II
KALKÜTA'YA GİDİP BENERCİ'Yİ
NE HALDE BULDUM?
Ya yattı karanlık sulara
yahut da yatıyor.
İmdat işareti var,
ışıklı bir umman gemisi batıyor...
dedim.
Gözleri kanlı bir kurt gibi mesafeleri yedim,
yetiştim Kalküta'ya...
Gökten bir kartal gibi alçalarak
girdim yedinci kattaki odaya.
O ne?
Benerci yazı yazıyor ıslık çalarak...
Dipdiri!
Teresin keyfi yerinde...
Ne mükemmel bir ışık var
beni gören gözlerinde.
Gözlerinin içine güneş vuruyor.
Masada bir portakal duruyor,
soluyarak soyup yedim.
- Haydi be herif, anlat! dedim...
III
ÖLÜSÜNÜ BULACAĞIMI ZANNETTİĞİM HALDE
KARŞIMA YAZI YAZAR VE ISLIK ÇALAR BİR VAZİYETTE
ÇIKAN BENERCİ'NİN "ANLAT BE HERİF..." FERYADIM
ÜZERİNE BANA ANLATTIKLARI:
- En yakınlarım, en yakın dostum
taşladılar beni, taşladı.
Ve mavi gözlü kadın yoldaşlarımı satıp
başımı bana bağışladı...
Karardı içim
Karardı içim...
Kulaklarımda kazma sesleri.
İçimde ıslak
bir toprak
kazılmaya başladı.
Girdim yarı belime kadar
dumanlı sıcak karanlıklara...
- Sonra?
- Çok şükür ki, sonrası senin
kötü edebiyat yapmana yaramayacak kadar sade,
alelade!..
Hani üstadın bir sözü var:
«BOŞ GECELERİMİ DEĞİL,
BOYDAN BOYA ÖMRÜNÜ VER İNKILÂBA...»
diyor.
Bu söz.
VİRGÜL
Kocaman, çıplak bir alından bakan iki göz.
VİRGÜL
Ve Ben işte sağım!..
Anladım ki şunu......
çıkardım namludan kurşunu,
onu dehşetli güzel günlere saklayacağım...
Birinci Kısmın Sonu
İKİNCİ KISIM
BİRİNCİ BAP
BENERCİ TEKRAR ARKADAŞLARINA KAVUŞUR...
SOMADEVA YATAĞA DÜŞER...
ROY DRANAT'IN HAYAT FELSEFESİ...
YİRMİNCİ ASIR TARİHİNİN BAŞLANGICI
V. S... V. S...
Noktanoktanoktanokta nooook-ta
Basmıştır yine bağrına Benerci'yi
o inanılmayacak kadar iyi
kahredip yaratan KALKÜTA.
Noktanoktanoktanokta Noooook-ta
I
Bu yaz:
Sabahları - taze süt gibi beyaz,
Öğle zamanları - erimiş bakır gibi aydınlık,
akşamları - Bombaylı kadınların esmer teninden ılık
ve geceleri - üzüm salkımları gibi yıldızlıyken hava
SOMADEVA
düştü yatağa.
Kan geliyor boğazından.
Dinleyin bunu Benerci'nin ağzından:
«- Gazete kâatlarıyla örtülmüş olan masada bir gaz lambası yanıyordu.
Somadeva, duvarın dibindeki yer
yatağındaydı. Boynu bembeyaz. Elmacık kemiklerinin derisi kırmızılaşmıştı. Tıraşı uzamış. Ve gözleri lüzumundan
fazla aydınlık, lüzumundan fazla karanlıktı.
Yatak çarşafının ayak ucunda bir tahta kurusu yürüyor.
Gittim, tahta kurusunu aldım. Masadaki gazete kâadını kopardım, koyulaşmış siyah bir kan damlasına benzeyen
hayvanı kâadın içinde ezdim.
Somadeva güldü:
- Benerci, beni seviyorsun, dedi.
Gözlerini yüzümde gezdirdi. Gözleri alnımda durdu:
- Benerci, seneler geçti. Benim attığım taşın izi silinmemiş. Bunun şimdi farkına vardım, dedi.
Yeni doğmuş bir çocuk gibi nefes aldı:
- Bugün iyiceyim, dedi.
Su istedi. Verdim.
- Karanlık, dedi.
Lambanın fitilini açtım.
Yine ona para getirmiştim.
- Bu parayı nineye verirsin yine. Her gün besleyici yemekler pişirsin.
Hem, üç öğün mutlaka yemelisin, dedim.
Cevap vermedi:
- Geçen hafta sana getirdiğim paradan hapisanedekilere göndermişsin, sonra iki gün kuru ekmek yemişsin,
dedim.
İşitmemezliğe geldi.
- Sana yemeğin için verilen parayı başka yerlere harcamaya hakkın yok, dedim. Yemek yemen, iyi olman lâzım,
dedim.
Bir şey söylemek istedi.
Söylemedi.
Düşünüyorum.
Bir kamyonun üstünden uçsuz bucaksız kalabalığa söz söyleyen Somadeva aklıma geliyor.
Yağmurlu bir akşam aklıma geliyor. Karakolun duvarına çömelmişim. İçerde Somadeva'nın omuz başları lime
lime yarılarak kanıyor.
Somadeva'nın mahkemesi aklıma geliyor. Yumruklarını maznun parmaklığına vurarak haykırıyor.
Somadeva hapisaneden kaçıyor. Yine beraberiz. Britanya'ya karşı grevler, nümayişler, içtimalar...
Sıcak bir öğle zamanı aklıma geliyor. Uzun bir yol yürüyoruz. Terimi silmek için Somadeva'dan mendilini
istiyorum. Dalgın, mendilini veriyor. Mendilde kan.
Gece boğazından kan boşanmış. Doktora gidiyoruz. Verem.
Metelik yok. Zaten hastaneye de yatırmak mümkün değil. Kaçak.
Somadeva'yı, ninenin evinde, duvarın dibindeki yer yatağına yatırdığım gün aklıma geliyor.
Düşünüyorum.
Kötü, berbat şeyler aklıma geliyor.
Sonra, mendillerine kan tüküren veremli genç kız romanları okuya okuya, bütün bu anlattıklarığı bayağı
bulacak olan bazı okuyucular aklıma geliyor.
Gülüyorum.
Somadeva soruyor:
- Niye güldün?
- Hiç.. Hem artık ben gideceğim.
Somadeva soruyor:
- Haftaya geleceksin değil mi?
- Tabii.
Odadan çıkarken Somadeva'nın sesini işitiyorum:
- Böyle duvar dibinde sırtüstü gebermek berbat şey be. Hiç olmazsa orada ölsem. Sen, söyle arkadaşlara...
Gözlerim yaş içinde.
- Arkadaşlara söyle. Unutma, Benerci. Orada. Anlıyor musun?»
II
Sıcak.
Ufukta ışıldayarak
nehir akıyor.
Benerci kapalı bir kitap gibi.
ROY DRANAT toprağa bakıyor
Ve konuşuyor, yarı yoldan dönen
bizim eski ahbap gibi:
«- Benerci sen
yüksek dağların çayırlarında biten
keskin kokulu
göz alan renkli bir otsun.
Fakat
devedikeninden
daha faydasız bir ot.
Benerci sen bir Don Kişot'sun,
kahraman
ve gülünç
bir Don Kişot.
Benerci bil ki
neticeler çıkarmak
öyle mümkün değil ki...
Hayat öyle karışık.
Geç efendim, bunları bırak.
Akşamüstü serinlikte teferrüce çık...
Ve Yahya Kemal beyi asrîleştir biraz,
yaz:
"Şöyle rahat bir kûşeye sığındık da biz
Dehrin bu hayı huyuna meclubu handeyiz..."
Gerisini at.
İşte felsefei hayat.»
Benerci güldü.
Ben bir şey demedim.
Eski bir kavga şarkısı mırıldanarak
bakıyorum ufukta akan suya.
Sıcak.
Yazdım bütün gece Benerci'yi,
şimdi bir yatsam uykuya.*
(*) Okuyucularıma, ismiyle ilk defa karşılaştıkları ROY DRANAT hakkında kısa bir malûmat vermeyi
münasip buldum. Roy Dranat, Benerci'nin eski bir kavga arkadaşıydı. Fakat sonra, galiba korktu, galiba
sabrı tükendi ve galiba ruhunu satıp rahatı bulmak fırsatını ele geçirdi. Kavgadan ayrıldı. Şimdi ROY
DRANAT, İngiliz emperyalizminin emrinde, sakalsız, pelerinsiz ve kılıçsız, rahatını arayan zavallı, mustarip
bir Faust'tur.
N.H.
III.
«Keşmirli Ebe kadın
anamın kasıklarından çekti beni.
Ve
kundakladı bir sinema biletiyle.
Biletim
üçüncü mevkiydi.
Anam
etekliğini giydi,
babam
mavi gömleğini,
yola düzüldük...
Gittiğimiz sinemanın
üç kapısı var:
Birincinin önünde:
otomobiller tepiniyor,
fraklı Britanya bankaları iniyor.
İkincinin önünde:
küçük dar
dükkânlarla
dar
tarlalar.
Üçüncü kapı bizim,
oradan
biz giriyoruz,
istihsal aletinden mahrum olanlar.
İçerde
the polismenler gösteriyor yerlerini
müşterilerin:
- Buyrun siz oturunuz!
Oturtuldular.
- Oturun!
Oturdular.
- Otur ulan kerata...
Oturduk.
Lambalar söndü.
Muzıka başladı, makina döndü.
Perdede
filmin ismi göründü:
(Yirminci Asrın Sergüzeştleri nâm
dram.)
Yirminci asır
dört kanatlı bir tayyareden
mendil salladı bize.
Yakasında kapitalizm
açıldı kabak çiçeği gibi.
O kadar çoğaldı
o kadar
uzadı ki bacalar
saçlarından asıldılar sıra sıra
kehkeşanlara.
Öyle duman çıktı, kurum yağdı ki
gökte Allah bile meleklere
Amerikan markalı muşambalar giydirdi.
Şikagolu bir milyoner
öptü telsiz telefonla
Tokyolu sevgilisini.
Elektrikli salhanelerde
makinaların bir ağzından pastırma attılar,
öbür ağzından
boynuzlu inekler çıktı.
Bir coğrafya hocası dedi ki derste:
"Senegalli zencinin yegâne derdi
yüzünün siyah olmasıdır."
Bu haber bir velveleyle köpürdü Paris'te,
müstemlekeler nezareti emir verdi,
pudra fabrikaları geçti seferberliğe.
Paris'te olan işler duyulunca Londra'dan
hemen içtima edip karar koydu Avam Kamarası:
"Kıçlarına kuyruk takmayan Hintlilerin
kesilecek kafası."
Telsizler daha tebliğ ederken bu kararı Hind'e
muazzam bir kuyruk tröstü teşekkül etti
Mançister şehrinde.
Kutbu şimalide Eskimolar
görünce bu halleri,
Kıça kuyruk takmamak
ve değiştirmemek için deri,
ince Japon fincanlarında
okkalarla Hollanda sütü içmeğe başladılar.
Üstünde uzun katarlar kayan raylar,
bahrimuhitlerin elli bin tonlukları
ham mevat taşıyorlar müstemlekelerden.
Kilometreler
ticaret evleriyle bağlandı birbirine.
Sahrayı Kebir'in ortasında
ilân kuleleri dikildi.
Tröstler kartellerle tokuşuyor.
Balyalar, denkler, çuvallar, kutular
şarktan garba, garptan şarka koşuyor...
Perde karardı, makina durdu.
Perde beyazlandı, lambalar yandı.
Lambalar yanar yanmaz
kocaman bir gürültü ortalıkta çalkandı.
Babama sordum:
"- Ne oldu?"
Anam güldü.
Ve birdenbire küçücük kafam
yukardan düşen bir kitabın
yapraklarıyla örtüldü.
Kitabı kafamdan atıp yukarı baktım:
Britanya bankalarının localarından
filozoflar:
tonlarla yaldızlı eserlerini
fırlatıyorlar üstümüze.
Lambalar söndü.
Muzıka başladı, makina döndü.
Perdede
ikinci kısmın ismi göründü
"Hindistanlı Parya
VE PROLETARYA.."
The polismenler el attı kıçlarına.
Birinci mevki homurdandı.
İkinci sallandı.
Bağırdı üçüncü mevki
avazı çıktığı kadar:
"- Geliyor, ror, geliyor bizimkiler...."
Mehtaba, dökülen bahrimuhit gibi
mavi pantolonların dalgaları
kapladı perdeyi.
Başladı resmigeçit
Misisipi gibi uzun
Amazon kadar geniş.
Maden ocaklarında çalışanlar
ata biner gibi kazmalarına binip
tünellerde koşuyorlardı dörtnala.
Keşmirli mensucat amelesi
hep bir ağızdan şarkılar okuyarak
kocaman bir bayrak dokuyarak
geçti.
Nakliyatçılar
şehirlere tekerlek takarak
tramvaylara çektirdiler.
Elektrikçiler
lastik eldivenlerine
sırma saçlarından
dolamışlardı voltları.
Elektrikçiler
geçtiler,
elektrik kadar temiz
elektrik kadar çevik,
elektrik
elektrik...
Geçiyor bizimkiler
Misisipi gibi uzun
Amazon kadar geniş...
Omuzlarımda fır dönerken kafam
karnıma vurdu babam.
Şimdi yürüyordu perdede
on milyon beygir kuvvetinde bir ıstırap:
Elleri ceplerinde kilitli
parmakları burunlarında
Ağır ağır sürüklendi işsiz ordusu.
Adımları
nalladı
gözbebeklerimizin kulaklarını.
ırıttı birinci mevki.
İkinci düşündü.
Perdede
yeni yazı göründü:
"BURJUVAZİ!."
The polismenler giydi pazarlıklarını.
Alkış yağı localardan.
Ağzı sulandı ikinci mevkiin.
Biz
çuvaldızla dikildik birbirimize gündeliklerimizden,
avuçlarığız alevlendi,
fırladı gözlerimiz
burun deliklerimizden.
Başladı resmigeçit:
İmparatorluk üniformaları
davul çalarak
yol açarak
geçti.
Britanyalı diplomatlar
bonjurlarının kuyruklarını
döşediler yola.
Bayraklar çekildi her karakola.
Sökün etti tröstler.
Başlarında
banka kavaslarının şapkası vardı.
ıışırmışlardı fabrika bacalarını
kulaklarına.
Toprakların kilometreleri
tespihti ellerinde.
Ağızları havada kartel avlıyordu.
Esham senetlerindendi boyunbağları.
Parmaklarımla saydım bu dağları,
geçtiler.
Göründü müteşebbislerin alayı.
Hepsi bir iki fabrikanın
tutmuştu kulaklarından.
Sünnet çocukları gibi yürüyorlardı.
Hepsinin parlıyordu apış arasında
malî sermayenin altın kazığı.
Bunları da birer birer
saydık anamla beraber...
Alay bitti.
Toz duruldu.
Baktık ki, yollara
ıplak göbeklerinden çivilenmişti orospular.»
Somadeva deminden beri okuduğu defteri kapattı. Yastığının altına koydu ve Benerci'nin yüzüne baktı:
- Nasıl buldun?
Benerci sordu:
- Hepsi bu kadar mı?
- Şimdilik bu kadar. Daha doğrusu bu, yazmak istediğim «Yirminci Asır Hindistan Tarihi»nin başlangıı.
- Bakalım gerisi nasıl olacak?
- Gerisi, sonu harikulade olacak asıl, Benerci. Bu tarihin sonu inanılmıyacak kadar mükemmel olacak. Yalnız
bir yazabilsem, yani onu ben de bir yazabilseydim.
Benerci kalktı. Masanın üstündeki gaz lambasını yakmak istedi. Somadeva seslendi:
- Lambayı yakma. Böyle daha iyi. Geçmiş gelecek, kafamın içindekileri böyle daha iyi görüyorum. Akşamları
ateşim dehşetli artıyor. Ağrılar filan dehşetli. Artık dayanılmıyacak kadar... Neyse, bunları bırak. Sen bir şeyler anlat
bakalım. Son günlerde okuyor musun? Fabrika kaçta bitiyor? Neler okudun?
- Son günlerde bir iki meraklı kitap okudum. Hatta iki tanesi yanımda. İstersen lambayı yakayım da, sana biraz
okuyayım.
- Olur, Benerci.
Benerci lambayı yaktı.
- Kitaplardan biri, şu meşhur Fransız gazetecisi Alber Londr'un. Fransız Kongosu'na dair. Sana kitabın en feci
faslından beş on satır okuyacağım. Fransız Kongosu'nun merkezi Brassavil'le Karaburun limanını birleştirecek olan
Kongo - Osean demiryolunun inşaatına dair birkaç satır. İnşaatı Batilon Şirketi yaptırıyor. Şimdi, dinle:
Benerci lambanın fitilini biraz daha açtı. Okumaya başladı:
«- Bakota, Baiyya, Linfaondo, Sara, Banda, Lizangö, Mabaja, Sinde, Loano kabilelerinin adamları, dalgın
hayatlarından koparılarak Batilon'a gönderilmekteydiler.
Bu çok garip bir yolculuktu.
İstilâ zamanlarığızdan kalan mavnalara yükleniyorlardı.
Üç yüz, dört yüz başlık insan sürüleri güvertenin altına ve üstüne yığılıyordu. AşAğıda olanlar nefessizlikten
boğuluyorlardı; yukardakiler ne oturabiliyorlardı, ne de kalkabiliyorlardı. Ve ayaklarında zencir olmadığı için,
Brassavil'e kadar 15-20 gün süren yolculuk esnasında Şari, Sangu, Kongo nehirlerine her gün iki üç insan kendini
atıyordu.
Mavna yolunda ilerliyordu. Düşenlerin hepsini toplıyamazsın ya!...
Kıyıdan gidildiği zamanlar ağaç dalları en yukarda bulunanları nehre yuvarlıyor... Hiçbir çatı yok. 15 gün
yuvarlak güvertenin üstünde. Güneşin altında. Yağmurun altında. Ocak odunla yakıldığı için, uçuşan küçük
ıılcımlar zencilerin derilerinde yanıklar yapıyor...
İşte nihayet Brassavil... Üç yüz kişiden ancak iki yüz altmışı, bazen de iki yüz ellisi gelebilmiştir.
....Gelenler sürüye sokuluyor. Yaya yolculuk başlıyacaktır. İlk önce, en sağlam olanlar seçiliyor.
....Ve sürü, balta görmemiş ormanlardan yürüyerek, bataklıklar geçerek, dehşetli Mayombe ormanına doğru
ilerliyor.
....Bu korkunç bir manzaradır. 10 kilometreye uzanan insan sürüsü, boğumlarını kığıldatmaya mecali olmayan
uzun, yaralı bir yılana benzer. Biyalılar düşer, Zindeliler ayaklarını zorlukla sürükleyebilirler ve kırbacın düğümü
onları kovalar.
Ben demiryollarının nasıl yapıldığını görmüşümdür. İş yerinde birçok aletler vardır. Fakat burada zencilerden
başka hiçbir şey yok.....
....300 kilogram ağırlığında çimento fıılarını nakletmek için, Batilon Şirketi, bir sırık ve iki zenciden başka
hiçbir vasıtaya lüzum görmemiş.
Irgatbaşıların ezdiği bitkin, yorgun, yaralı, sıska zenciler yığınlarla ölüyorlar.
....Bu muazzam bir zenci imhası hareketiydi.
Batilon Şirketi'ne verilen sekiz bin insan, az bir zaman içinde beş bin, sonra dört bin, daha sonra iki bine indi.
Ölenlerin yerini doldurmak için yeni devşirmeler yapılıyordu.
Zenciler ormanlara, Çat kıyılarına, Belçika Kongosu'na, Angola'ya kaçıyorlar. Eskiden insanların yaşadıkları
yerlerde, bizim müteahhitlerimiz şimdi yalnız şempanzeleri buluyorlar......»
Benerci durdu ve,
- Somadeva, dedi, biliyor musun, bu kitabı yazan Alber Londr kimdir?
- Hayır, tahmin ediyorum. Onda dehşetli bir iş adamı kafası var. Zencilerin mahvoluşuna, körü körüne
baltalanan bir ormanın mahvolması gibi acıyan bir adam. Anlıyorum ki, o, Afrika'ya makina istiyor. Zenciyi
ölümden kurtarmak için değil. Zenciyi daha semereli, daha uzun zaman, daha dayanıklı işlettikten sonra öldürmek
için. Fransız emperyalizminin acı söyleyen, dehşetli bir gazetecisi şu Alber Londr.. Öyle değil mi?
- Öyle.. İstersen sana kitapları bırakırım. Öteki kitap Jorj Lefevr'in «Kauçuğun Epopesi». Amerika otomobil
fabrikalarına dair fasıllarışayanı hayret. Bu Lefevr kadar köpoğlulukta mahir bir adam görmedim. İnsanların,
kocaman bir makinanın basit vidaları haline gelmesinde bile şiir bulan bir adam. Kitabı okur anlarsın. Lambayı
söndüreyim mi? Haftaya gelirim yine. Dört gün sonra yapılacak mitingin sonu neye varacak? Böyle hasta
olmasaydın. Kuvvetli söz söyliyen, amma bıçak gibi söz söyliyen bir arkadaşa öyle ihtiyacığız var ki. Neyse. Ben
gidiyorum. Kendine iyi bak...
- Ben kendime iyi bakıyorum. Üzülme! Git. Lambayı söndür.
Benerci lambayı söndürdü. Ve sanki lambayı söndürür söndürmez, Somadeva hemen uyuyuvermişmiş gibi,
ayaklarının ucuna basarak odadan çıktı.
Merdivenin sahanlığında, nine Benerci'yi kolundan tuttu:
- Ölecek, dedi. Belki, ölümün gelmesini beklemeden kendi kendini öldürecek. Benim oğlum da, kafasını
İngilizler sopayla parçaladıktan sonra, o duvarın dibindeki yatakta ölmüştü. Bu da, o duvarın dibindeki yatakta
ölecek. Belki de kendi kendini öldürecek. Çok ağrı çekiyor. Sana göstermiyor amma, siz hepiniz öyle ağrı
çekseydiniz çoktan ölürdünüz.
- Kendini öldüreceğini nerden biliyorsun? Sana bir şey söyledi mi?
- Bana bir şey söylemedi. Bana o yalnız iyi şeyler söyler. Kendini öldüreceğini yalnız kendine söyledi gibi
geliyor bana. Bunu, belki kendine bile apaçık söylememiştir. Belki de söylemiştir. Dün, ben evde yokken, sokağa
ıkmış... Yatağının altına bir çıın korken gördüm. Çıında ne vardı, bilmiyorum. Sokaktan bir şey alıp getirdi.
Benerci, birdenbire geri dönüp Somadeva'dan sormak istedi. Sonra vazgeçti.
- Sen onu yalnız bırakma, nine, ben iki üç gün sonra gelirim.
Benerci sokağa fırladı.
Yürüdü.. Yürüdü...
Bir köşebaşında Roy Dranat'la karşılaşılar.
Havagazı fenerinin altında durdular. Roy Dranat sarhoştu. Benerci'nin ellerini tuttu:
- Benerci, belki siz haklıSınız, dedi. Belki haklıSınız. Fakat, ben «dünyayı düzeltecek ben mi kaldım»a kadar
düştüm. Mümkündür ki, «beş parmak bir olmaz»a kadar da alçalayım. Amma, bana öyle geliyor ki, sizin hakkınız
var. Allahaısmarladık Benerci. Ben bu tarafa sapıp yoluma gidiyorum, sen de yoluna git..
Roy Dranat, Benerci'nin ellerini bıraktı. Şapkasını çıkardı. Yerlere kadar eğilerek Benerci'yi selamladı:
- Belki, siz haklıSınız.......
Sallanarak uzaklaşı..