Son zamanlarda beni en çok etkiyen romanlardan biri oldu. 112 sayfalık bir kitabın bu kadar dolu, bu kadar yoğun olabileceğini hiç düşünmezdim.
Bir pazar akşamı oturup tek seferde okuduğum bu kitap, günlerce benim yakamı bırakmadı. Defalarca açıp açıp bazı cümleleri yeniden okuma ihtiyacı hissettim.
Muhteşem psikolojik analizlerin ve ruhsal betimlemelerin bulunduğu bir roman. Hastalık, yalnızlık, kimsesizlik, çaresizlik ve aşk ancak bu kadar naif bu kadar güzel anlatılabilirdi.
Konusundan bahsetmek gerekirse; isimsiz anlatıcımız 15 yaşındaki genç bir erkek. Hayatının neredeyse tamamını dizindeki bir hastalıkla geçirmiş ve sonuçsuz tedavilerin arasında gidip gelmiş. Kitapta okuduğumuz kesitte, anlatıcımızın hastalığının ağır şekilde nüksettiği bir dönemi okuyoruz. Bu süreçte aşık olduğunu görüyor ve aşkın getirdiği çaresizliğe şahit oluyoruz.
Özellikle son bölümde, hastane koridorlarının sessizliği, ilaç kokusu, bembeyaz duvarlar, doktorların sevimsizliği, hastanın yaşadığı korku... Tüm bunların hepsi sizi sarıp sarmalıyor, sanki kendiniz yaşıyormuşsunuz gibi. Anlatılmak istenen her şeyi ruhunuzda hissediyorsunuz.
Romanın bu kadar gerçekçi, bu kadar etkileyici olmasının en önemli sebebinin, yazarın çocukken geçirdiği kemik hastalığı olduğunu düşünüyorum. Bu kadar yerinde ve nokta atışı psikolojik analiz yapabilmesinin sebebi bu olmalı.
Etkileyici, sarsıcı ve muhteşem bir anlatımı olan kısa bir roman okumak isterseniz, sizin için biçilmiş kaftan. Mutlaka tavsiye ediyorum.