Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

184 syf.
9/10 puan verdi
·
Beğendi
"Sizde dikkatimi çeken şey," demek isterdim, "ahlâksızlığınızın küstahlığıdır Ortadoğu Bey." Ahlâksızlığı küstahlıkla, küstahlığı ahlâksızlıkla bu denli ustaca harmanlayan bir başka coğrafyaya daha şahitlik etmedim. Avamı bir kenara bırakırsak -ki kan kusarak kabullendikleri açık, ister gönüllü ister kerhen aktörler olsun farketmez, geriye kalan bütün unsurların kriz mühendisliği ile bilinçli bir ihtilal topolojisi çizdiği aleni bir sırdır. Ortadoğu, kun fe yekûn alanıdır, kula minnet edilen alandır, krizi idare edemeyenlerin her ne olmasını istemiyorlarsa onların olacağı alandır. Ortadoğu'nun Siyasal Sosyolojisi'nin Fransızca orijinali hazırlanırken bölge ve bölgedeki olan bitenler üzerine olan öngörülerin uzun vadede aktarılması tasarlanıyordu. Fakat henüz mürekkebi kurumadan, bir yıl gibi kısa bir süre sonunda öngörülen her ne varsa hepsinin harfiyen yaşandığını da acı bir şekilde tecrübe etti. Bu tecrübenin izdüşümünü son baskıyı edinenler önsözde hakkıyla okuyacaktır. Ortadoğu'yu anlamak için mümkün mertebe bir 'ihtilal topolojisini' bilmek gerekliliğini, domino olgusunun rutin eylem silsilesinin taktiği olduğunu, buna rağmen dominonun bazı ağır taşlarının çoğu kez beklenenden daha çabuk devrildiğini -ki bunda gönüllü ve/veya kerhen aktörlerin rolünün olduğunu, krizin tetikleyicileri değişse bile 'kaynayan' bir toplumun krize dönüşeceğini suskun sahaların müjdelediğini kitapta ziyadesiyle bulabiliriz. Fakat önceliği sıkça zikrettiğimiz hâlde mutabık kalamadığımız 'Ortadoğu'ya ayırmamız gerekecek. Nedir 'Ortadoğu?' Neresidir? Peşinen söylemek gerekirse, Ortadoğu diyebileceğimiz belirli bir coğrafya yok. Haritayı parselleyip şurası Ortadoğu diyebileceğimiz herhangi verili bir bölge de yok. Sözünü ettiğimiz bölge, tarihsel, dönemsel, güç ile ilintili dinamik bir coğrafya. Politikanın razı etmekten ziyade maruz bıraktığı, siyasetin herhangi bir sabah herhangi bir kimseyle aynı yatakta uyandığı -ve asla tuhafsamadığı- beşeri ve fiziki bir alan. Söz ettiğimiz yer buralar. Dolayısıyla tıpkı Kızılderililerin öz yurtlarında ayaktakımı olmaları gibi, kendi isteğiyle değil de kan kusarak kabullenmenin bir başka coğrafyadaki versiyonu üzerinden ilerliyor kitabın bütün derdi. Kitap, dört kırılma noktası üzerinden ele aldığı kanla mühürlenmiş tarihin izini arıyor. Ilki, I. Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı Imparatorluğunun elindeki Arap topraklarının Fransa ve Büyük Britanya arasında iç edilmesi; ikincisi, 1948 yılında İsrail devletinin kurulması (kuruluşunu 'Nakba! -felaket!- diye niteleyen Arapların isyanı taptaze duruyor); sonraki dönem SSCB'nin Afganistan’ı işgali ve İran Devrimi; son olarak da 1980-90’daki bölgesel savaşlar ve 11 Eylül garabetinin bölgeye ihraç ettiği kitlesel ölüm taktiği dönemi. Tabi beşinci süreci 2011 ve sonrası “vekâlet savaşları dönemi" diye nitelesem de şimdilik bu izah, Hamit Bozarslan'ın tespitleri karşısında ancak dinlemeye mazhar olacak cinsten. Nereye kaçarsak kaçalım, 1918’den itibaren şekillenen bir bölgeden söz ediyoruz. Fiziki bir coğrafya iken, haritada tıpkı Mississippi gibi, Sahra Çölü gibi alelade bir bölge iken kaşla göz arasında beşerî bir olguya dönen Ortadoğu’da borusu öten paradigmalar bulunuyor. Kitapta bu paradigmalar ansiklopedik bir titizlikle anlatılıyor. Biz, şimdilik, modernleşmeci paradigmanın borusunun öttüğünü -hâlâ öttüğünü- söyleyerek devam edelim. Özneci-akılcı, bilime ve kente, ulus-devlete önem veren modernleşmeci paradigma, Ortadoğu’da olan bitenin ifşa edicisi, tuzak kavramıdır. Descartes'ten beridir “Batı” Kartezyen Felsefeyi uygulamaktan usanmazken bunun ekmeğini de yemeye devam ediyor. Günümüzde ulus-devletler sermayedarların elinde her ne kadar birer ulus-şirkete dönüşseler de modernleşmeci paradigma da oryantalist paradigma da hâlâ revaçta. Tıpkı son dönemde peyda olup iflah olmadığı gibi iflah etmeyen İslamcı paradigma gibi. Ortadoğu’yu okumak için şimdilik kritik teoriler bunlar. Bir de 'mesafe', 'kartel', 'devlet', 'totaliterizm' gibi teoriler var fakat uzun uzadıya bunları açıp can sıkmayacağım. Kitap, fazlasıyla titiz bir irdelemeyle bölgeyi kronolojik okunmaya hazır hâle getirmiş. Bizim yapacağımız, araları ustaca doldurulan bir meselenin kaba taslak spoilerını vermek. Mesela “devletin." Ortadoğu’da devlet, ya otoriterizm ya da totaliterizm üzerinde okunur. Başka? Başka da yolu yok. Otoriter devlet aygıtının baskıyla idare ettiği bölgede totaliter devlet aygıtı daha kapsayıcı ve nüfuz edicidir. Kaldı ki Ortadoğu, liderlerin, aktörlerin, 'reis' ve 'baba'ların alanıdır ve olmazsa olmaz iki beklenti de 'inanç' ve 'biat'tır. Mukayese edilmesi açısından dünyadaki mevcut devlet topolojilerini örnek verelim ki Ortadoğu’nun güvenlik ve istihbarat merkezli devlet topolojisi ayyuka çıksın: birinci tip devlet modeli pek tabi ki çağın hizmetindeki şirket oyuncağı devletler: ABD, Kanada ve İngiltere ilk etapta örnek verilebilir. İkinci tip devletler, şirketlerden güçlü olan, şirketlerle güçlü olan devletlerdir. Almanya başat bir örnektir. Üçüncü tip devletler ise bütünüyle 'devlet' kontrollü devletlerdir. Istikrardan münezzeh devletler. Türkiye, Suudi Arabistan, Suriye, vs. Elbette dönem ve güç bu kategorileri değiştirebilir, aktörleri konum atlatıp alaşağı da edebilir. Bâki olan, bütün hikâyenin “artı değere” sahip olma üzerine yürüdüğüdür. Artı değer, rahatlıkla metalaştırılabilecek her şeydir. Dahası, artı değer, sistemin sürdürülmesinin ta kendisidir. Amiyane tabirle parayı takip edenin, cevabı bulduğu yerdir. “Falanca aktör hâlâ devrilmedi!” “X ülkesi kaosa rağmen ayakta.” “Beklenmedik şekilde a aktörü yönetimi eline geçirdi.” "Ihtilalin sonuç vermeyeceği beklenmedik bir durumdu." "Suskun sahaların isyanı tek seferde püskürtüldü!" (...) Senaryolar çoğaltılabilir. Hepsinin alameti farikası, sapasağlam bir burjuva sınıfına sahip olmalarıdır. Bölgesinde aktif halde yüzlerce örgütün Mehdîlik oynadığı ülkedeki başkentin ayakta kalmasının da, beklenmedik bir şekilde halkının ayakları altında can veren liderin akıbeti de sermaye sınıfıyla olan münasebetinde saklıdır. Dolayısıyla Irak’ta da, Suriye’de de, Lübnan, Yemen, Türkiye veya hangi 'Ortadoğululaştırılmış' ülkeye bakarsak bakalım, bütün hikâye artı değerden kimlerin nasipleneceğinin kavgasıdır. Yani tepedekilerin meşruiyet telaşına sokaklarda neyin ne olduğunu görenlerin (halkın) verdiği çözümsüz ve sonuçsuz mücadelenin kavgası. Ihtilal “tipolojisi” dediğimiz durum da budur. Ortadoğu’da üstesinden gelmek zorunda olunan kritik görev, kriz mühendisi olmaktır. Aktör iken lidere, lider iken kaçınılmaz şekilde otoriter ve sonrasında totaliter olmaya ulaşan döngüde “kartel” olmamak büyük maharet ister. Ancak, kolonlarını adalet ve evrensellik üzeride yükseltmeyen her ülke gibi, istihbarat ve güvenlik telaşına kapılıp “mesafeyi” ya çok gergin ya da çok esnek tutanlar kriz anlarında (darbe, muhtıra, iç savaş veya dış müdahale) ilk tekmeyi yakınlardan yemeye mahkûm kalırlar. Krizi idare edemeyen aktörler hayali düşmanlar icat ederek hayali korkular peşinde ilerleyip acımasız birer tirana dönüşürler ki Machiavelli burada da haklı çıkar. Kemale eren her iktidar çökmeye yüz tutar diyen Ibn Haldun da öyle. Kitap bu kaba işleyişin içeriğini bihakkın doldurmayı fazlasıyla başarmakla kalmamış, isyanın kökenini ve sosyolojik arka planını da gün gibi ortaya sermekten geri de durmamış. Burada anlattıklarımız tamamlanmaya fazlasıyla muhtaç açıklamalardan ve kitabı okumaya yarayacak basit bir kerteriz olmaktan başka bir şey değildir.
Ortadoğu'nun Siyasal Sosyolojisi Arap İsyanlarında Önce ve Sonra
Ortadoğu'nun Siyasal Sosyolojisi Arap İsyanlarında Önce ve SonraHamit Bozarslan · İletişim Yayınları · 201220 okunma
··
93 görüntüleme
Sergen okurunun profil resmi
Her an patlamaya hazır bir kaosu bekleyen o çukur bölgesi... 1. Dünya Savaşı'ndan sonra bağımsızlıklarını ilan eden ülkelerin bugünlere kadar yaşadığı temel durum tasfiyelerinden ibaret. Devletlerin halk başta olmak üzere bütün kamusal-özel alanlardaki otoritesi despotluktan öteye gitmiyor ve bu hem kitleleri hem medyayı hem de uluslararası ilişkileri germeye fazlasıyla yetiyor. Çoğunluğun biatı, her zaman kan aktıktan sonra diktatörlüğü tanımaya evriliyor. Libya, Irak, Suriye, BAE bunun net örnekleri. Bu aygıta muhalif olanlar ise aydın kesim ya da gerçeği gördüğünden dolayı tutuklu olan gazeteciler çoğunlukla. Senaryo o kadar net ki, artık herkes Ortadoğu uzmanı olabiliyor mesela, ama bu çukuru ne bir kriz mühendisi ne de bir kahraman yönetebilme gücüne malik... Eğitimin eksikliği ve onu artırmasını beklediğimiz ama mümkün kılmayan sekülerleşmenin de payı büyük. Ne kadar zaman geçerse hep başa sarıldığını görüyoruz bu senaryoların. Cehaletin içinde kendini bulan halk ve bunu sömüren iktidar. Theresa May'in 125 B Instagram takipçisi varken, bazı babaların ise onları tapar derecede seven milyonlarca takipçisi var. Bugün köşedeki bir kahvehaneden, devlet dairesine kadar herkes bir şeyler fısıldar durumda buluyor kendini. Bu maruz kalınanların sonucu aslında. Fransa cb seçimlerinde oy kullananların oranı %33 iken bizde %95'lerde. Sinir bozucu ve üzücü.
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.