Taşların Mabedi
Durmadan çıkıyor toprak
güneşin yaralarını andıran yarıklardan.
Toprağın hizasında titreyen fırın
bir toz buğusu kaldırıyor
kemiklerin yürüdüğü kuru bi çalkantı.
Susuzluğun üzerine gidiyorum,
açıklamadığım
sözlerin şiddetli yankısında
bir çakmaktaşı rüzgarı altında
bilenmiş dudaklarım.
Dünyanın damı,
ateş toprağı,
çöllerin çölü:
yaşayanların yüreğinde mıknatıslanmış sürgünler!
Tek sessizliğin erdemiyle
boş yamaçlarınızda dolaşıyorum.
Tanrıların kolanlarında
imgelerin kör ettiği at meydanı
göçerlerin kanında
boğulmuş beyaz kısraklar,
göklere çıkarılmış bir haberin
gölgesini taşıyor bulutlar
Baltalar gibi keskin kızıl kayalar
ey kefelenmiş cellatlar!
Tanrılar savrulunca derhal
aşındırır bizi yokluk.
Silis yatağı,
kuars ya da boksit selleri
ayna olan taş
taştan akislerini bırakıyor
Sadece göçebiliğimizi arıyoruz biz,
Kil üstündeki kor tadını,
efsanelerin kireçli ahengini
ve içinde artık çığlık atamadığımız
bu uçurumun sırrını.
Dilsiz org, cidar dik tutar
don altında şaha kalkmış bir ruhun
tecilli ihtişamlarını.
Geçerken boyunları
görünür kutsal kalıntılarla
damga vurur insnalar
görünmez adına.
Yukarda, vücudun keyfi
korkuya ve eski inançlara
ilgilerin birazını
dağıtır.
Hiçlik açlığı,
kıtlık bakışı olur
Burada eksiklik
biliciyi haklı çıkaran bir fırsattır:
Hepsinden çoğu bizde var
ama hiçbir şeyden yeteri kadar yok!
Götür beni aydınlık,
doğmuş olmak düşünü
unutmaya kadar…
Sayfa 17 - İyi Şeyler Yayıncılık - 17, 18, 19