Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

794 syf.
7/10 puan verdi
·
Beğendi
·
59 günde okudu
ATATÜRK TÜRKİYESİNDEN BİZE KALAN KÖTÜ MİRAS ÜZERİNE BİR İNCELEME
Kılıç Ali’nin Atatürk’ün fedaisi, hatta tetikçisi gibi davrandığını bildiğim için “onun anılarından öğreneceğim ne olabilir?” diye düşünürdüm fakat son yıllarda Atatürk ve tek parti döneminden kalma faşist, hukuksuz, adaletsiz, zalimane uygumlalar, dayatmalar, karanlık cinayetler artınca onun anılarını da okuma ihtiyacı hissettim. İyi ki de okmuşum. Zira Atatürk ve dönemini yüz ayrı kaynaktan da okusanız, onu kimse Kılıç Ali kadar anlatamaz ve onun anıları aynı zamanda bir itiraf sayılır. Örneğin gerçekte “Kılıç Ali” adlı birsi yoktur. Onun gerçek adı Asıf’tır ama her şeyin en iyi ve en doğrusunu bilen “ulu önder” ona bu adı uygun görmemiş ve adını “Kılıç Ali” koymuştur. Kitaptan anlaşılan ve kesin olan bir şey: Atatürk övülmeyi, alkışlanmayı, ona kayıtsız şartsız biat edilmesini çok seviyor. Zaten 1924’den sonra da çevresinde ondan menfaati olmayan, makam mevki beklemeyen ve ona tapınmayan hiç kimse kalmıyor. En güvendiği silah arkadaşlarına iki defa muhalefet partisi kurduruyor, halk Atatürk ve İnönü’nün politikalarını onaylamadığını gösterip, bu partilere yönelince de derhal bu partileri kapatıp, liderlerinin evlerini bastırıyor, onları çeşitli entrikalarla İstiklal Mahkemelerinde idamla yargılatıyor. O kadar ki, hakkındaki idam fermanına rağmen, onu koruyup kollayan Karabekir, İnönü’nün destek vermemesi üzerine idamdan kurtuluyor ama anılarının yer aldığı kitabı daha dağıtımı yapılmadan, topluca alınıp, yakılıyor, evi basılarak alınan anı defteri de aynı akıbete uğruyor. Ve Karabekir artık ölene kadar göz hapsinde, gözetim altındadır. Ankara İstiklal Mahkemeleri üyeleri Ali Çetinkaya, Kılıç Ali asker, Reşit Galip ise doktordur ve hiçbirinin hukuk eğitimi yoktur. Fakat her akşam sabaha kadar Atatürk’ün rakı sofrasındadır bunlar. Birçoğunun kaydı bile tutulmamış, adı sanı bilinmeyen pek çok kişiyi idama göndermişlerdir bu üçlü. Bu idamlar şehir meydanlarında yapılıyor ve herkesin görmesi, dehşete kapılması için cesetler darağacından indirilmiyor, çoluk çocuk, genç ihtiyar bu idamları ve cesetleri seyrediyordu. Bütün hukuksuzluk ve dehşetine rağmen birinci İstiklal Mahkemelerinin mantığını anlamak, mazur görmek yine de mümkün. Fakat 1922 31 Temmuz’da kabul edilen bir kanunla kurulan İkinci Dönem İstiklal Mahkemeleri, gerekli olmakla birlikte, bu mahkemeler, muktedirin sopası gibi kullanıldığı, infaz timi gibi çalışan mahkemeler olmuştur ki, Kılıç Ali anılarında bunların bir kısmını itiraf ediyor zaten. Kılıç Ali'nin anlatımından da açıkça görüldüğü gibi, Atatürk'ün ve tek parti rejiminin o dönem Avrupa'da revaçta olan faşizm ve dikdatörlüğe yönelmiş olmaları bir ölçüde kabul edilebilir fakat Keamalist bağnazlığın günümüzde demokrasi gibi sunulmaya çalışılması demorasinin önündeki en büyük engellerden biridir maalesef. Bu sebeple de ülkemiz saltantçı bağnazlıkla Kemalist bağnazlık arasında sıkışıp kalmıştır. Her otoriter rejimin başı gibi Atatürk'te, “size dış basın “diktatör” diyor diyen birine, “ben diktatör olsam sen bu soruyu sorabilir misin?” diye cevaplıyor. Öyle ya, bir lider bunu söyleyeni hemen orada, paramparça ettirmiyorsa diktatör sayılabilir mi!.. Beni asıl ilgilendiren konu ise, faşizmin evrensel kuralları uygulandığında her devir ve her çağda aynı sonuçlara ulaşılıyor olmasıdır. Atatürk’ten sonra da Atatürk ve tek parti Türkiye’si kadar olmasa da Cumhuriyet dönemi iktidar parti liderleri ve cuntacılar yargıyı sopa gibi kullanmaya devam ettiler ve ülkemiz hiçbir dönem bir hukuk devleti olamadı. Tek başına iktidara gelen ve arkasında Amerika – İsrail desteğini alan bütün proje liderlerin evrensel faşizm ilkelerini tatbik ettiklerini ve aynı Atatürk’e tapınanlar olduğu gibi halkın bir kısmının bu proje liderlere de tapındıklarının görülmesidir. Kitabı bitirdiğinizde şöyle bir Atatürk ve Türkiye portresi çıkıyor karşınıza. Bir yargı sistemi, devletin kurumları vardır ama bunların tümü devletin ve milletin çıkarlarını değil, yalnızca o tek adamın isteği, arzusu, emirleri istikametinde karar veriyorlar. Ve aynı II. Abdülhamid, İttihatçılar ve günümüzde olduğu gibi ortada bir devlet yoktur, her şey tek adamın gölgesinde kaybolmuştur. “Kur-an, hadisler, peygamber, din, tanrı gökten indiği sanılan hurafelerdir” ama onun rakı sofralarında söylediği her sözü, her davranışı mübarektir, kutsaldır. İbadethanelere de gerek yoktur ama halk yoksulluktan, açlıktan kırılırken, kendisi sağken dünyanın en ünlü heykeltıraşlarına Atatürk’ün devasa heykellerini yaptırmak, ona yat almak çok önemlidir. Atatürk tarafından herkesin içinde sürekli azarlanan, aşağılanan İsmet Paşa bile bir gün dayanamaz ve ona: “Haberim olmadan sürekli bakanlar istifaya mecbur ediliyor. Verdiğim bilgilere güvenilmeyerek sözlerim başkalarından soruşturuluyor. Devlet işlerine ait bütün kararlar (rakı) sofrada alınıyor. Sorumsuzlar işe karışıyor.” Dediğinde Atatürk İnönü’yü Topal Osman, Ali Şükrü ve Fikrîye gibi hemen ortadan kaldırmaz ama derhal başbakanlıktan alır ve bir daha da onunla görüşmez. Atatürk’ü saygı duyulması gereken vatansever bir komutan olarak görmekle birlikte onu ilahlaştırmayan onun rakı sofrasının müdavimi olmayan veya olamayan Ali Şükrü, Topal Osman, Kazım Karabekir, Rauf Orbay gibi pek çok silah arkadaşı, Halide Edip Adıvar, Adnan Adıvar, Nazım Hikmet, Kemal Tahir, Ahmet Arif, Sabahattin Ali gibi aydın ve yazarlarımız maalesef İnönü kadar şanslı değillerdir ve gerçekten de paçavraya çevrileceklerdir. Evet. Onun etrafındakilerin hiç birisinin bir görüşü, fikri, düşüncesi olmaz. O her şeyin en iyisini, en doğrusunu bilirken, başkalarının düşünmesine, fikir beyan etmesine gerek olabilir mi! Atatürk bir meclis ve muhalefet partisi olsun istiyor ama bu meclis ve muhalefet partisi kayıtsız şartsız kendisine itaat etsin, hiçbir zaman da iktidara gelmesin, hatta alkışlanmasınlar. İyi Okumalar. TAPINMA ANLAMINA GELEN DAVRANIŞ VE SÖZLERDEN ALINTILAR “Atatürk Park Otel’de arkadaşlarıyla yemek yerken, birden elektrikler söndü. Birkaç dakika sonra yine geldi. Ortalık aydınlandığında görünen manzara şu idi: Atatürk’ün yanında bulunan Kılıç ali ve diğer kişiler, ellerinde çıplak tabancaları, Gazi’nin üzerine vücutlarını siper etmiş, bekliyorlardı.” (Sayfa 17) “Son Halife Abdülmecit Efendi ise o sırada mabeyin dairesi kütüphanesindeydi. İstanbul Valisi Haydar Bey ve heyetin diğer üyeleri girdi. Vali Bey meclisin kararını tebliğ etti ve birkaç saat sonra sınırdan çıkarılacaklarını bildirdi. Bu tebliğe fena halde sinirlenen Abdülmecit Efendi yandaki salona geçti, elinde birtakım gazeteler olduğu halde geri döndü. Gazeteleri göstererek. ‘Ben hain değilim. Ölsem de buradan gidemem’ gibi sözler söylemeye ve soğukkanlılığını kaybetmeye başlamıştı.” (Sayfa 227) “Birinci İstiklal Mahkemeleri 1920 Eylül’den 1922 Temmuza kadar çalışmış ve toplam 69.164 sanık yargılanmıştır. Bunlardan 11.744’ü için beraat kararı, 1.054’ü için idam, 243’ü için gıyaben idam cezası verildi, 2.696 sanık hakkında verilen idam cezası ise yerine getirilmedi.” (Sayfa 373) “Celal Bayar'ın samimi olarak söylediği gibi, Ondan (M. Kemal) söz etmek gerçekten büyük bir ibadet olacağı için, o büyük insanın bazı meziyetlerinden anlatmaya çalışacağım” (Sayfa 547) “Hitler’in o görüşme sırasında, ‘Bütün enerjimi Atatürk’ten alıyorum. Onun hayatı bizim feyizli ışığımızdır.’ diyerek Atatürk’ü övmesini asla unutmam.” (Sayfa 548) İyice sarhoş olduğu bir rakı sofrasında bir gün şöyle diyecektir. “Recep ben bir adamı yükseltirim. Fakat o hazmedemez, durumu takdir edemezse ve bilhassa kerameti kendinden bilirse bir gün kaldırır atarım. Ve benim attığım adam da paçavra olur.” (Sayfa 580) diyecektir. “Atatürk’ün bir devlet adamına dönerek ‘Sen benden korkmuyor musun? Geç karşıma’ demiş olması ilk bakışta alkolün etkisiyle söylenmiş herhangi bir sözden ibaret gibi görülmüştü. Oysa bizler biliyorduk ki, Atatürk’ün durup dururken böyle bir meydan okumasında elbette bir anlam ve hikmet vardı.” (Sayfa 593) “Serbest Fırka gösterileri sırasında Fethi Bey’in Balıkesir’e gittiği ve orada tekbirle karşılandığı haber alınmıştı. Balıkesirli bir kısım esnafın da fes stoku yapılması için İstanbul’a çektiği telgraf ele geçmişti. Atatürk kendisine telgraf gösterildiğinde adeta memnun olmuştu: “Demek ki henüz inkılabımız yerleşmemiş. Tam zamanında yaraya neşter vurmuşuz. Şimdi bundan (İzmir’deki suikast girişiminden) yararlanmalıyız.” (Sayfa 571) Atatürk birden bire gözünü açarak, sağ elini bana, sol elini Salih Bozok’a uzattı: ‘Hadi, ortalık soğudu, içeri girelim.’ O mübarek ellerinden tutarak kendisini şezlongdan kaldırdık ve hep birlikte içeri girdik.” (Sayfa 633) “Atatürk yeni yapıları incelemekten büyük zevk alırdı. Onun için yakın arkadaşları bile bir ev yaptırsalar planını önce Atatürk'e gösterir, emrini ve onayını alırlardı.” (Sayfa 625)
Atatürk'ün Sırdaşı Kılıç Ali'nin Anıları
Atatürk'ün Sırdaşı Kılıç Ali'nin AnılarıHulusi Turgut · Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları · 2018270 okunma
··
532 görüntüleme
Deniz okurunun profil resmi
Tarihe ilgi duyduğunuz aşikar yalnız taraflı bir yorum olmuş bence.Atatürk'ü kimsenin sevmesine gerek yok sadece onu doğru anlamamız gerekiyor.Onu ne ilahlaştırmalı ne de yermeliyiz.Örneğin istese çok partili hayata hiç bir deneme yaptırmayabilirdi.(Mevcut eleştirilere rağmen).Sadece bu bile eleştirilerinizi boşa çıkarıyor.Bizde demokrasinin hala emeklediğini , artçı depremlerin bitmediğini düşünürsek başardıklarının büyüklüğünü daha iyi anlayabiliriz diye düşünüyorum.Selamlar
Halil Korkmaz okurunun profil resmi
Deniz Bey: Biz o çok partili hayata hiç geçemedik zaten, başımızda hep faşist bir diktatör bulundu ve hukuk, adalet, işbirlikçi partiler, o faşistin ağzının içine baktı durdu ki sıra kendilerine gelsin, aynı yolda zulme devam etsinler. Sizin gibi düşünenlerin bu günkü gidişattan da bir şikayetiniz yoktur herhalde.
4 sonraki yanıtı göster
Halil Korkmaz okurunun profil resmi
Deniz Bey: Yeni bir beğeni sebebiyle özetle: "Atatürk zamanında, demokrasi ve hukuk devleti için şartlar müsait değildi" yorumunuzu tekrar okudum. “Tanzimat Fermanı” Sultan Abdülmecid zamanında, Sadrazam Mustafa Reşid Paşa tarafından hazırlanarak, 3 Kasım 1839’da Topkapı Sarayının Gülhane Bahçesinde okunup, ilan edildi. Anayasaya dayalı meşrutî bir idare kurmak isteyen ve bu yüzden Abdülaziz ile V. Murad’ı tahttan indiren Midhat Paşa ve arkadaşlarıyla anlaşan II. Abdülhamid, 1876'da tahta çıktı. 19 Mart 1877’de meclisi II. Abdülhamid açtı ama halkın henüz demokrasi ve hukuk devletine layık olmadığını düşünerek, 14 Şubat 1878’de, yani 11 ay sonra meclisi kapattı. Otuz yıllık kati bir diktatörlükten sonra, 24 Temmuz 1908'de II. Abdülhamid İkinci Meşrutiyet’i yeniden ilân etmek ve Meclis-i Meb‘ûsan’ı açmak zorunda kalıyor. Fakat bu defa da İngilizler Abdülhamid’le aynı kanaate varmış olmalılar ki, Meclis-i Meb‘ûsan’ı 11 Nisan1920 Tarihinde onlar kapatıyor. Birinci Meclis, 23 Nisan 1920'de Ankara'da toplanıyor lakin Atatürk’te II. Abdülhamid ve İngilizlerle aynı fikirde olmalı ki, 15 Nisan 1923'te Kurtuluş Savaşı’nı yapan ve cumhuriyeti kuran bu yüce meclisi dağıtıyor. Bildiğiniz gibi, ondan sonrası günümüze kadar, yani 97 yıldır devam eden, karanlık, kirli ve kanlı bir faşizm dönemidir. Günümüzde halkın kahir ekseriyeti ile iktidar sahipleri de, “etrafımızın düşmanlar ve tehlikelerle ile dolu olması sebebiyle” aynı II. Abdülhamid, İngilizler ve Atatürk gibi, tek adam rejiminden yanalar. Bizim Magna Carta’mız sayılan Tanzimat Fermanı’nın üzerinden 181 yıl geçmesine rağmen, biz hâla hukuk devletini hak etmiyorsak, sizce ne zaman hak edeceğiz?
Semih okurunun profil resmi
Tüm yetkiyi ve gücü bir kişiye verip te o kişinin diktatör, müstebit olmamasını ya da olmadığını ummak ne kadar mantıklı. Bir de o dönem de millet demokrasiye hazır değildi derler ki hiç anlayamam bu lafı neyse. Bu mantıkla bakınca bu millet hiç bir zaman demokrasiye hazır olamaz. İnceleme için teşekkürler, kılıç alinin anılarını bir ara ben de okumuştum.
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.