Arap bir şâir, Türk olan padişah için çok güzel Arapça bir şiir yazar ve padişahın huzuruna çıkmak ister. Arapça bilmeyen padişah, şâir in iste ğini kabul ederek onu huzuruna alır. Şâir, divanda şiirini okumaya başla yınca, padişah aferin denilecek yerde başını sallıyor, hayret gösterilecek yerde hayret ediyor, şâirin tevazu gösterdiği yerde de iltifat ediyordu. Padi şahın şiirin uygun bölümlerinde başını sallaması, onun Arapça bildiği izlenimini veriyordu. Orada bulunanlar: "Padişah bunca zaman zarfında bizden Arapça bildiğini gizledi. Şayet şu ana kadar ona Arapça kötü söz söylediysek vay halimize!" dediler.
Divandakiler toplanarak padişahın çok sevdiği bir kölesine hediyeler ve rerek padişahın Arapça bilip bilmediğini öğrenmesini rica ettiler. Şayet bilmiyorsa niçin münasip yerlerde başını sallıyordu? Bu, onun kerametin den miydi? Yoksa ona ilham mı gelmişti?
Bir gün köle, padişahla avda iken bunu öğrenme firsatını buldu ve pa dişaha, Arapça bilip bilmediğini sordu. O da: "Vallahi ben Arapça bilmem, yalnız şâirin bu şiiri yazmadaki maksadını bildiğim için başımı sallayıp iltifat ediyordum. Anlaşılıyor ki bu adamın maksadı beni övmekti ve o şiir buna vasıta olmuştu. O maksat olmasaydı, bu şiir söylenmiş olmazdı." dedi. Tanrı'yı arayan herkesin yollan, halleri, sözleri ve hareketleri görünüşte başka başka ve çeşitli ise de maksat bakımından hepsi de bir şeyin yani Al lah'ı aramanın, onu dilemenin peşindedir. Binaenaleyh maksada bakılacak olursa, ikilik kalmaz. İkilik, teferruattadır. Esas ise birdir."