Milli İstiklalimizin güzel ve uyar bir marşını yazmak üzere Maarif
vekaleti şairlerimize müracaat etmişti, bir müsabaka açmıştı. Birinciliği
kazanan şaire (500) lira mükâfat verecekti. Aradan kısa bir zaman geçtikten
sonra Vekalete bir çok marşlar gelmeye başladı.
Bu marşın — İstiklal mücadelesinin içinde, Büyük Millet Meclisinin
sakf-ı hamiyyeti altında bulunan— Mehmet Akif tarafından yazılmasını
kendisine söylediğimiz zaman o :
— Ben ne müsabakaya girerim, ne de ≪caize≫ alırım!., cevabını vermişti.
Ben ricalarımı tekrar ettikçe o da aynı sözünü soyluyor ve ;
— Bırak yazsınlar. Ben bu yaştan sonra yarışa mı çıkacağım, ayıp değil mi? diyordu.
Bir gün Maarif vekili bay Hamdullah Suphi Mecliste beni gördü, dedi ki :
— Şimdiye kadar (500) den fazla marş geldi. Ben hiç birini beğenmedim.
Üstadı ikna edemez misin?
Cevap verdim:
— Akif bey müsabaka şeklini ve ikramiyeyi kabul etmiyor, eğer
buna bir çare ve bir şekil bulursanız yazdırmaya çalışırım.
Düşündü, ≪dur, dedi, ben kendisine bir tezkire yazayım. Arzusuna
tabi’ olacağımızı bildireyim. Fakat, tezkireyi kendisine siz veriniz...≫
Ben de muvafık gördüm. Yarım saat sonra şu tezkireyi getirip bana
verdi:
≪Pek aziz ve muhterem efendim,
İstiklal marşı için acılan müsabakaya iştirak buyurmamalarındaki
sebebin izalesi için pek çok tedbirler vardır. Zati üstadanelerinin matlup
şiiri vücuda getirmeleri maksadın husulü için son çare olarak kalmıştır.
Asil endişenizin icap ettiği ne varsa hepsini yaparız. Memleketi bu müessir
telkin ve tehyiç vasıtasından mahrum bırakmamanızı rica ve bu
vesile ile en derin hürmet ve muhabbetimi arz ve tekrar eylerim efendim.≫
5 Şubat 1337 Umun Maarif Vekili
Hamdullah Suphi
Mecliste Akif’le yan yana oturuyoruz. Çantamdan bir kâğıda parçası çıkardım. Ciddi ve düşünceli bir tavır ile sıranın üstüne kapandım, güya
bir şey yazmaya hazırlanmıştım. Üstat ile konuşuyoruz ;
— Neye düşünüyorsun, Basri?
— Mani’ olma, işim var!
— Peki. Bir şey mi yazacaksın?
— Evet.
— Ben mani’ olacaksam kalkayım.
— Hayır, hiç olmazsa ilhamından ruhuma bir şey sıcrar!
— Anlamadım.
— Şiir yazacağım da..
— Ne şiiri?
— No şiiri olacak. İstiklal şiiri! Artık onu yazmak bize duştu!
— Gelen şiirler ne olmuş?
— Beğenilimemiş.
— (Kemali teessurle:) Ya!
— Üstat, bu marşı biz yazacağız!
— Yazalım, amma, şeraiti berbad!
— Hayır, şerait filan yok. Siz yazarsanız müsabaka şekli kalkacak.
— Olmaz, kaldırılamaz, i’lanedildi.
— Canım, Vekalet buna bir şekil bulacak. Sizin marşınız yine resmen
Mecliste kabul edilecek, güneş varken yıldızı kim arar?
— Peki, bir de ikramiyye vardı?
— Tabii alacaksınız!
— Vallahi almam!
— Yahu, latife ediyorum, onu da bir hayır muessesesine veririz. Siz
bunları duşunmeyin!
— Vekalet kabul edecek mi ya?
— Ben Hamdullah Subhi beyle goruştum. Mutaabık kaldık. Hatta
sizin namınıza söz bile verdim!
— Söz mu verdiniz, söz mu verdiniz?
— Evet!
— Peki ne yapacağız?
— Yazacağız!
Tekrar tekrar (söz verdin mi?) diye sorduktan ve benden ayni kat’i
cevabları aldıktan sonra, elimdeki kağıda sarıldı, kalemini eline aldı, benim
daldığım yapma hayale şimdi gercekten o dalmıştı...
Meclis muzakere ile meşgul, Akif marş yazmakla. Ben muddeti kendisine
kısaca gostermiştim. Birkac gün sonra marşı vermiş olacağız! Muzakere
bitti, Akif te engin hayalinden uyandı [*].
[*] Böyle gurultu içinde dalışa Akif bey ≪değirmenci uykusu≫ derdi. Çünkü değirmenci;
uykusundan ancak gurultu kesilince uyanır!