Aylardır William Faulkner kitaplarını okumaya çalışıyorum. Bu sene benim için Faulkner senesi. Üniversitede ne düşünüp de bize Abşalom, Abşalom!u okutmaya çalıştılar bilmiyorum, zaten okumamıştık, okuyamamıştık. O uzun paragrafları gördüğümüzde hocamızın itirazlarımıza boyun eğişini hatırlıyorum, kimbilir neler düşünmüştü kadıncağız, laf olsun diye, başka bir yere giremediği için edebiyat okuyan bir sürü genç...ne zaman? 25 sene önce. Abşalom'un yerine ne okuduğumuzu hatırlamıyorum, ama bu kitap hep aklımda kalmıştır, merak etmişimdir.
Bu sene Faulkner senesi benim için.Türkçeye çevrilmiş bütün eserlerini, ilk çeviriler de dahil bulup okumaya çalıştım, çalışıyorum. Okuma sıramı da iyi oluşturduğumu düşünüyorum. Ancak okumak için çoğu zaman yanlış zaman ve mekân seçtiğimi düşünmeden edemiyorum. Bu sıkıntıyı Köy kitabından daha fazla yaşadığım bir örnek olmadı sanırım. Çünkü kitabın kırk elli sayfasını okumadığım gibi, okusam da anlamadığım yığınlar arasında kaybolmuş durumdayım. Bu kitap muhakkak ki kısa süreli ve yoğun bir dikkatle okuma gerektiriyor, çünkü Faulkner'ın gevşek, neredeyse belirsiz bağları, ilişki çizgileri karakterleri sayfalar boyunca okurken ancak çok odaklanmış, çok dikkatli bir okurun takip edebileceği rotalar çiziyor ki bu okur ben değilim, zira okuduğum şeyden aldığım tadın güzelliğini takdir etmekle beraber kitabın bütünü içerisinde nerede durduğunu, nereye eklendiğini anlayamıyorum, yazardan beklediğim şey bana bu anlamda yol göstermesi, ancak Faulkner büyük bir keyifle sadece oraya bizi bırakarak küçük ipuçları, mırıldanır tarzda rehberliklerle yollarda, sayfalarda sürüklüyor insanı ve sonuçta, kitabın son bölümünde yapayalnız ve hiç bir şey anlamamış bir halde kalakalmış durumdayım. Benden buraya kadar. En kötüsü ise Abşalom Abşalom!u okuyup anlayabilme şansım kalmadı gibi, zira yazarın edebi yetkinliğinin zirve noktası olan bu eser muhakkak ki Köy'den çok daha kapsamlı, karmaşık, içiçe geçmiş ağlarla örülmüş bir eser. Oralara girmem zor. En azından kendi yerimi, tarzımı, çizgimi öğrenmiş olmayı da kâr saymam gerek, çünkü benden iyi bir Faulkner okuru olmaz, ama bir okur olma sevdalısı olabilir,çünkü okuduğum bütün eserlerinde bende kalan şey çevirilerle kaybolup giden Güney dünyası, ABD güneyinde aristokrasinin çöküşü, sosyal çalkantıların ve güneylilerin yenilgilerinin kuşaklara ödettiği bedeller ya da ırkçılığın irdelenmesi değil, benim gördüğüm ve beni çok etkileyen şey zamanın yıkıcılığı, bütün karakterlerde gördüğüm gibi insanın yaşamaya yazgılı oluşu ve yaşamanın mutluluk getirmemesi, insanın yazgısının diğer insanların ve insanın içindeki kendi kötülüğüyle ilmik ilmiş dokunmuş olması ve nereye gidersek gidelim her yerde ve her mekânda zamanın en büyük efendi olduğu: var olan herşey yıkılacak ve kötüler, art niyetliler ve şeytandan yana olanlar bütün yerlilikleriyle, bütün kendine özgülükleriyle eskinin kaybolup gitmesi ve yeninin hükümdarlığının bedelini ödetiyorlar. Bütün mutsuzluklar, bütün kötülükler herkesin hep yanlış yerde, yanlış mekânda yaşamasından...aranan bir kutsal sığınak var evet, ama aradıklarından değil, arasalar da bulamayacaklarını bilen joe christmas gibi lanetlenmiş karakterler ya da popeye gibiler bütün o kendini salmışlıklarıyla bize kötümserliklerinin içinde tebessüm ediyor. İşte bu beni etkiliyor. Aynı şeyin Köy kitabında da olduğunu söylemek mümkün: arzu eden, isteyen, suç işleyen insanlar taşıdıkları lanetle mahkûm edilmişler, ve onlar Çılgın Palmiyeler'de benim için bütün Faulkner romanlarının en güzel sembolü olan o selle coşup taşmış nehrin önüne gelen her şeyi ağır ağır yıkıp yok edişi, ve sonra sanki hiç birşey olmamış gibi kendi yatağına usulca dönüşü gibiler; bu lanetin önünde yuvarlanıp tökezleyen, düşen, arzu edip isteyen, bu uğurda öldüren, öldürülen karakterler kötülüğün, istismarcılığın, yeni değerlerin kendi yatağından taşıp önüne gelen her şeyi yıkması gibi, efendisi zamana boyun eğmiş bir ur gibi, yayıldıkça yayılan hastalığın temsilcileriler.
Faulkner, Köy'ü 1940'da yazmış. Kitabın orijinal adı Hamlet aslında 20-30 haneden oluşan ama içinde kilise bulunmayan yerleşim birimlerine verilen admış. Kilisenin olmaması kitapta Snopes ailesiyle temsil edilen yeni değerlerin, yani menfaat ve kötülüğün yaygınlaşmasına uygun düşmüş olmalı. Bu kitap aslında bir üçleme. Faulkner 2. kitabı "Kasaba"yı 1957'de, son kitap "Köşk" ya da "Konak"ı ise 1959'da yazıyor. Üç kitap da neredeyse yazarın bütün kitaplarının ana mekânı olan Yoknapatawpha'da geçiyor. Böyle bir yer gerçekte yok, yazarın "Sartoris" kitabıyla (3. kitabı) hayâl edip yazmaya başladığı bir yer burası. Neredeyse bütün Faulkner kitaplarında diğer kitaplarda gördüğümüz karakterlere rastlıyoruz. Snopes ailesi de az ya da çok diğer Faulkner kitaplarında var.
"Köy", 4 bölümden oluşuyor: 1-Flem, 2-Eula, 3- O Uzun Yaz ve son olarak 4- Köylüler.
Kitabın tamamı Snopes ailesinin Frenchman's Bend denen yere yerleşmesini anlatıyor. Bu aile yavaş yavaş bu mekânı ele geçirecek ve zenginleşecek, gücü ele alacaktır. Tabii böyle yazınca sanki okuduğumuz buymuş gibi düşünüyoruz, ancak böyle değil. Faulkner için olayların kendisi değil, onların zihne bıraktığı izler, bir yere işaret etmeyen bütün işaretlerle dolu bir mekânda, zamanda yani salınarak akması önemli görünüyor. Bu yüzden bütün bu izleri, işaretleri okumak, kavramak için sağlam bir okuma yapmak şart. İlk bölümde ne olup bittiğini anlamak kolay diyemem. Eula bölümü en rahat okunan bölüm kesinlikle, çünkü klasik anlatı yapısına benzeyen tek bölüm neredeyse burası. Ben kendi adıma kitaba baktığımda olaylar değil, ama çok etkileyici karakterler ve ruhsal dünyalar görüyorum: Eula'ya tutulan öğretmen Labove; soğuk ve kurnaz Eula; herhalde başka hiç bir kitapta böylesine uzun, böylesine şiirsel bir dille okuyamayacağımız aşkıyla zekâ geriliğinden muzdarip Ike Snopes'un Houston'ın ineğine duyduğu hakiki, gerçek aşk; kitabın en etkileyici hikâyesi olan Houston karakterleri Faulkner'ın kaleminin tadını almamızı sağlıyor.
Kitapla ilgili bir çok yorum, inceleme okudum, ama kitabın önsözünde çevirmen Deniz Ilgaz'ın yazdıklarının çok kıymetli olduğunu düşünüyorum. Yazısının son kısmında şöyle söylüyor Ilgaz:
"...
Büyük bir ailenin yaygın ve çeşitli yorumlara açık yaşam öyküsünü dile getiren üç romanlık üçlemede ise Faulkner'ın çok ilginç bulduğu, insana özgü bir tutku ile iyiden iyiye uğraştığı görülür. Bu tutku, okuyucunun okuduğu şeyde hep bir öykü, bir anlam, bir değer yargısı bulma çabasıdır. Faulkner, zaman zaman alaya alacak kadar ilginç bulduğu bu tutku yoluyla ulaşılan hazzın, yalnızca asıl bilgiyi gizlemek ya da geciktirmekle tattırılamayacağını, bu eksik bilginin verilmediği bilincini sürekli ve etkili bir biçimde okuyucuya hissettirmenin de romanda kendi başına bir etken olabileceğini keşfetmiş bir yazardı. Faulkner okuyucusunu bir maraton koşucusu gibi soluk soluğa bırakan öge, işte bu her adımda romandan sökülüp alınan gizemin tam doygunluğunu tatmışken bunun daha da huzursuz edici gizemler pahasına elde edilmiş olduğunu birdenbire anlamış olmasının sonucudur. Gerçek yaşamda olup biten her şeyi aynı anda ve bir solukta anlatabilmenin, bütün olanlardan tek bir anlam çıkarabilmenin güçlüğü gibi, Faulkner romanlarını okurken de bir hipotez kurabileceğimiz ayrıntıları seçip birbirine bağlama çabasının güçlüğü içinde buluruz kendimizi. İster istemez boşlukları kendi değer yargılarımıza göre doldururuz. Hipotezlerimizi sürekli yenileriz. Kısacası, yaşarız."
William Faulkner'ın bu romanını gerçek, sağlam edebiyat okurlarına şapkamı çıkararak mutlaka öneriyorum... Şimdiden iyi okumalar.