Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

3 Sekizinci Tepe Dolmabahçe / Beşiktaş Depremin İlk Sabahı Kızılay çadırına vuran yağmur damlalarının sesiyle gözlerini açtığında evinde olduğunu sandı bir an. Çadırın içinde yorgunluktan sızanları, uyanık olup da halen depremin şokundan çıkamamış, ağlayıp yakınanları görünce her şeyi hatırladı. Gözleri Zeynep'i aradı, çadırda değildi. Savaş ve İstanbul da yoktu. Oysaki Dolmabahçe'ye hep birlikte gelmişlerdi. Evleri şehrin öbür yakasında olan gönüllü kurtarma ekibindekilerle birlikte sabaha karşı çadıra girip bir köşeye kıvrıldığında ailesini düşünürken uyuyakalmıştı Aden. 'Bir deniz aracı bulmuş olsalar Zeynep bana haber vermeden karşıya geçmez, buralarda bir yerde olmalılar.' Enkazdan çıkardıkları çocuğu, profesörün kucağında tatlı tatlı uyurken görünce onu uyandırmamaya dikkat ederek yavaşça dışarı çıktı. Yağmur bekliyordu ama yanılmıştı. 'Yağmurun hiç canı yokmuş, hemen kesiliverdi.' Saati merak etti. 'Sanırım öğlen olmuştur, aramamı bekliyorlardır.' Ailesiyle hâlâ konuşamamıştı. Evde oldukları ümidiyle kendini rahatlatmaya çalıştı. Onlardan haber almadan rahatlaması imkânsızdı. Bir süre telefon aramakla geçti. Kime sorsa şarjının bittiğini söyledi, elektrik olmadığından hiç kimse telefonunu vermek istemiyordu. Yıkılmış şehrin içler acısı halini gördükçe içini büyük bir çaresizlik kapladı. Alışkanlıkla gözü bir an saat kulesini aradı, tabii ki yerinde yoktu; daha doğrusu burada ağaçlar dışında hiçbir şey yerinde değildi. Dolmabahçe'nin yüz yıl önce kocaman kayalarla doldurulan çürük zemini onca çabaya rağmen tutmamış, depreme dayanamamıştı. Dolmabahçe Sarayı'nın neredeyse tamamı denize uçmuştu. Koskoca saraydan geriye kalan az miktardaki molozların ürpertici soğukluğu kanını donduruyordu. Saray kalıntılarındaki toz ve beton karışımının nemli kokusunda ölümün acı tadı hâkimdi. Muhteşem ağaçların olduğu bahçenin önü açılınca Dolmabahçe Meydanı eski fotoğraflarındaki kadar büyümüş görünüyordu. Bu durum sahilde çok daha belirgindi. Beton kabuklarını kırıp, üzerinden atarak özüne dönmenin sevinciyle göz alabildiğince uzayıp giden Beşiktaş sahili sanki başka bir yaşama giden büyülü bir yoldu. İstanbul işte tam da bu yolun başladığı yerde duruyordu hem de Savaş'la birlikte sahildeki büyük ateşin yanında. Onları bulmanın heyecanıyla sahile gitmek için kayaların üzerine çıktı. Depremin sağa sola serpiştirdiği büyük kayaların üzerinde zorlukla yürüyerek sahile yaklaştı. Bir anlığına başını kaldırıp Boğaziçi'ne baktığında neye uğradığını şaşırdı, yıkılan köprü enkazının silüeti birden karşısında belirmişti. Enkaz dağının karanlık gölgesine doğru çekilirken kayalıklardan düşecek gibi oldu; neyse ki son anda dengesini sağlayabildi. Beşiktaş kıyılarından yüz metre açıktaki suları kaplayan bu birikinti anlatılanlardan çok daha korkunç görünüyordu. Deprem gecesi Boğaziçi'nde aniden yükselen bu ucube, insanlığa meydan okuyor gibiydi. Yıkılmış kadim şehrin kalıntılarının içinde neler yoktu ki? Boğaz köprülerinin, Marmaray Tüp Geçidi'nin, batan teknelerin ve yıkılan bina molozlarının üst üste gelmesiyle oluşan bu devasa yığın sanki yedi tepeli kadim şehre eklenmiş sekizinci bir tepeydi. Köprünün Asya'daki parçası Beylerbeyi açıklarında Boğaz'a gömülmüş, dikey kuleler ve büyük halatlara tutunan Avrupa yakasındaki parçanın aşağı sarkan ucu ise Ortaköy açıklarında Boğaziçi'nin sularına mızrak gibi saplanmıştı. Kırk beş derecelik açıyla dizlerinin üzerine çökerek sulara dalan köprü, kollarını iki yana açan büyük bir V harfi gibi enkaz dağını kucaklamaya çalışıyordu. Korkutucu manzaradan gözlerini kaçırıp arkadaşlarının yanına doğru yürüdü. Onlara yaklaştığında İstanbul'un ona dikkatle baktığını fark etti; gözlerini Aden'den alamıyordu. Düzgün fiziği nedeniyle erkeklerin ona ilgi göstermesine alışıktı; ama tüm gece enkaz aralarında yaşadıklarından sonra saçı başı dağılmış, uykusuz kalan çimen yeşili gözleri şişmiş, önceki şıklığından eser kalmamış, üstü başı toz toprak içindeki bu haliyle onu etkileyebilmesi genç kadına hiç normal gelmemişti. "Köprüyü gördünüz mü ne hale gelmiş," dedi Aden. "Öbür köprülerin durumu netlik kazandı mı?" "Aynen anlattıkları gibiymiş," dedi Zeynep. "Peki ya vapur seferleri?" "Bir gelişme yok." Ateş başında ona da yer açtı. "Gel canım ısın biraz." Üşüdüğünü ancak o söyleyince fark etmişti. Aralarına girdi ve ellerini ateşe uzatıp ısıtmaya başladı. Zeynep sadece kurtarma ekibi oluşturmamış, tam bir lider olmuştu. Tüm gece enkaz aralarında birlikteydiler, Aden elinden geldiğince ona destek olmaya çalışmış ve ikisi kısa zamanda samimi olmuştu. Zeynep'le Savaş önemli bir konu hakkında konuşuyorlardı. Aden onları bölmek istemedi. Öbür arkadaşlara yaklaşıp, "Bana biriniz telefonunu versin lütfen," dedi. "Yine mi telefon mevzusu?" diye hayıflandı İstanbul. "Neden artık bırakmıyorsun?" "Anlamadım." "Her şeyi kontrol etmeye çalışmaktan vazgeçip boş veremez misin?" dedi İstanbul. "Allah aşkına senin ailen falan yok mu?" diye karşılık verdi. "Biraz odun toplasam iyi olur," diyen İstanbul ateşin yanından ayrılarak uzaklaştı. 'Kaçıyor bu!' Peşinden gidip yetişti. "Dur bir dakika." "Ne var Aden?" "Sana bir şey sordum, neden cevap vermiyorsun," dedi Aden. "Senin merak edecek kimsen yok mu?" İstanbul'un yüzü birden karardı, bakışları öyle sert ve anlaşılmaz oldu ki Aden ürperdi. "Bence artık sen de vazgeçmelisin. Bırak, her şey düşeceği yere kadar düşsün. Belki sözlerim sana duygusuz gelebilir, ama bizim kontrol dediğimiz şeyin aslında büyük bir yanılsamadan başka bir şey olmadığı ortaya çıktı," diyerek gözleriyle Aden'e enkaz dağını işaret etti. "Oraya baktığımda yanılsamanın sona erdiğini, hiçbir şeyin kontrolünün bizde olmadığını görüyorum. Peki ya sen ne görüyorsun?" "Görmek istediğim şey beni karşıya geçirecek herhangi bir deniz aracı," diye yanıtladı Aden ve devam etti. "Vapur seferlerinin ne zaman başlayacağını nasıl öğrenebiliriz?" "İskeleyi onarmaya çalışıyorlar ama bu hemen olacak bir şey değil. İstersen oraya gidip tekne ya da başka bir deniz aracı bulup bulamayacağımızı görevlilere sorabiliriz. Hem orada gönüllüler sıcak çorba dağıtıyorlardı." Dün yediği öğle yemeğinden bu yana ağzına bir lokma bile koymayan Aden öyle acıkmıştı ki hiç düşünmeden, "Hadi, gidelim," dedi. Sonra duraksadı, o mesele hâlâ netlik kazanmamıştı, İstanbul kanun kaçağı olabilirdi. Ne olursa olsun Aden ondan korkmuyordu, tuhaf bir şekilde onun yanında kendini güvende hissediyordu. Belki de hayatını kurtardığı için böyleydi ama aklı ona dikkat etmesini söylese de kalbi rahattı. Üstelik İstanbul'un fikirlerini onun sıradan bir suçlu olamayacağını kanıtlayacak kadar güçlü buluyordu. 'Belki de zararsız bir düşünce suçlusudur, bu ülkede bunlardan çok.' Onunla gitmeye karar verince Zeyneplere dönüp, "Biz gidiyoruz, birazdan döneriz," dedi ama Savaş'la öyle derin bir sohbete dalmışlardı ki duymadılar. Konuşmalarını bölmek istemedi. "hadi gidelim." İstanbul yürürken bakışlarını Aden'in üzerinden ayırmıyordu. Sonunda dayanamayan Aden, "Bana niye öyle bakıyorsun?" diye sordu. Hafifçe tebessüm etti. "Çünkü bana cehennemde olmadığımı hissettiriyorsun." Aden kısa bir an duraksadıktan sonra, "Nerede olduğumuzdan emin değilim," dedi. Sigarasını sıkıştırdığı iki parmağı ile Boğaziçi'ndeki yıkıntıları işaret eden İstanbul, "Şu doyumsuz güzelliğe bakar mısın?" dedi. Aden ister istemez bakışlarını oraya yöneltti. Doyumsuz güzellik dediği şey, depremden kalan enkaz dağı olamazdı. Bazen çok mantıklı, bazen de dengeyi fena halde yitiriyor diye aklından geçirdi. "Sen neden bahsediyorsun?" "Bize dayattıkları medeniyeti görüyorsun. Yıkılmış hali ne kadar da çekici duruyor, öyle değil mi?" "Sen ne dediğinin farkında mısın?" diye çıkıştı. "O enkazın altında kaç insanın can verdiğini biliyor musun? Lütfen onlara biraz saygın olsun." "Ben sana uygarlığın tasfiyesinden bahsediyorum," diye karşılık verdi İstanbul. "Ölenlerle işim yok, bunca şeyden sıyrıldıkları için onlara özeniyorum bile." "Sen nasıl bir insansın anlayamadım hâlâ." İstanbul mağrur bir tavırla, "Değişmekte olan biriyim; çünkü kargaşanın hüküm sürdüğü her yerde değişim esastır," dedi ve gülümsedi. "Hüzünle baktığın harabede sen de çok yakında kendini bulacaksın. Yıkımın altında akan yaratıcılığı görebilecek potansiyelin olmasaydı çoktan ölmüştün; aksi halde şu an senin için ağzımı yoruyor olmazdım. Yaşıyorsun ama boş, içinde nasıl bir güç taşıdığın hakkında hiçbir fikrin yok." İstanbul bunu bir hastalıktan bahsedermiş gibi söylemişti. "Gece sana artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak derken bunu anlatmak istemiştim." Aden enkaz dağını izlerken, "Böyle bir şeyin nasıl oluştuğunu hâlâ aklım almıyor," dedi. "Büyük dalgaların batırdığı ne varsa Ortaköy civarında toplanmış," diye karşılık verdi İstanbul. "Toprak kayması da olmuş; asıl işi akıntı yapmış ve ne bulduysa sürükleyip oraya taşımış. Yaklaşım viyadükleri ve dikey kuleler çökmüş olmalarına rağmen taşıyıcı ve kılavuz halatlar hâlâ direnmekte. Akıntının sürüklediği ne varsa köprünün dev halatlarınca bir süzgeç gibi toplanmış. Binlerce enkaz parçasından oluşan modern medeniyet sürüsü, balıkçı ağı görevi gören köprünün devasa halatlarına takılmış ve üst üste yığılan birikinti büyüyerek sonunda bu hale gelmiş." Kabataş İskelesi'ne gelmişlerdi Aden görevlilere telefon sordu. Biri telefonunu kullanabileceğini söyledi. Aden teşekkür edip telefonu ondan aldı ve hemen annesini aradı. Sonuç değişmemişti, ne annesine ulaşabildi ne de babasına. Telefonu geri verdiği görevli teknisyen, İstanbul'a karşıya geçmenin tek yolunun çok yüksek fiyatlarla taşımacılık yapan balıkçı tekneleri olduğunu anlatıyordu. Vapur seferlerinin ne zaman başlayacağı meçhuldü. Aden ve İstanbul onu duyduktan sonra birbirlerine baktılar. İkisinde de para yoktu. Oradan ayrılıp çorba içmek için Fındıklı Parkı'na doğru yürümeye başladıkları sırada, İstanbul'un bir ailesi olmadığından emindi, aksi halde ailene ulaşmaktan vazgeçmelisin demezdi. Mesleğini merak etti. "Az önce öyle bir anlattın ki mühendis olmalısın." "Kafanda beni belirleyecek ölçüt arama, bulamazsın," dedi İstanbul. Yürümeye devam ederlerken sakince yıkılan binaların üzerinde göz gezdirdikten sonra sözlerine devam etti. "Oyunu sonlandıran esaslı bir depremdi. Gösteride bize verilen rollerin artık hiçbir önemi yok. Modernleşmenin önünde durulamıyordu. Bu yıkım bize iyi gelecek, bu felaket bizleri kurtaracak. Artık yıkımın altında kalan her şeyden kuşku duyacaklar. Köprüler, yollar ve evler yeniden yapılıp da kendimizi bir kez daha beş yüz kanallı gösteri salonlarına hapsedene kadar epey vaktimiz olacak." Çorba sırasına girdiklerinde çok kişi vardı, ama hızlı işliyordu, sıra hemen geldi. Karton bardaklarda dağıtılan sıcak çorba Aden'in elini yaktı. "Uf! Çok sıcakmış." Bardağı masanın üzerine bırakınca İstanbul onun bardağını da aldı. Parkın ağaçlık bölgesinde sağlam kalan bir bank buldular. Oraya oturup çorbalarını içmeye başladıklarında İstanbul hâlâ bu yıkımın onları nasıl özgürleştireceğini anlatıyordu. Saplanıp kaldıkları bataklıktan çıkmak ve yepyeni bir hayata kavuşmak için büyük bir fırsat yakalamışlardı. Tanınmasına sebep olacak hiçbir konuya girmiyor, kimliğini sır gibi saklıyordu, felaketin kurtarıcı etkisini anlatırken ise hiç susmuyordu. Daha dün yaşanmış bir afetin, etkisi hâlâ sürerken nasıl oluyor da böyle şeyler hayal edebiliyor diye soruyordu Aden kendine! "Bak çok güzel konuşuyorsun ve fikirlerin de çok ilginç, " dedi sadece, delice olduğunu düşünse de Aden bu düşüncesini dile getirmedi. "Yalnız o zavallının cüzdanıyla kendi cüzdanını neden değiştirdiğini bana anlatacak mısın?" O adamın kimliğini geri koyduğumu söylemedim mi ben sana?" Birden gerilmişti İstanbul. "Anlaman için aynı şeyi kaç kere daha tekrar etmem gerekiyor." Aden gerçeği öğrenmezse çıldıracakmış gibi hissediyordu. Neden içinden yükselen bu meraka karşı koyamadığını bilmiyordu ama gerçeği öğrenmek için her türlü yolu denemeye kararlıydı. "Madem öyle geriye yapılacak tek bir şey kaldı. Sanırım bunu bildirmem gerekecek. Tabii gerçeği bana hemen itiraf edersen sana söz veriyorum, kaçak bir suçlu bile olsan tüm bunlar aramızda sır olarak kalacak. Hiç kimseye anlatmayacağım. Kararını ver! Bu olayı sen mi açıklığa kavuşturacaksın, yoksa ben mi?" diye bir solukta sıraladı cümlelerini. "Beni tanımıyorsun Aden ve sana yapabileceklerim hakkında hiçbir fikrin yok. Dikkat etsen iyi olur." Saldırgan bakışları ve tehdit dolu sözleri yüreğini ağzına getirmişti. Korkusunu gizlemeye çalışarak sahilde yardım malzemeleri dağıtan görevlilere refakat eden askerleri işaret etti. "Sana zarar verme niyetinde olsaydım açıklama şansı tanımaz, hemen şikâyette bulunurdum. Şimdi söyle bakalım, tüm bunlar neyin nesi İstanbul?" Sessiz kalmaya devam edince, "Susuyorsun, demek ki kanun kaçağısın," diyerek ısrar etti. İstanbul çok önemli bir şey söylemek istermiş gibi baktıktan sonra, "Hayır, anlamıyorsun," diye atıldı. "Evet, anlamıyorum," diye yanıtladı kafa sallayarak. "Çünkü gerçeği anlatmıyorsun. Sana son kez soruyorum, orada neler olduğunu bana anlatacak mısın?" Biraz bekledikten sonra askerlere doğru hareketlendi. "Peki, sen bilirsin. Sanırım bu mesele artık beni aştı." İstanbul ona hemen yetişip, "Dur bir dakika!" dedi ve bileğini yakalayarak tüm gücüyle sıkmaya başladı. Yanlış kişinin karşısına dikildiğini düşünen Aden'in korkusu had safhaya gelmişti; ama İstanbul birden şaşırtıcı bir şekilde yelkenleri suya indirdi. "Tamam, anlatacağım," dedi ve onu bıraktı. Nihayet rahat bir nefes almıştı Aden. "Onun cebine kendi cüzdanımı ve telefonumu yerleştirdim." "Bunu neden yaptın?" Aden sorusunu yöneltirken bir yandan hâlâ sızlayan bileğini ovuşturuyordu. İstanbul bakışlarını indirip düşünceli sözlerle açıklamaya başladı. "Ölmem gerekiyordu. Deprem bana istediğim gibi bir ceset bulmak için büyük bir fırsat verdi. Kimliğimi, cüzdanımı ve telefonumu onun üzerinde bulduklarında resmi olarak ölü sayılacağım. İhtiyacım olan tek şey bu, yani ölü kalmaya devam etmek. Bak, eğer ağzını kapalı tutmayı beceremeyeceksen..." Sustu, gözlerini kapatıp sinirlerine hâkim olmaya çalışarak sözlerine devam etti. "Meraklı bir kız yüzünden eski hayatıma dönmek zorunda kalmak istemiyorum. Bu riski göze alamam. Beni anlıyor musun? Çeneni kapalı tutacaksın." "Peki, kimsin sen ve neden kendini ölü göstermek zorundasın?" "Bu kadar," dedi İstanbul. "Başka bir şey sorma." Bu olayı üstünkörü açıklamalarla geçiştirmesine izin vermeyecekti Aden. Yine sessiz kalınca son kozunu oynadı. "Demek inat ediyorsun. Bunu çözmenin tek yolu yardım istemek. Askerler senin hakkında kimlik sorgulaması yaparsa gerçek bir dakikada ortaya çıkar," diyerek tekrar onların yanına doğru hareketlendi." "Aden dur. Bekle. Dursana kızım, nereye gidiyorsun?" "Senin yalanlarınla uğraşamam İstanbul. Gerçeği öğrenmeye gidiyorum. Bakalım, beyefendi kabuk değiştirirken geride ne bırakmış, gerçekte kimmiş?" Blöf yapıyordu, kimseye anlatmaya niyeti yoktu. Onu korkutup gerçekleri öğrenmeye çalışıyordu. İşe yaradı mı diye geriye dönüp baktığında ona yetişmek üzere olan İstanbul'un yüzündeki ifadeyi görür görmez panikledi ve geri geri yürümeye başladı. İstanbul'un bakışları öyle tuhaftı ki daha önce bu kadar korktuğunu hiç hatırlamıyordu. Sonra önüne dönüp adımlarını hızlandırdı ama boşaydı, İstanbul yanına gelmişti bile, aniden eliyle Aden'in ağzını kapattı ve "Bana başka bir çare bırakmadın," dedi. Aden'in gözleri kararırken dizlerinin bağı çözüldü. Bayılmadan önce bedeninin havalandığını hissetti. Beynine binlerce iğne batırılıyordu sanki. Yere düşmeden önce İstanbul onu tuttu. "İşte şimdi tamamen elimdesin."
·
146 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.