Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol

Gönderi

Sanatçı bağımsızlığı idealinden doğup da kökleri daha derin­lerde olan bir diğer stereotip çifti de ıstırap çeken ve asi ikilisidir. Aslında bunlar, genellikle "Sanatçının yabancılaşması" olarak dramatize edilen aynı fenomenin edilgen ve saldırgan yüzleridir (Shroder 1961, 38). Romantikler genellikle sanatçının ret ve ıstı­raplarını "dehanın laneti"yle ilintilendiren tiplerdi. Balzac sür­günde ve Milton da sefalet içinde Cervantes ve Dante'yi okurlarken Nicolas Poussin bunu bile yapmıyordu; hepsi de "ölümlü ne varsa üzerinden atmış ... Çarmıhtaki İsa gibiydi" (Honour 1979, 268). Ve Baudelaire "ilmihal Tanrımızı nasıl anlatıyorsa'' bizim de Poe'yu öyle görmemiz gerektiğini öne sürüyordu: 'Hepimizin ye­rine acı çekti"(1968, 147). Aynen Hıristiyan azizleri gibi sanatçı­lar da ıstıraplarına, seçilmişliklerinin alameti olarak sarılacaklardı. İçlerinden bazıları acılarından büyük zevk duyuyor gibiydi. Öte­kiler ise reddetmeyi meydan okuma ve kahramanlığın uyarıcısı olarak görüyordu. Prometeci tepkiyi en iyi ifade eden isim ressam Theodore Gericaultöu: "Dehanın karşı konulmaz çıkışını bastı­ran her şey dehayı tahrik eder ve onu her yeri fethetme, her şeye hakim olma, başyapıtlar yaratma ateşiyle doldurur. Nitekim ulus­larının övüncü olan kişiler böyle insanlardır. Dışsal koşullar, sefa­let ya da zulüm onların çıkışlarına mani olamaz. Onlar eninde sonunda mutlaka patlayacak olan bir volkanın ateşiyle doludur"(Eitner 1970, 101}.Yüzyılın sonuna doğru Paul Gauguin sanatçı­ nın bu yüceltilmiş imgesinin kimi çelişkilerini yakalıyordu; bubağlamda en çarpıcı resmi, her ne kadar içinde ironi de olsa, hem aziz hem de Şeytan olarak göründüğü kendi portresiydi (şekil 56). Çoğu sanatçının hayatı Gauguin'inkinden çok daha yavandı. Britanya Parlamentosu'ndaki Özel Komitenin sanatçılar birliği hakkındaki şikayeti şu gerçeği yansıtıyor: Erken Viktorya dönemi Britanya ressamlarının çoğu, aynen XVII. yüzyıl Hollandası'nda­ki janr ressamları gibi piyasa için üretim yaparak ticari başarı pe­şinde koşuyorlardı. Çoğu sanatçı, yazar ve besteci sıradan hayatlar sürerek toplumsal onay arıyordu.1860'lı yıllara gelindiğinde, ge­rek Britanyalı gerekse de Fransız ressamların gelir ve statüleri, mesleğin toplumdaki yerini mütevazı da olsa yükseltecek kadar yileşmişti. Bir Sir Walter Scott'a ya da bir Victor Hugo'ya servet ve şöhret getirebilecek seviyelere gelen edebiyat piyasasındaki hızlı gelişme sayesinde yazarların ekonomik ve toplumsal statüleriyse daha dramatik şekilde yükseliyordu. Bununla birlikte, yanlış anla­şılmış ve reddedilmiş deha imgesi ise her an gerekebilir düşünce­siyle bir kenarda bekletiliyordu; bu imge bir Whistler ya da bir Wilde tarafından özenle işlenebilirdi, zaten o günden bu yana temcit pilavı gibi ısıtılıp ısıtılıp piyasaya sürüldü. Bu renkli imge ve duruşlardan başka, kısmen eski zanaatçı/sa­natçı idealine dayanan bir başka gelenek daha vardı: Her şeyini eserinin mükemmeliyeti için feda ederek bir başyapıt yaratmak isteyen, kendini adamış bir zanaatçı olarak sanatçı. Flaubert'in noktasına virgülüne varıncaya dek eserlerini defalarca gözden ge­çirmesi bunun en güzel örneklerindendir. Ancak sıkı çalışma ar­zusu Edmond ve Jules de Goncourt ya da Emile Zola gibi çoğu XIX. yüzyıl gerçekçisinin ortak temasıydı ve James Joyce ya da Thomas Mann gibi erken modernistlerle birlikte birçok sembolist ve estetist tarafından da benimseniyordu. Her ne kadar zanaatçı­lık üstün değerler olarak görülen hayal gücü ve yaratıcılığın dai­ma gölgesinde kalsa da çıplak gayret pratiği -bohemya da züppe imgelerinin kayıtsızlığının karşısında- meslek olarak sanatçılığın alametlerinden biri sayılıyordu; ama tabii kendini adamış zanaat­ çılık dünyevi bir aziz ve şehit sendromuyla gayet güzel birleşebili­ yordu. Goncourt'lar 1867 tarihli Günlük'lerinde bunu çok iyi özetliyorlar: "Sanatçı sadece sanatı için yaşayan insandır" ( Goule­mat ve Üster 1992, 149).
··
19 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.