciler ya da başka ne derseniz, ve buna karşılık, insanlığın büyük kitlesinin; büyük ölçüde zeki ya da büyük ölçüde ahlâklı, ya da sanatsal olarak büyük ölçüde yetenekli, ya da gerçekte daha soylu insan etkinliklerinin herhangi birisini yerine getirecek ölçüde nitelikli olmadığını bilmek için, zekâ testlerinin kanıtlarına ihtiyaç duymayız. Elbette bundan hemen, insanlığın açık açık tanımlanmış iki gruba bölünebileceği, yetkin olan bir Azınlık ile hor görülesi bir Çoğunluk olduğu sonucuna varmak budalacadır. Derecelemeler sonsuzdur ve bu kitaptan başka hiçbir fikir edinmemiş olsanız bile, umarım Azınlık ile Çoğunluk arasındaki ayırıcı çizgi bireyler arasından değil, her bir bireyden geçmelidir dediğimde neyi söylemek istediğimi anlarsınız. Kısacası hiçbirimiz tümüyle kusursuz ve hiçbirimiz tümüyle kusurlu değiliz. Öte yandan tarih (özellikle de yirminci yüzyılda ), toplumun; yaşamını sürekli olarak, Azınlık ile Çoğunluk arasında, ‘Onlar’ ile ‘Biz’ arasında bir çatışma olarak gördüğünü göstermektedir. Koleksiyoncu’daki amacım bu çatışmanın sonuçlarının bazılarını, bir mesel aracılığıyla, çözümlemeye girişmekti. Kızı kaçıran Clegg kötülük yaptı; ama ben onun kötülüğünün büyük ölçüde, belki de tümüyle, kötü bir eğitimin, yaşadığı kötü çevrenin, öksüz kalmanın sonucu olduğunu göstermeye çalıştım. Yani, üzerinde hiçbir kontrolünün olmadığı o etkenlerin sonucu. Kısacası, Çoğunluk’un gücül masumluğunu temellendirmeye çalıştım. Hapsettiği kız Miranda, kendi üzerinde Clegg’den biraz daha kontrole sahipti. Varlıklı ana babaya, iyi eğitim fırsatına, soyundan aldığı yeteneğe ve zekâya sahipti. Bu, onun kusursuz olduğu anlamına gelmiyor. Tam tersine–birçok üniversite öğrencisi gibi, fikirlerinde kibirliydi, kendini beğenmişti, liberal-hümanist bir snobdu. Ancak eğer ölmemiş olsaydı, daha iyi biri, insanlığın acilen ihtiyaç duyduğu türden biri olabilirdi. Clegg’deki edimsel kötülük Miranda’daki gizil iyiliği alt etti. Bununla, geleceği kara bir kötümserlikle gördüğümü söylemek istemedim, değerli bir élite’in barbar sürüleriyle tehdit edildiğini de. Sadece biyolojik Azınlık ile biyolojik Çoğunluk arasındaki bu hiç gereği olmayan vahşi çatışmaya göğüs germedikçe (bir yandan büyük ölçüde gereksiz haset ve öte yandan da gereksiz horgörü üzerine temellenen bir çatışma); hepimiz eşit insan haklarıyla doğmakla birlikte, eşit doğmadığımızı ve hiçbir zaman da doğmayacağımızı kabul etmedikçe; Çoğunluk eğitilip yanlış bir varsayıma dayanan aşağılık olmak duygusundan ve Azınlık eğitilip eş ölçüde yanlış bir varsayıma dayanan biyolojik üstünlüğün bir varoluş durumu olduğu görüşünden kurtulmadıkça (oysa gerçekte bir sorumluluk durumudur ) daha doğru ve daha mutlu bir dünyaya hiçbir zaman varamayacağız. Bu kitapta başka bir yerde, yaşamı kutuplar halinde görmenin önemini; bireylerin, ulusların, fikirlerin güç, enerji ve yakıt alabilmek için karşıtlarına, düşmanlarına ve zıtlarına, yüzeysel görünüşlerin düşündürdüğünden çok daha bağımlı olduğunu ileri sürüyorum. Bu aynı zamanda Azınlık ile Çoğunluk, evrimsel olarak ayrıcalıklılar ve ayrıcalıklı olmayanlar arasındaki muhalefet için de geçerlidir. Bu savaş düzenine sokulmuş durumda, açıkça sağlıksız olanların yanısıra, sağlıklı ürünler vardır. Ama dünyamızda yanlış olanı tek bir sözcük özetleyecek olsa, bu kuşkusuz eşitsizlik sözcüğüdür. Başkan Kennedy’yi öldüren Lee Harvey Oswald değil, eşitsizlikti. Hiçbir zaman kontrol edemeyeceğimiz büyük etken olan rastlantı, yaşamı her zaman eşitsizlikle kaplayacaktır. Ve insanın kendisinin bu kötü virüsü sınırlamaya uğraşmak yerine onu dünyamızda körce yaymaya devam etmesi delilik gibi gözükmektedir. Bu, Koleksiyoncu’da ve bu kitapta daha derinde yatan mesajdı. Her ne olursa olsun, sanırım siz de onun faşistçe bir mesaj olmadığını kabul edeceksiniz. 1968 Bu yeni İngiliz baskısına, onbir yıl sonra sadece, daha çok geçmişe yönelik şu notu eklemek istiyorum. Bu metne getirdiğim çeşitli düzeltmelerin en boşuna olanı, kitabın özgün altbaşlığı “Fikirlerle Bir Otoportre”nin çıkarılması oldu, çünkü bu ifade büyük olasılıkla kitabın olduğu şeyi, ya da daha doğrusu, geçmişte olduğu şeyi (çünkü çizdiği tablo şimdi bana şu anki varlığımdan oldukça uzak gözüküyor) en iyi şekilde dile getiriyordu. Duygu ve görüşlerimin o kadar değişmiş olmasından değil bu, ama hiç kuşku yok ki görüşlerimi şimdi böyle, bu denli dobra dobra ve koşulsuzca dile getirmezdim. Oxford’da daha bir lisans öğrencisiyken giriştiğim ilk yazı, böylesi “düşüncelerin” not defterlerine kaydedilmesi oldu ve öğrenimini gördüğüm dilin ve dersin etkisi, Fransızca ve edebiyatı, hiç kuşkusuz can sıkıcı biçimde belirgin. Sanırım Fransızca öğrenimi gören çoğu Anglo-Sakson öğrenci ( eğer bir gün kendi dillerinde yazmayı düşünüyorlarsa ) Fransızlara özgü açıklıkla, belirginlikle ve daha özel olarak da bunun Pascal, La Rochefoucauld ve Chamfort gibi yazarlarca ortaya konan biçimiyle, tehlikeli bir gönül ilişkisine girmek zorunda kalıyor. Her zaman en çok sevdiğim ( hatta öğrenciyken bile ) bir Fransız filozofunun ruhunun bu kitaba ne denli az sızabilmiş olduğunu görmekten beni alıkoymuş olabilen şey, sadece kendi körlüğüm ya da İngilizce’nin gözle görülür biçimde uygun olmadığı türden bir retoriğe duyulan delicesine hayranlıktır. Montaigne’i ustam olarak almış olsaydım çok daha iyi yapardım. O, Avrupa düşünce tarihinde profesyonellerin yanında ayakta kalabilen tek amatördür. Bu yüzden, 1968’in gözden geçirilmiş versiyonunun yeniden basımı olan bu baskıda daha fazla bir düzeltme yapmadım, ve dünyanın 1950’lerde ( metnin büyük bir bölümü bu dönemde yazılmıştır ) genç bir İngilize nasıl göründüğünü göstermesi dışında ona daha fazla sahip çıkacak değilim. Onu yazmış olmaktan ötürü memnunluğum sürüyorsa, bunun nedeni esas olarak, şimdi böylesi bir girişime kalkışmanın bile beni çok şaşırtacağıdır. Hem Doğu’da hem de Batı’da çaresi bulunur kusurlara, büyük adaletsizliği ve eşitsizliği hoş görmeyi sürdürerek girdiğimiz korkutucu risklere olan körlüğümüz artıyor. Yüzyılımız, on sekizinci yüzyılda olduğu gibi, büyük bir hesaplaşmaya doğru gidiyor ve 1989’a, 1984’den daha büyük bir felaket önseziyle baksak iyi ederiz. Ne yazık ki, komünist ya da kapitalist, şu anki ancien régime’lerimizde, beni burada söylenenlerin çoğundan utandıracak, ürkütücü derecede az şey var. 1979
Aristos
AristosJohn Fowles · Ayrıntı Yayınları · 200083 okunma
··
188 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.