Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

Bir cinâyet filmi: “12 Eylül…” “Our boys have done it production presented…” 12 Eylül bir cinâyet filmidir… Bu filmde rol alan hemen hemen hiçbir karakterin, çekimler boyunca statüsünü bilmediği bir kadro tarafından çekilen ve ortasına kıpkırmızı kan lekelerinin düştüğü siyah beyaz bir cinâyet filmi… Yönetmeninden senaristine, finansöründen suflörüne, kostümcüsünden set âmirlerine kadar tüm muvazzaflarının“insanlık suçuyla” yargılanmasını gerektiren bir dönem filmi… Filmin çekilen son sahnesinde Kenan Evren isimli bir general, “ülkenin yönetimine el koyduklarını” açıklayan bir konuşma yapmaktadır. “Ülkedeki terörden ve kardeş kavgası”ndan bahisle siyâsetçileri tek sorumlu olarak millete ihbâr eder ve “Son iki yıllık süre içinde terör 5.241 can almış, 14.152 kişinin yaralanmasına veya sakat kalmasına sebep olmuştur. İstiklal Harbinde, Sakarya Savaşındaki şehit miktarı 5.713, yaralı miktarımız 18.480’ir. Bu basit mukayese dahi Türkiye’e hiçbir insanlık duygusuna değer vermeyen bir örtülü harbin uygulandığını açıkça ortaya koymaktadır” der. (Bu sözlerinin aslında bir itiraf olduğu birkaç yıl içinde ortaya çıkacaktır) Film biter, yazılar akmağa başlar. Ekranda akan son iki cümle şudur: -“Bu bir Kenan Evren ve müesses nizam filmidir” -“Our boys have done it prodüksüyon sundu…”.( 12 Eylül Darbesi sırasında dönemin ABD Merkezi Haberalma Ajansı CIATürkiye Masası İstasyon Şefi Paul Henze'nin ABD Başkanı’na ilettiği mesaj ) Filmde rol alan karakterler yıllar tekrar izlediklerinde okurlar bu iki yazıyı filmin sonunda. Bir istidrat hâliyle 12 Eylül’den sonra mâruz kaldıkları hayatın ortasına kıpkırmızı kan renginin düştüğü siyah beyaz karelere dönerler… Cezâevlerinin sembolü hâline gelen ve cezâevi kelimesinin müşterek öznesi olan Mamak Askerî Cezâevi, C5 işkenceleri, emniyet müdürlüklerindeki doksan günlük gözaltı süreleri, Filistin askıları, elektrik işkenceleri, sürekli dayak, falaka, hakâret, hepsinin ortak ismi olarak uygun görülen “lan” hitapları, karıştır barıştır uygulamaları, tek tip kıyafetler… Cezâevlerinin önünde aileler; anneler, babalar, kardeşler, eşler, çocuklar, beş dakikalık bir muvâsalat için kilometrelerce kat edilen yollar, kahırlı ama sessizce akıtılan gözyaşları ve yüreklerinde kor gibi yanan endişelerle geri dönüşler… 12 Eylülü’den yalnızca birkaç yıl sonra Kenan Evren’in okul arkadaşı dönemin Harp Akademileri Komutanı Bedrettin Demirel isimli bir general, bir röportajında niçin daha evvel duruma el koymadıkları sorusunu 12 Eylül’ün bütün cinâyetlerini ve hatta bütün kriminal sicilini üstlenen bir itirafnâme olarak şu cevabı verir: “Darbenin şartlarını olgunlaşmasını bekledik…”. Kenan Evren isimli general ve şürekâsı, darbenin şartlarının olgunlaşmasını beklerken, ülkede 5.241 vatandaş canını kaybetmiştir. Darbenin şartlarının olgunlaşmasının bedeli 5.241 vatan evlâdının hayatına mâl olmuştur. Kenan Evren isimli general ve şürekâsı darbenin şartlarının olgunlaşmasını, 5.241 vatandaşın ölümünü sabırla(!) izleyerek beklemişlerdir… Şartların olgunlaştığına inandıkları 12 Eylül 1980 günü sabaha karşı, dokuz arkadaşımızın da idam edileceği bir “cinâyet filmi olan 12 Eylül”ün son sahnelerinin çekimleri için “motor” demişlerdir, yönetmen koltuğunda “emâneten” Kenan Evren isimli bir general oturmaktadır.… ………….. Türk Basını bütün darbelerde olduğu gibi, darbe ve darbecilere hürmette kusur etmemiş, yerlere kadar eğilerek tâzîm ve temennâ ile “hoş geldiniz” başlıklarıyla karşılamıştır darbeyi ve darbecileri… Halk artık rahattır, huzur ve güvenliği teminât altındadır(!). Özgürlük ve onur yenilebilen, içilebilen, pratik faydaları olan bir şey değildir, yangında ilk kurtarılacaklar listesinde esâmisi okunmaz, halk için muteber bir şey değildir… …………. 12 Eylül’ün cinâyet ve işkence paletlerinin altında “78 nesli” ülkücü ve solcu gençlik paramparça olmuştur. Canları alınmıştır, hayatlarının en güzel yılları alınmıştır, umutları, ideâlleri alınmıştır ... Doksan günlük gözaltı sürelerinde işkenceyle alınan ifâdelerle 12 Eylül mahkemelerinin hâkim kadrosunda muvazzaf cellâtları uzun süren yargılamalarla mahkûmiyet kararları vermişler, idam kararları vermişler, maddî ve manevî işkenceleri görmezden gelmişler, hatta teşvik etmişlerdir… 12 Eylül cinâyetlerinin üzerine tüğ dikme işi yine 12 Eylül darbesinin 1 numarası Kenan Evren isimli generale düşmüştür;“Ne yâni, asmasaydık da beslese miydik!” sözüyle… ………. 12 Eylül isimli cinâyet filminin tüm karakterleri, “78 nesli”nin ülkücüleri 1987 yılında başlayan tahliyelerle yeni bir hayata başlamışlardı. Kendilerini unuttukları bir hayatın içinde buldular, istedikleri zaman uyanabilecekleri, istediği yere gidebilecekleri, kendilerine isimleriyle hitâb edilen bir hayatın içinde… 12 Eylül’ün darbeleriyle ezilen bir nesil şimdi bir yandan dehrin cefâsıyla yüz yüze kalıyorlar, diğer yandan ise “nerede kalmıştık?” sorusunun cevabı ve icapları ile meşgul olup icaplarını ifâ etmek gibi bir mesuliyetle karşı karşıyaydılar.. Derelerin altından çok sular akmıştı. “Bu iş artık bitti” diye düşünen önemli isimler Turgut Özal’ın patronajında politik hayatın risksiz dünyasında akçeli işlerin ve iktidarın hazzını tadıyorlar, mâzilerine “afili reddiyeler” düzüyorlardı… Bu satırların yazarının hafızası el’ân bu “afili reddiyeleri” ve o günlerin “zillet anektotlarını” en ince detaylarına kadar tüm tâzeliğiyle muhafaza etmektedir… Bir avuç idealist “nerede kalmıştık?” sorusunun cevabı ile mesâi sarf ederek kolları sıvamışlardı. Aradan geçen yedi sene ve 12 Eylül Darbesinin zihinlerde sebep olduğu kırılmalar, özellikle devlet telâkkîlerini bir “crush” testinden geçirmişti. Testin sonuçları hakkında pek de düşünülmedi aslında, konu üzerinde hiçbir şey yazılmadı, “hayatı ilimle ve felsefeyle” anlayan çocuklar değillerdi onlar, “hayat çelik bileklerle atılan zar” idi onlar için… Onlar, kadîm devlet anlayışının tornasından geçmiş, “devlet karşısında İsa gibi diğer yanağını uzatan” bir terbiye ile büyütülmüş, bin yıldır devletten yediği tokatların bin yıllık içtimâî şuur altlarında oluşturduğu ve fark edemedikleri/isimlendiremedikleri/tanımlayamadıkları travmalarını içlerine sindirmiş Anadolu insanının “delikanlı yüzleriydiler”. Bu delikanlı yüzlerini tebârüz ettirdiler hep… Oysa 12 Eylül’de devletin tokadı ağır kaçmıştı. “Devletin ahlâksız yüzü”yle tanıştılar. Gözlerinin önünde arkadaşları işkenceyle öldürülmüş, ama devlet intihar raporu tutmuştu ki, arkadaşları demek onlar için her şey demekti… Devletin kutsallığı üzerinde eleştiriler geliştirmeğe çalıştıkları o dönemin hemen başında, daha 1987 yılının Ekim ayında 29 Ekim resepsiyonuna dâvet edilen liderleri Alparslan Türkeş’in bu dâvete gitmemesi tabiatın icabı gibiydi onlar için. Gidemezdi. 12 Eylül darbesinin 1 numaralı sanığı olması lâzım gelen Kenan Evren isimli generalin sıfatı cumhurbaşkanı da olsa 12 Eylül paletlerinin altında paramparça edilen bir gençliğin lideri bu dâveti reddederdi, hatta bir red manifestosu ile reddederdi bu dâveti… Dokuz mensubunun idam kararını veren, işkencelerin müsebbîbi, yargısız infazların kâtili, delilsiz mahkûmiyetlerin mimarı bir darbecinin dâvetine tabii ki gitmeyecekti. Aksi mümkün değildi.. Ama öyle olmadı… Alparslan Türkeş o akşamki resepsiyon için smokinini gardrobundan çıkardı, kuru temizleyiciye yolladı ve resepsiyon saatini beklemeye başladı Libya Caddesi’nde, Genel Merkez Binasındaki odasında… Bu hususta kendisine câmianın kanaatleri iletildi, tepkinin oluşacağı söylendi. Sâkin sâkin dinledi bunları, yine sâkin fakat tok ve kararlı bir sesle, bir cümleyle cevapladı bütün bunları Alparslan Türkeş: “Tabii ki gideceğim, devlette küslük olmaz…” Ertesi günün gazetelerinde bir fotograf yayınlandı. Alparslan Türkeş resepsiyon salonunda bir berjer koltukta “tek başına” oturuyordu, yanına kimse gitmemişti, kimse cesaret edememişti buna, kimse bir fotograf karesinde beraber görünmek istememişti… Ne, “devlette küslük olmaz…” devlet telâkkîsi ve terbiyesi(!) ne nezâket gösterdiği ve TSK’dan bizzat tanıştığı subaylar ve ne de siyâsî hayatta karşısında el pençe dîvân duranlar bu telâkkî ve terbiyeyi anlamışlardı! Bir tek istisnâsı vardı gecenin, Alparslan Türkeş’in kendi sözleriyle, yalnızca Yaşar Okuyan yanına gelmiş ve “Nasılsınz beğefendi” diyebilmişti. Gecenin sonuna doğru karşılaştığı Kenan Evren isimli general ise, “Oo Beğefendi, cezâevi sizi yıpratmamış, gayet sağlıklı gördüm sizi” demişti kendisine, gülerek… Resepsiyon gecesini yalnız başına geçirmişti… Câmia için zillet olan bu durum, Alparslan Türkeş için sıradan bir geceydi. Şüphesiz içinde fırtınalar kopmuştu, dün huzuruna tenezzülen kabul ettiklerinin, o gece yanına gelemeyişlerine öfkelenmişti, bir kenara da yazmıştı şüphesiz o gecenin enstantanelerini. Lakin o vazifesini yapmış ve devletin dâvetine gitmişti, bütün tepkilere kulak tıkayarak. Bu açıdan bir hakkı da teslim etmek gerek, hayatı boyunca da istikrarlı oldu. Kendi dünyasından hiç tâviz vermedi… Kendi inandıklarını yaptı. Yalpalamadı. Petrosyan’la Paris’te “gizlice ama devletin bilgisi dâhilinde” görüşmesi gerektiğinde gitti ve görüştü. “Câmia ne der” diye bir kaygıyı asla taşımadı. Hatta o kadar kaygısızdı ki bu hususlarda ve kendisine o kadar inanıyor ve güveniyordu ki, 1993 yılı temmuzunda Mehmet Ali Birand’a, 32. Gün proğramında, gâyet rahatlıkla ve soğukkanlılıkla; “ABD’de Pentagon’da iki yıl anti-Marksist eğitim aldım” dedi… (…………………………………………………………………………………………………………..) Ülkücü Hareket otuz yıl boyunca 12 Eylül ile hesaplaşmayı hiç düşünmedi kurumsal olarak. “Kadîm hükmetme gelenekleri” ve “müesses nizam fikri” icâbı yine “kırılan kol yen içinde kaldı” … 12 Eylül döneminin bâzı generalleri “ülkücü” partilerde üst düzey görevler aldılar yıllar boyunca. Bir takım naif, arabesk, kötü numuneler hâricinde Mamak bile yazılamadı. Akademi dünyasının “ülkücü” müntesipleri bu alana hiç ilgi göstermediler… “Ülkücü” hukukçular binlerle ifâde edilen sayılara ulaştı ama (“müphem ve muallak” zaman aşımı maddesine sığınırlar mı bugün bilemem ama) bugüne kadar 12 Eylül darbesi ve darbecileri aleyhinde bir tek dâvâ açılmadı. Bir İspanyol avukat Pinochet’yi “insanlık suçundan” Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinde mahkûm ettirdi ama otuz yılda bir ülkücü hukukçu çıkmadı dâvâ açacak!... …… Şimdi bir referandum tartışmasının içinde “evet” ve “hayır” arasında savruluyor “ülkücüler”. Önemli isimler “evet”veya “hayır” tercihlerini beyân ediyorlar, kendilerine göre bir takım gerekçelerle… “Ülkücü” iki partiden MHP yine Başbakanın ekmeğine yağ sürüyor, gerilimi tırmandırıyor, bağırıp çağırıyor, gürültü yapıyor, bir yandan bünyesindeki ülkücüleri tasfiye ediyor, diğer yandan referandumla ilgili, “ismin ne demiş, Mülâyim, sert olsan ne yazar” kabadayılığı yapıyor… Bendeniz için artık hakkında yazı yazmak bir tenezzül meselesi hâline gelmeğe başlayan “mevcut BBP” ise, iktidâra minik bir payanda olabilmek için, hatta payanda bile değil bir “eli böğründe” olabilmek için zavallıca çırpınıyor. Bendenize ait olmayan aktüel bir ifâde ile, “Gökten düşecek elmaların” yolunu gözlüyorlar, “acaba benim kafama düşer mi?” diye.. Başbakanın çok güçlü bir lider olduğunu söylüyorlar; vâ-esefâ… “Mevcut BBP” ancak“mükellefiyetler bahsi”nde değerlendirilebilir artık, bundan gayrısı abestir… Hemen hemen her meselede olduğu gibi “ülkücüler” homojen değiller. Birlikte tepki veremiyorlar. Fikir birliktelikleri yok. Alabildiğine çatışıyorlar… Televizyon ekranları yeni-eski “ülkücü”leri ağırlıyorlar… Kimisi “evet” diye bağırıyor, kimisi“hayır” diye… Herkesin gerekçesi kendine… -12 Eylül katillerinin cezâevinde öldürdüğü Hüseyin Kurumahmutoğlu’nın kardeşi Hasan Kurumahmutoğlu; “Asılsaydı, kurşuna dizilseydi belki o kadar etkilenmezdik. Ama işkence sonucu ölmesi bize büyük acı yaşattı. Bizler 12 Eylül’ün zayi olmuş gençliğiyiz. Ağabeyimi göz göre göre öldürdüler. Yıllardır sandığa gitmem. Ancak bu sefer gidip ‘beyaz oy’ atacağım. 12 Eylül’de 12 Eylül’ü asacağız” dedi... -Ülkücü şehit Mustafa Pehlivanoğlu'nun babası Necmi Pehlivanoğlu, kendisine ulaşan gazetecilere, "Biz MHP'liyiz. 12 Eylül'de oyumuz ‘Hayır' olacak" dedi. Peki niçin fikir birliktelikleri yok “ülkücülerin?”. Aynı vatana sevdâlı, müşterek bir mâzinin yol arkadaşları, 12 Eylül’ün altında ezilen dâvâ arkadaşları, hatta cezâêvinde dipçiklerle öldürülmüş Hüseyin Kurumahmutoğlu’nun kardeşi ile idam edilmiş Mustafa Pehlivanoğlu’nun babası niçin aynı şeyleri hissetmiyorlar, aynı okumaları yapamıyorlar referandumla ilgili? Bunu üzerinde durmak, düşünmek isteyen olacağını sanmıyorum… ………. Ortasına kan kırmızısının düştüğü siyah-beyaz bir cinâyet filmi olan 12 Eylül’le ilgili kendi içimizde bir değerlendirme yapmadan, kendimizle esaslı bir şekilde yüzleşmeden, kendi iç muhasebelerimizin kayıtlarını tutmadan referandumun etrafındaki fırtına çok anlamsızdır. “Evet” de “hayır” da alabildiğine anlamsızdır. “12 Eylül’le bir hesaplaşma” zemini değildir bu referandum ülkücüler için. 12 Eylül’le hesaplaşacak olan ülkücüler bunun bir yolunu bulacak birikime"potansiyel olarak" sâhiptirler. Binlerle ifâde edilecek sayıda hukukçuları vardır. Yüzlerce, binlerce dâva açabilirler. Darbecilerin “insanlık suçuyla” yargılanmasını sağlayabiliriler. Mamak Askerî Cezâevi Komutanı Raci Tetik için açılacak ilk dâvâyı açacak olan avukat olmayı hangi “ülkücü avukat” istemez?!! Roosevelt, “Ah şu anayasayı anayasa mahkemesinden kurtarabilsek” diyor. Türkiye’de demokrasinin stop noktası ve bariyeri vazifesini gören Anayasa mahkemesini tamamen ortadan kaldıracak, demokrasinin ve parlamentonun üzerinde bir “supremum” azınlık olarak demoklesin kılıcı gibi sallanmasına son verecek, 27 Mayıs’ın gayrı meşrû çocuğu olan Anayasayı tamamen değiştirecek bir radikal demokratik değişiklik ancak Türkiye için bir sıçrama tahtası olabilecektir. Mevcut referandumun bahse konu bu değişikliği sağlayacağını ya da bu değişikliğin ilk adımı olacağını düşünenlerin argümanları zayıftır. Bütün bunlara rağmen, son söz olarak “kırk katır mı kırk satır mı” tercihine zorlandığımız, 12 Eylül öncesi ve sonrası hâtıralarının hücumuyla vicdânen bile bile lâdes demeye zorlandığımız bir konjonktürü yaşıyoruz…. Hâtıralarımızın sesini dinlemenin ya da reelpolitiğin şüpheleriyle tercih yapmanın arasındayız…. Hülasa; “Biz Ülkücüler romantik çocuklarızdır”…
Adnan İslamoğulları
Adnan İslamoğulları
·
247 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.