Dünyanın dört bir yanındaki esirler gibi, Eşref de Malta’daki
esaret günlerinde bir hayli kalem oynatmıştı. O dönemden
geriye kalan hatıralarının birçok kısmı oldukça uzun, detaylı
ve zaman zaman neredeyse konudan konuya atlanan hikâyeler
barındırıyordu. Bunlarda belirtilen faaliyetler ve yazıldıkları
biçim, zamanının bol olduğunu göstermekteydi. Dolayısıyla
hatıralarının bu kısımları, Eşref ’in önceki, özellikle de cephedeyken
kullandığı kısa, telgrafımsı tarzla doğrudan bir tezat
hâlindedir. Birkaç istisna dışında bu hikâyeler Eşref ’i olumlu
bir yüzle sunar. Bunları yazarken kendi statüsü, gücü, belagati
veya bilgeliğine ilişkin kaygısı yine baskındı.
Hikâyelerden biri kendisinin fiziksel gücüyle ilgilidir. Eşref,
sağlığı düzeldikçe kendisini spora vermişti. Kavgacı kişiliğine
uygun düşecek eğlencelerden biri de bokstu. Gücünü geri kazanmasıyla
birlikte kendini idmanlara verdi. Günün birinde,
esir arkadaşlarından Eczacı Kâzım onu ziyarete geldi. Kâzım
Kahire’de yıllar boyunca mesleğini yapmış, fakat savaş patlayınca,
bir İttihatçı ve Osmanlı ajanı olarak görüldüğünden Malta’ya
gönderilmişti. Kâzım geldiği vakit Eşref antrenman yapıyordu.
Eşref ’in boks eldivenleri ilgisini çekti. Kabarık eldivenlerin puf
böreği gibi olduğunu düşünmüştü. Öylesine şişkindiler ki güçlü
bir darbe vuramazlardı. Eşref yanıldığını, eldivenlerin güçlü bir
darbe vurmaya engel olmadığını söyledi. Bunun üzerine Kâzım
Eşref ’ten kendisine yumruk atmasını istedi. Eşref, canının yanacağını
söyleyerek önce bunu reddetti. Nihayetinde, vurabileceği
en yumuşak darbeyi indirdi. Kâzım, daha sert ve daha hızlı
vurmasını istedi. Eşref bunu da yerine getirdi. Sonunda, Kâzım
vurabileceği en sert darbeyi indirmesini istedi. Eşref bu kez
Kâzım’ın omzunun etli kısmına bütün gücüyle vurdu. Zavallı
adam, darbenin etkisiyle, kolunu tutup tökezleyerek yatağa devrildi.
Eşref derhal yanına koştu. Bir yerinin kırılıp kırılmadığını
merak ediyorlardı. Alman tutsaklar koşarak gelip ambulans isteyip
istemediklerini sordu. Kâzım başını hayır anlamında salladı.
Alman bir eczacı Kâzım’ın kolunu inceleyip kırık olmadığını teyit
etti. Kâzım her şeyin kendi suçu olduğunu açıkladı ve puf böreği
gibi olmasını beklerken balyoz gibi bir darbe yediğini söyledi.
Bu olaydan unutulmaz bir hatıra olarak bahseden Eşref, attığı
yumruğun kuvvetinden şüphesiz gurur duyuyordu ve hadisenin
kalıcı bir zarar bırakmadan sonlanmasından dolayı rahatlamıştı.
Lakin kamp yaşantısının bütün yönleri bu kadar şen şakrak
değildi. Zaman zaman tutsaklar arasında gerçek kavgalar da
baş gösteriyordu. Eşref, cinayetle sona eren ürpertici bir kavga
aktarmıştır. Dediğine göre bu hadise bütün Osmanlı esirlerine
utanç vermişti.
Bir başka hadise ise Osmanlı İmparatorluğu’ndaki etnik gerilimlerin
bir tezahürü olmuştu. Söz konusu hadise Eşref ’in
adadaki ilk zamanlarında meydana geldi. Eşref, Yanko isimli
Alaşehirli bir Rum ile kaynaşıp arkadaş olmuştu. Yanko kalp
kriziyle aniden hayatını kaybedince, Eşref onun cenaze işlerine
yardımcı oldu. Bedeninin tahnit edilmesiyle ilgilendi, tabut için
gereken ödemeyi yaptı ve Müslüman esirlerden oluşan yaklaşık
on kişilik bir grubun başında cenazeye iştirak etti. Cenazeye, yaklaşık
otuz kişilik bir gruptan oluşan Rum tutuklular ve Malta’daki
yerel Rum cemaatinin üyeleri de katılmıştı. Papaz, Malta’daki
Rum cemaatine mensuptu. Eşref Rumlar arasında, Osmanlı
hükûmetine bağlı olanlar ile Venizelosçu milliyetçi cepheye
meyilli ve dolayısıyla İngiliz yanlısı olanları ayıran gerginlikler
olduğundan bahsetmiştir. İngilizler cenazeye katılmalarına izin
verilen mahkûmların yerel Rum nüfusla irtibat kurmaması için
katı emirler vermişti, bu kısıtlama ise papazı öfkelendirmişti.
Cenaze sırasında dualar okunurken bazı Rum tutuklular
kıkırdamaya ve derken gülmeye başladılar. Eşref şaşırıp kalmıştı.
Yanında duran Giritli adama dönüp neyin bu kadar komik
olduğunu sordu. Adam bilseydi kendisinin de güleceğini, fakat
vaziyetin, papazın ilahi söylerken kullandığı liturjik Rumcaya
bazı tutukluların ayak uyduramamış olmasından kaynaklanabileceğini
söyledi. Az sonra Eşref de ne olup bittiğini anlayarak
kıkırdamaya başlamıştı. İzmir’de geçirdiği zaman zarfında, tutukluların
ilahiyi papazla iletişime geçmek için kullandıklarını
anlayabilecek kadar Rumca öğrenmişti. Rum esirler, ilahinin
tekdüze ritminde sözleri, “Biizzziiiiii çadırrrrlaraaaaaaa tıktıııılaaaaarr,”
diye değiştirip, papazdan kendileri adına Osmanlı
hükûmetiyle iletişime geçmesini istiyorlardı. Papaz tütsünün
dumanlarını yas sahiplerine doğru götürmek için buhurdanlığını
sallarken, ilahiyi “Tanrıııı’nıııın izniyleeeeeeee, meraaaaak
etmeeeeeyinnnnnnn,” şeklinde söyleyerek, onlara nazikçe yanıt
verdi. Böylelikle onlara ilk fırsatta hükûmete yazacağını işaret
etmişti. Kıkırdamalar devam ettiyse de cenaze sahipleri mezarlıktan
gözlerinde yaşlarla ayrıldılar.
Eşref ertesi gün kamp komutanının makamına çağrıldı, kendisine
cenazede ne olduğu soruldu. Cenazede bulunanlardan
birisi ilahi aracılığıyla kurulan diyaloğu ihbar etmiş ve komutan
Eşref ’ten, tarafsız bir gözlemci olarak orada neyin vuku bulduğuna
ilişkin fikrini sormak istemişti. İlginçtir ki Eşref komutana
pek az şey aktardı. Rumca bilmediğini, fakat Rum tutuklulardan
birinin papaza ilahisinde eşlik edemediği için diğerlerinin
güldüğünü sandığını söyledi. Eşref bir hafta sonra İngilizlerin
papazı adadan kovduklarını öğrenecekti. Buradaki Rumların
bazı dindaşlarını İzmir çevresinden çıkarmakta oynadığı rol
göz önüne alındığında Eşref, Malta’da tutuklu olan Rumlarla
şaşırtıcı bir şekilde yakın münasebetler sürdürmüştür. Bu belki
de kendini savaşta onlarla aynı tarafta hissetmesinden ötürüydü.
Lakin Eşref, iki Müslüman ve bir Ermeni tutuklunun dâhil
olduğu bir başka hadise için aynı şey söylenemez. Bu hadise dört
kişinin tamamının askerî mahkemeye çıkarılmasıyla sonuçlanmıştı.
Eşref ’in anlattığına göre olay şu şekilde gerçekleşmişti. Bir
şekilde Malta’ya getirilmiş olan söz konusu Ermeni, diğer esir
kamplarından ayrı tutulan ve onları ziyaret etmesi yasaklanmış bir
gruba mensuptu. Eşref bir gün yürürken yolda bu tutuklulardan
oluşan bir grubun dikildiğini gördü. İçlerinden biri –sonradan,
bu kişinin Ermeni olduğu ortaya çıkacaktı– Eşref ’i görünce
Osmanlı sultanına ve İslam’a sövmeye başladı. Eşref adamın
deli olduğunu varsayıp durdu. Birine “Sarı” Mustafa ve diğerine
“Deli” Hasan denilen yakınlardaki iki Müslüman Osmanlı
subayına adamın kim olduğunu sordu. İki Türk subayı Eşref ’e
adamın hep böyle davrandığını söylediler. Çadırının üstüne
sultana küfürler yazdığını (İngilizler bunları silmişti) ve sürekli
bağırdığını belirttiler. Adam sövmeye devam etti ve Eşref öfkeli
bir şekilde adama ne dediğini sordu.
Bu noktada işler şiddete dönüşecekti. İki Müslüman subay
Eşref ’e “Ne yapalım?” diye sordular. Eşref bunu, “Vurun alçağa,”
diyerek yanıtladı. Daha sonra askerî mahkeme bu sözlerin
üzerine, özellikle de Türkçede geniş bir anlam taşıyan “vurmak”
kelimesine odaklanacaktı. Eşref ’in emrini kendilerince
yorumlayan adamlar, bıçaklarını çekip Ermeni’yi bıçaklamaya
başladılar. “Durun” komutlarına aldırış etmeyip adama epey
bir zarar verdiler. Müteakip soruşturma sürecinde bir İngiliz gardiyan tanıklık
etti. Eşref ’in durduğunu ve bıçaklarını çekip Ermeni’ye saldıran
iki Türk subayıyla hiddetli bir şekilde konuştuğunu uzaktan
görmüştü. Hastaneye kaldırılan Ermeni ancak yirmi gün sonra
geri gelebildi. Olay askerî mahkemeye intikal etti, Eşref ile iki
saldırgana dava açıldı. Mahkeme günü geldi ve üçlü, bir İngiliz
generali olan askerî hâkimin karşısına çıkarıldı. Eşref diğer iki
adamdan ayrı oturdu ve suçu bizzat işlediği için değil, suç ortağı
olduğu için yargılandığını söyleyerek avukat hakkını reddetti.
Bir avukata ihtiyacı olmadığını ve soruları kendi başına yanıtlayacağını
söyledi. Diğer iki suçlu ise Eşref ’in kendilerinin
vekili olabileceğini söylediler. Bu noktada Eşref, Ermeni müşteki
getirilmeden önce, “bu bir nebze deli” mağdurun provokatif
davranmaya meyilli olması nedeniyle hâkimden dikkatli olmasını
istedi. Kendisinin ve diğerlerinin öfkeli olmasından dolayı,
kontrolünü yitirip mahkeme önünde saygısızca davranacağı
şekilde provoke edilmek istemediğini hâkime iletti. Hâkim herkese
saygı gösterilmesini emretti. (Eşref hatıratında, kendisini
durumun tamamını, hatta hâkimi bile yönetir vaziyette tasvir
etmektedir.) Kısa bir süre sonra duruşma başladı. Ermeni müşteki
salona getirildi, mahkeme heyetini selamladı ve ardından
Eşref ’e dönüp, kelimenin tam anlamıyla ona selamını sundu.
Eşref buna, “Sana da selam evladım,” diyerek yanıt verdi. Hâkim
derhal tercümana Eşref ’in ne dediğini sordu ve aldığı yanıtları
not tuttu. Sorguya geçildi. Oldukça uzun ve sıkıcı bir nutkun
ardından Eşref, hâkime Hindistan’dan veyahut başka bir yerden
bir asker onun kralına ve dinine hakaret etseydi ve hatta “yazılı
hücumlar” gerçekleştirseydi (Eşref burada Ermeni’nin çadırına
yazdığı sloganlardan bahsediyordu) nasıl hissedeceğini sordu. “Bu
sizi çılgına çevirmez miydi? Ve bilhassa harp yıllarının acısı ve
mahvolmuş sinirleriyle böyle bir tahrik karşısında sükûnetinizi
yitirmez miydiniz? Ben vaziyeti inkâr etmiyorum,” diye devam
etti. “Ben hakikati konuşuyorum. Ona ‘Vurun,’ dediğim zaman
kesinlikle bıçaklanmasını kastetmemiştim.” Eşref bu aşamada,
Türkçede “vurun” kelimesine yüklenebilecek anlamların tamamını
açıkladı. Bu yumruk atmak, sopayla, hançerle, mermiyle, kılıçla
ya da hatta bir top mühimmatıyla vurmak anlamına gelebilirdi.
Mahkemenin vereceği hükmü, ağır da olsa hafif de; günlerce,
haftalarca veya aylarca hapis tutulacak olsa da olmasa da, kabul
etmeye hazırdı. Fakat salıverileceği gün benzer bir şekilde tahrik
edilecek olsa yine aynısını yapardı. Aksinin korkakça olacağını
yüksek sesle söyleyip, meydan okuyan bir şekilde yumruğunu
mahkeme salonunun masasına vurdu. Masa sarsıldı. Hâkimin
mürekkep hokkasını dökülmesin diye sakin bir şekilde tutmaya
davrandığını gören Eşref, mahkeme adabının sınırlarını aştığını
fark etti. Ardından kuzey ve güney iklimlerinde yaşayanlar arasındaki
mizaç farklılıkları hakkında bir söyleve başlayıp, “buz
gibi” İngilizler ile “volkan gibi” Akdenizliler arasındaki yaradılış
farklılığını karşılaştırdı. İlginç bir şekilde, hadiseye ilişkin kendi
anlatımını kaydettiği not defterine, kolunun masadan sarktığı bir
eskizi de eklemiş, hatta mahkeme masasının ölçülerini belirtmiş
ve oturma düzenini göstermiştir.
Sonunda konuşma sırası Ermeni’ye geldi. Anne babasının
savaş sırasında “bu Türklerin” elinde can verdiğinden söz edip,
Zeytun’da 40-50 bin Ermeni’nin öldürülmüş olduğunu söyledi.
İngilizlerin kendisini Malta’ya getirdiğinden bahsederek, “Başka
ne yapmam gerekiyordu?” diye sordu. “Elbette intikamımı
söverek alacaktım.”
Adı hiçbir zaman zikredilmemiş olan Ermeni, bu Türklerin
anne ve babasını öldürmüş olduğu yönündeki suçlamasını tekrar
etti. Hâkim durumu netleştirmek istedi: Anne ve babasını
mahkeme salonunda oturan bu adamlar mı öldürmüştü? Ermeni
buna, “Onunla bunun arasında fark var mı? Onları Türkler öldürdü,
Türkler. Bu, onları öldürenlerin bunlar olduğu anlamına
geliyor,” şeklinde yanıt verdi. Eşref kendini tutamadı. Kendisine
söz hakkı verilmeden, bunun saçmalık olduğunu, bu adamın
ya ne dediğini bilmediğini ya da deli olduğunu söyledi. Hâkim
sırası gelmeden konuştuğu için kızıp sabırlı olmasını söyledi.
Hâkim müştekiye, Eşref gibi Malta’daki bir Osmanlı subayının
nasıl olup da onu böylesine saygılı bir şekilde selamladığını, kendisine
“evladım” dediğini sordu. Hâkim yargılamayı sonlandırıp
Eşref ’ten dışarı çıkmasını istedi.
Mahkeme kısa zamanda kararını verdi; Eşref ’in sözlerinin
talihsiz hadiseyi tetiklediği kanaatindeydi. Fakat Eşref ’in kıdemli
mevkiini ve centilmence davranışını göz önüne alıp, cezasını iki
aylık kışla hapsine düşürmüşlerdi (lakin yine de denizde yıkanmaya
devam edilebilecekti). Ayrıca bu süre zarfında mektuplaşması
yasaklanmıştı. Failler Mustafa ve Hasan’a ise on dört gün
boyunca askerî hapishanede tutulma cezası verildi. Ermeni’ye
gelince, Fransız cephesindeki İngiliz kuvvetlerine mensup ücretli
bir birime nakledilecekti.
Tahmin edebileceğimiz üzere Eşref, posta üzerinden dış
dünyayla gerçekleşen iletişiminin kesilmesine itiraz etti. Bunun
masum ailesini mağdur edeceğini söyledi. Neden, diye sordu,
ailesi neden cezalandırılmalıydı? Hâkim, iki ay boyunca kendisine
ulaşamayacaklarını ailesine haber verebileceğini belirtti. Eşref
itiraz etti. Malta’da zaten esir tutulurken ailesine bu çifte hapis
hâlini nasıl açıklayabileceğini sordu. Gerekirse altı ay boyunca
kışlaya kapatılmasını, fakat ailesiyle iletişiminin kesilmemesini
istedi. Eşref itirazını yazılı olarak bildirdi ve evraklar Lord
Methuen’e kadar ulaştı. Sonunda suçun tamamından beraat
etti. Faillerin cezası da bir haftaya düşürüldü. Eşref, “kuzeyliler”
ve “güneyliler” arasındaki mizaç farkını açıklamak için, yumruğunu
masaya vurmasını can alıcı bir ibret olarak sunmuştu. Bu
açıklama, en azından onun gözünde, adaletin sağlanması için
hayati önemdeydi.
Eşref ’in Malta’daki esir kampında üstlendiği rolün bir başka
şaibeli tarafı daha olabilir. Kendisi, Osmanlı Hilal-i Ahmer Cemiyeti
tarafından Osmanlı esirlerine gönderilen bir miktar parayı
zimmetine geçirmekle itham edildi. Bu iddia bazı mahkûmlarca
dile getirilmiş ve İsviçre Büyükelçiliği tarafından Osmanlı Hariciye
Nezareti’ne iletilmişti. (ABD’nin Birinci Dünya Savaşı’na
girmesiyle birlikte düşman ülkeler arasında diplomatik temas
sağlama işlerini İsviçre devralmıştı.) Bu suçlamaya, suçlamada
bulunanların kimliklerine ve daha önemlisi, suçlamanın herhangi
bir hakikat barındırıp barındırmadığına dair elimizde başka bir
detay bulunmuyor. Fakat bu hadise, Eşref ’in Osmanlı savaş
esirlerinin bayraktarı olarak oynadığı rolün bazı huzursuzluklara
yol açmış olabileceğine işaret etmektedir. Adaya daha yeni gelmiş
bir kimse olarak, güçlü kişiliğinin Osmanlı esirleri arasında gerginliklere
yol açmış olması mümkündür. Ancak hâl böyleyse de,
Osmanlı esirlerini Marsa’daki Müslüman mezarlığında gösteren
fotoğraflarda bu sorunlar belli olmamaktadır. Eşref, eski Osmanlı
mezarlığının tamir edilmesinden ve Birinci Dünya Savaşı sırasında
esaret altındayken hayatını kaybeden Osmanlı askerleri için
bir abide dikilmesinden sorumluydu. Günümüzde söz konusu
alandaki bir levha Eşref ’ten “Malta’daki Müslüman savaşçıların
komutanı” ve toprağa düşen Osmanlılardan ise şehidler olarak söz
etmektedir. İstikbalde Eşref ’in kızları adaya gelecek ve abideyi ziyaret edeceklerdir. Eşref bu abidenin fotoğraflarını hayatının
sonuna kadar evrakı arasında muhafaza etmiştir.