İpek ve Bakır'ı okurken aklımda bilmediğim bi' melodi döndü durdu. Kim bilir bunu ya ben uydurdum, ya da bi' şeylerin anısı bu öykü kitabıyla bağdaştırdı beni.
Bu kitap Tomris Uyar'ın 1965-70 yılları arasında yazdığı on yedi kısa öyküden oluşuyor. Ben meraklı biriyim, kitabın ta en arkasındaki sonu Tomris Uyar'la biten, italik "Sonsöz Yerine" başlığını görünce benim için "son"söz olmadı haliyle. Buradan öğrendim ki kitaptaki öyküler Uyar'ın ilk öyküleriymiş.
İşte kitabı okurken sık sık söylenme sebeplerimden biri oldu bu durum. Belki yazarın tarzını tanıdığımdan eleştirel gözlüğüm diğer öykü kitaplarının duygusal samimiyetine bulandığı için, belki de kendi okursal körlüğümden kaynaklandı bu durum ama ben hangi öyküyü okursam okuyayım bu kitapta aktarımsal farklılıklar içinde, hayatın kıyısında, uzağında, yakınında.. ya da göklerde bi'yerde.. ben hep o duygusal etkileyiciliği hissettim. Bu da sık sık, bunlar nasıl ilk öykü, dedirtti bana. Sözel, biçimsel yorum yapacak yetkinlik yok bende, dolayısıyla bakış açım da hiç dili böyle olmalıydı, şu şekilde yazılması daha doğru olurdu tarzında olmadı bu yüzden. Ama eğer duygusal bi' akış, etkileşim değerlendirimi yapacak olursam işte orada gayet eminim hislerimden. Dolayısıyla oluşan tüm bu içsellik, yakınlık da beni sık sık gülümsetti ya da hüzünlendirdi, satır altlarını çizip oklar çıkarıp bi' şeyler karalamama neden oldu.
Öyküler genel olarak insanlar üzerineydi. Fakat bu öykülerde çok güzel portreler de vardı. Dönemsel havayı hissetirebilmenin zor olduğunu düşünüyorum ben öyküde diğer yazın biçimlerine göre. Örneğin romanda bi' dünyanın içine yerleştirmek karakteri, bütünün verdiği güçle daha kolay olabiliyor. Çünkü dönemsel ayrıntıların ince ince işlenebileceği derin, uzun bi' dünyayı barındırıyor roman. Ama öykü daha kısa, daha kesitsel bi' tür, dolayısıyla dönemin havası daha ayrıntısal ya da sınırli bi' şekilde ifade edilebiliyor. Okuduğum bu öykülerde ise, öyle bi' kelime, öyle bi' kaç cümle sıralanmış ki ardarda biz bi' anda başıboş zamandan siyah beyaz dantelli, terzili sapsarı-nostaljik bi' odaya çekiliyoruz. İki cümleye dönemin havasını yerleştirmenin nedenlerinden biri hikayenin küçük bedenidir fakat bunu duyguyla ve berlirsizlikle ayrıntılarda konuşlandırmak yazarın yeteneğidir diye düşünüyorum. Tüm bu ayrıntıları fark etmek bana buruk tarifi zor bi' mutluluk veriyor.
Tomris Uyar dönemsel bi' portre, iş-ev-aile-akrabalar arasında bi' düzenek kurarken öyküde, genellikle bi' karakteri seçiyor ve onun duygusal derinliğinde sorgusal-gelgitli bi' noktada bırakıyor okuru. Ben okurken yargıda bulunamadım karakterler hakkında. Bu karakter aşık, bu üzgün, şu mutlu diyemedim ya da. Hepsi kırılganlıklarıyla, gelgitli yapılarıyla, kesinsizlikleriyle özdeşmiş karakterler ve bence bu yüzden gerçekçiler, gerçekler. Bunu gerçek hayatta düşündüğümde öyküdeki o belirsizlikle hayatın belirsizliği benim aklımda tam uyuşuyor. Çünkü yaşamdaki çoğu şey de belirsiz, gelgitli bir yapıda ve kendi adıma bu belirsizliğin, net olmayışın yaşamda önemli bi' itkisel güç olduğunu düşünüyorum. Doğal olarak okurken bu düşündüğüm şeyin farklı, kurgusal bi' tonunu görmek ekstra mutlu etti beni. Okurken yakaladığım bu realist kırılganlık düzlemi beni daha da bağlayan şeylerden biri oldu kitaba.
Bi' öykü kitabından ne bekleyebilirim sorusunu sorunca kendime, aklıma ilk gelen şeyi, samimiyeti dolu dolu verdi bana "İpek ve Bakır". Bu yüzden öykülerin başlıklarını, etkileyici girişlerini, durgunlaştırıcı sonlarını unutsam bile, okurken yaşattığı mutluluğu ve verdiği samimiyet hissini unutamam sanırım. Bu da bi' öğrenci olan bana sınavlı şu anımda, elde olmayan stresli günlerime bi' şemsiye, korunak, sarıngan bi' mutluluk etkisi yarattı bende.
İpek ve Bakır, ipek kadar nahif cümlelerle yazılmış, hisleri bakır kadar güçlü olan bi' ilk öyküler kitabı. Edebiyatımızdaki yeriyle, özgünlüğüyle gelecekte güçlü bi' yer kazanacak olan sevgili Uyar'ın teknik anlamda "ilk"selliğini yaşadığı, duygusal anlamda ise deneyim dolu olduğunu düşündüğüm bu kitabı öyküsever kişilere öneririm.
Eklemeden geçemeyeceğim. Yazarın 1988'de ilk öykülerini yazışına dair, kendisi için düşündüğü şöyle bi' sözü yer alıyordu sonsözde: "Sürekli alabora olarak kötü şaşırtmacalar veren bir dil ortamında, bir kültürsüzlük kargaşasında yaşayacağını, toplumun sancılarına bir yurttaş kimliğiyle asla kayıtsız kalamayacağın için bireysel fantezilerinde bile toplumsal gerçeklikten kaçmayacağını, bu yüzden yazar-kanatlarını yeterince kullanamayacağını ve bundan da asla pişmanlık duymayacağını nerden biliyordun?"
Ve bazı sorular cevaplanmak için sorulmaz, zaten kendileri bi' cevap doluluğuyla sorulmuştur, işte böyle düşündürttü bu içgörü bana.