Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

TARİHİN BARISMAZ DÜSMANLARI
Komünizm, artık bütün dünya ve bilhassa bizim için iktisâdi bir fikir veya toplumsal bir düzen olmaktan çıkmıstır. Komünizm bugün, yalnız moskofçuluk demektir. (O tarihlerde (1950) henüz maoculuk vs. yoktu) Fransız ve İtalyan komünist partileri seflerinden Filiğin komünist liderine kadar hepsinin, kendi vatanları aleyhinde en utanmaz ve iğrenç bir dille söyledikleri “Kızılordu memleketimize girerse onunla birlesiriz” sözü, komünistin bir fikir veya parti adamı değil, Moskova ajanı, Rus casusu ve moskofçu olduğunu ispata yeter. Tarihin hiçbir çağında insan rûhunun bu kadar sefillestiği ve bu kadar çok vatan hâininin çıktığı görülmemistir. Komünizm, rûh ve seciye bakımından soysuzlasmıs binlerce casusu bulunan bir Moskof emperyalizmidir. Hırslarına sınır bulunmayan, Akdeniz’e, Atlas’a, Hint Okyanusu’na çıkmak isteyen, bütün dünyayı elde etmek hülyâsı ardından kosan kaba ve Moskof’a yakısan bir emperyalizm... Bütün bu doymak bilmez hırsın dayanağı da dünyaya toplumsal adâlet götürmek efsânesi... Geri ve kaba Islav’ın en asağılık kolu olan Moskof, dünyaya medeniyet ve adâlet götürecek!.. Yıllardan beri açlar ve mahpusların yeri olan Moskofistan, dünyaya önderlik edecek ve insanlığı edebî mutluluğa kavusturacak!... Bu muhtesem fantaziye gafletle inananlar olduğu gibi, gizli maksatla herkesi inandırmak isteyenler de çıkıyor. Moskof’un dostluğuna inanlarla, Kurtulus Savası basında bize karsı, kendi çıkarı icabı gösterdiği dostluğu(!) basımıza kakanlardan daima süphe edeceğiz. Yıllarca devam eden bir tarihin en açık ve su götürmez gerçeklerine göz yumarak Kurtulus Savası basındaki kısa, geçici bir ânı “Büyük gerçek” diye göstermek isteyenlerden süphe etmezsek, tarih bizden süphe eder. Türk soyu ile Moskof sürüsünün damarlarına kadar islemis düsmanlığı, yirmi bes yıllık hâin propaganda ile sindik sananlar, millet önünde konusmak serefini ebediyen kaybederler. Milletin, Moskof dostluğu terânesine karsı gösterdiği soğuk, fakat manalı susmayı, “kabul” sayanlar , ancak düsünce hastası zavallılardır. Bazı dısişleri bakanları, siyasî nezâket gereği “iki millet arasındaki geleneksel dostluk”tan bahsedebilirler veya Moskof’a karsı gerçekten dostluk besleyebilirler. Fakat, ocakları Moskof düsmanlığı hatıraları ile canlı insanlar, buna inanmaz, aldırmaz, böyle bir dostluğu dinlemezler. Tarihini, jeopolitiğin ve mukkaderâtın düsman yaptığı Türklükle Moskofluk, hiçbir zaman barısmayacak ve bu “kıran kırana döğüs” kesin, sonuç elde edilinceye kadar sürüp gidecektir. Nasıl barısabiliriz ki, Yaradan bizi zıt yaratmıs, tarih bizi düsman yetistirmis, coğrafya bizi toprağa çarpıssınlar diye yerlestirmis. Biz, baskalarının bile benimsediği sanlı millî adımızı tasırken, onlar, kendilerini idâre etmek üzere çağırıp baslarına geçirdikleri Norman “Rus” boyunun adını almıstır. Soyumuzun ve milletimizin adı olan “Türk”ün mânâsı “kuvvet” veya “medeni = türeli” demekken, onların milli adı Islav’ın kendi dillerindeki anlamı “köle” dir. Biz Tanrı Dağlarında doğduk. Onlar Pripet bataklıklarından fırladılar. Biz, insanlığın tarihine ve fikir dünyasına. Aristo’dan sonra “ikinci öğretmen” olarak kabul edilen Fârâbî’yi verdik. Onlar ancak Korkunç İvan’ları, Deli Petro’ları yetistirdiler. Moskofla dostluk yapılabileceğini sananlar, geçmise dikkatli bir göz atmalıdır. Bizim onlarla 1798 ve 1833’te yapılmıs iki ittifakımız daha vardır. Bu ittifâklar ve ittifâk andlasmalarındaki “edebi ve sarsılmaz dostluk” vaitleri, daha sonra kanlı boğusmaları önleyebildi mi? Altın Ordu ve Türkistan Türklerinin Ruslarla olan uzun düsmanlık tarihini bir yana bırakıp yalnız Osmanlı Türklerini alalım. 14 savasın yığdığı düsmanlık yükünü atmaya imkân var mı? Osmanlı Türklerinin Moskoflarla münasebeti 1495’te, onların gönderdiği elçiyle basladı ve 1667 tarihine kadar bizim ancak 9 kere elçi yollamamıza karsılık onların 38 kere göndermeleriyle dâimilesti. İlk savasımız 1639’da yapıldı ve 1917’de, biten son savasla beraber 1639, 1641-1642, 1646, 1677, 1686-1699, 1710-1713, 1736-1739, 1768-1774, 1787-1792,1806-1812, 1827-1829, 1853-1856, 1877-1878, 1914-1917 tarihlerinde olmak üzere bu savaslar 14 kere tekrarlandı. 1639-1917 arasındaki 278 yılda yapılan bu 14 savasın hepsi 49 yıl sürmüstür. Yani 19 yılda bir savas! Dünya tarihinin son üç yüzyılda, baska iki millet gösterilemez ki, 19 yılda bir çarpısmıs olsunlar. Bu çarpısmalar, bu sehit vermeler Anadolu’nun tasını, toprağını Moskof düsmanlığı ile yuğurup tasırdı. Türk milleti ile Moskof sürüsü, tarihin barısmaz iki düsmanı hâline geldi. Biz, Anadolu’nun kuzey kıyılarına gelen yıkıcı poyraza “Moskof rüzgârı” dedik. Onlar, Ukranya’nın güneyine saldıran yıkıcı lodosa “Türk dalgası” dediler. Türk kelimesinin Moskof halk dilindeki mecâzî mânâsını bilmiyorum, fakat Türkçe’de Moskof “hain, kötü” anlamını aldı. Hayat var oldukça her sey zıddı ile anlasılmakta devam edecektir. Ölümsüz hayat olmayacağı gibi, kin olmadan da sevgi olamayacaktır. Büyük insanlık hamleleri yapmak, millî ülküler ardında mı kosmak istiyorsunuz, sevginin yanına mutlaka nefreti de koyacaksınız. Türklerin millî ülküsünden mi bahsediyorsunuz, “Türk’e sevgi”nin yanında, “Moskof’a kin”i de yerlestirmeye mecbursunuz. Türk’ü sevmek demenin Moskof’a düsmanlık demek olduğunu, Türklüğe tapmanın içinde Moskof’a kinin de yer alacağını bilmek için derin bilgiye ve düsünceye lüzum yoktur. Tarihe ve haritaya bakmak yeter. Moskofçuluk, bütün dünyada gidebileceği en ileri sınırlara kadar gittikten sonra artık gerilemeye baslamıstır. Medeni bir dünyada, bu çılgınlık ve ahlâksızlık dini zaten daha çok ilgi bulamazdı. Tam demokratça seçim yapan ülkelerin meclişlerindeki komünist satısına bakmak, dünyadaki fikri ve ahlâki sefâletin azalmakta olduğunu gösterir. Toplumsal yapısı çok sağlam olan İrlanda, İngiltere ve Amerika’da bir tek komünist milletvekili yoktur. Toplumsal yapıları çürük olan Fransa ve İtalya’da ise, meclişlerin asağı yukarı üçte birini komünistler meydana getiriyor. İkinci Dünya Savası’nda her iki taraftan da ilk nakavt olan büyüklerin “Latin hemsireler” olması, bir tesadüf değildir. “Aramızda savas olursa Ruslara silah çekmeyiz”, “babama söv, fakat Stalin’e bir sey söyleme” diyenlerini kulağımızla isittiğimiz bu fikir sapıklarının, günün birinde doğru yola geleceklerini sanmak ve baskalarına telkin etmek, ihanettir. Moskofçulara müsâmaha mı? Asla! Müsâmaha suurlu bir gaflettir ve suurlu olduğu için de gafletten çok ihânete yakındır. Moskofçuların niçin resmi görevlere alındığını sorduğumuz zaman : “Artık tövbekar oldular” diye cevap veriyorlar, inanmak doğru değil dediğimiz zamanda “Vatan çocuklarını kaybedemeyiz” vecizesiyle mukâbele ediyorlardı. Ah, bu tövbekar fahiseleri, ailenin “harim-i ismeti”ne sokan büyük hosgörü!... Ah bu safça inanıs veya umursamayıs! Tövbekar olmus vatan çocuğu (!) Sabahattin Âli’nin âkıbetini gördüler. Üç ay hapse girmemek için Bulgaristan’a kaçıyordu. Marksist düsünceli, fakat vatansever (!) bir Türk (!) sâiri (!) diye kampanya açılarak ve basta büyük vatansever insan (!) Ali Fuat Basgil’inki olmak üzere imzalar toplanarak hapisten çıkarılan Nazım Hikmet’in hemen Rusya’ya kaçarak ve Lehçe bir soyadı alarak geberinceye kadar Türkiye aleyhinde “Bizim Radyo”dan neler söylediği, elbette unutulmamıstır. Bu yurtta, moskofçuluğu alabildiğine koruyanlardan, yıllarca: “Batı medeniyetine girdik, onları geçtik, onlara örnek olacağız” diye terâneler dinledik. Bize: “Avrupa’nın sınırları Kars’ta biter” diye deli saçmaları söylediler. Ama, Avrupa, yani Batı, yani onların deyimiyle “akıl ve ilim” komünistliği tepelerken, onlar moskofçuluğu Meclis’e kabineye soktular ve Türkçülüğün kökünü kazımak için de en bayağı ve alçakça iftiralarla görülmemis bir haçlı seferi açtılar. Batıyı taklit ederken yalnız yol, okul ve fabrikaya değil, daha çok balo ve kokteyl partileri yurdumuza soktular. Moskofçulukla savasa gelince, onun arkadan gelmesini istediler. Tehlike olmadığını millete zorla kabul ettirmek istedikleri komünizm, Amerika’dan atomun sırrını çaldığı gibi, Türkiye’de de, Adana’daki Köy Enstitüsünde Türk bayrağını lağıma atacak kadar ileri gitti. 1948’de Milli Eğitim Bakanlığı binası ile Güzel Sanatlar Akademisi’ni kül ettiği gibi, 1949’un 11 subatında Amasya’daki askerî un fabrikasını, 2 martında Nuri Pasa’nın İstanbul’daki silah fabrikasını, 10 martında Çatalca’nın Dağ Yenicesi’ndeki cephâneliği, 13 martında Islâhiye Askerlik Subesi subay mahfelini, 26 martında Harp Akademisi’nin birinci kat dösemesini, 2 nisanda Millî Eğitim Basımevi’nin bir kısmı ile Tekirdağ Hükümet Dairesi’ni kundaklayabildi. Ve bunların çoğunu yakıp bitirebildi. Eski moskofçuların tövbekar olduklarına inananlar veya inanmıs gözükenler, bu yangınlara da kontak deyip isin içinden sıyrılmasını bildiler. İsleri o kadar kolaylıkla açıklıyorlardı ki, günün birinde vatan yanıp kül olsa, yine kontak diyerek suçu elektriğe yüklemekten geri kalmayacaklardı. Gerçekte ise, bu kundaklar, barısmaz Türk-Moskof düsmanlığının ufak görünüslerinden baska bir değildi. Onlar bütün Türkelini yakamadıkları için binaları yakıyor; bütün Türk soyunu yok edemedikleri için, yangınlarda ve patlamalarda üç bes kisinin kanına giriyorlardı. Onlar, bu toprakları elde edemedikleri için, kendilerini tutamayarak Kars’ı, Ardahan’ı, Boğazları istiyorlar ve hazırlanıyorlardı. Kafalarının içinde, karısını Baltacı Mehmed Pasa’ya gönderen Deli Petro’dan kalma bir asağılık duygusu ve o duygunun doğurduğu kin, gönüllerinde Islav olmanın, yani asağı bulunmanın verdiği kaba ihtiras... Bir yandan Türk’le saka olmayacağını bilmekten doğan kırgınlık... Karsı tarafta Islav sürüleri, tanklar, uçaklar, toplar ve milyonlar... Bu tarafta, berikilerine göre çok hafif silahlarla demirden ellerin tuttuğu çelik süngüler ve yüz binler... Bir de o yüz binlerin yardımcısı: Tarih, inanç ve elli milyon sehidin rûhu... (Orkun, 5. Sayı, 3 Kasım 1950)
·
80 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.