Mermer sultan sarayı, Dolmabahçe’nin altın kapısının arkasında sessizce duruyordu. Simsiyah giysiler içinde kibirle etrafına bakınan hizmetkârlar, geniş özel bölümler ve çiçeklerle dolu bahçeler, sarayı çevreleyen beyaz duvarların arkasından Harbiye Nazır’ı Enver Paşa’yı getiren bir araba hızla içeri girdi.Enver Paşa saatine baktığında, huzura kabul edilmesi, beklediğinden ve düşündüğünden de çok uzun sürmüştü.Sultan Mehmet Reşad; Türk-Alman antlaşmasının imzalanıp, Alman İmparatoruna gönderildiğinden beri, bütün muamelelerde söz sahibi olmak istiyordu. Yetmiş yaşını aşmış mavi gözleriyle Sultan Reşat, Enver Paşa’nın getirdiği haberleri dinliyordu. Sonunda konuşma her ikisini de ilgilendiren özel akrabalık ilişkilerine gelmişti. Genç Harbiye Nazırı, 5 Mart 1914’de Sultan’ın yeğenlerinden prenses Na- ciye ile evlenmiş, Prenses ile bu bağlılığından dolayı, sarayın yâni Halife’nin damadı olmuştu.Enver Paşa, kımıldamadan oturuyordu. Sanki pencerer lerin dışındaki dünyayı duymuyor ve görmüyordu. Haftalardan beri aklından bin türlü fikir, bin türlü plân dolaşıyordu. Her gün yeni taleplerle karşılaşıyor, işi çığ gibi büyüyordu. Ama, aynı zamanda gücü de artıyordu. Genç ve dinç olunmalı, tutkulu olmalı, yönetim elinde olmalı, itaat edilmeli, karşı koymalar ortadan kaldırılmalı, aşılamayacakmış gibi görülen engeller aşılmalıydı. Bu vatan için, millet için, ülke için gerekliydi.Enver Paşa’nın arabası, kapılarını nefis süslemeleriyle, kırmızı miğferlerinde ayyıldız parlayan nöbetçilerin devriye gezdiği, İstanbul’un yedi tepesinden birini bir taç gibi sarmalayan dev yapının önündeki geniş meydanı hızla geçti.Eskiden satıcılar, seyyar kahveciler, helvacıların, dilencilerin ve arzuhalcilerin dolaştığı buralarda şimdi, atlı postacıların, kuryelerin ve vaverlerin aceleci bir koşuşturmacası görünüyordu. Buralarda arlık AvrupalIlara yabancı gelen eski refah zamanların adetlerinden sadece birkaçı kalmıştı. Bunlar, her öğleden sonra saz çalınan kahvehaneler, saat beşbuçuğa doğru her oda hizmetçisinin hazırladığı kahveler ve minarelerinden müminleri namaza çağıran ezan sesi gibi günlük şeylerdi.Müezzinin sesi duyulur duyulmaz bir kaç dakika için devlet işlerinin çarkları dururdu. Her tarafta; geliş gidişler salonları, sahanlıklar ve merdivenlerin göründüğü loş ışıklı boşlukları insanlar kısa bir süre namaz kılmak için doldururlardı.Bu dini adetlerini içinde hiç bir komik şey taşımayacak şekilde kararlılıkla sürdürürlerdi. İstanbul’da bulunuşunun pek uzun evveliyatı olmayan işgüzar Prusyalı Çavuş, başı sarıkla süslü, anlayamadığı sözleri seslenen bu müezzin denen adamın, Harbiye Nezaretinde bulunmasını basit bir şaka gibi algılıyordu.Enver Paşa arabadan inip, ilk kata çıkıyordu.Bu yüksek tavanlı, ışık dolu salonda şimdilerde Türkiye’nin nabzı atmaktaydı. Başlar, masa üzerine yayılmış haritaların üzerine eğilmiş, kalemlerin uçları, sınır çizgileri üzerinde zikzaklar çizerek hışırdamakta, telefonlar hiç durmadan çalıyor, her taraftan mırıldanmalar duyuluyor, hiç kesilmeyen meydandaki araba gürültüleriyle, kapıların çarpma sesleri birbirine karışıyordu. Bekleme salonu görevini yapan oturma salonunda, subaylar, yüksek rütbeli subaylar, çeşitli Bakanlıkların kuryeleri, gizli ajanlar ve generaller oturuyordu. Burası parıltılı bir salondu, şark eşyalarıyla donanmış bir müze görünümündeydi.. Altın saatler, geniş divanlar, yerde dev ölçülerde çiçeklerle bezeli bir halının güzelliği göze çarpıyor, kristal lüks lâmbaları rengarenk tavanların altında sallanıyor, dev aynalar, mekâna şaşırtıcı bir boyut katıyordu. Muhteşem büyük dolaplarda geçmiş savaşların hatıralarını taşıyan silâhlar sergileniyordu. Bir zamanlar Haçlı şövalyelerinin taşıdığı zırhlar, süslü hançerler, sancaklar, altın kalkanlar, dolma tüfekler, mızraklar, süngüler, baltalar, eğri kılıçlar... Silâhların üzerindeki paslar bunların çok zaman önce kullanıldığını gösteriyor, ancak, pırıltıları donuklaşmış zırhlar, sancakların ipek kumaşları ışık saçan solgun zerâfet içinde ölü kelebeklerin kanatlarını andırıyordu.Sanki burada üç büyük pencereden, geçmiş savaşların ışıkları bügüne akıyordu.Harbiye Nazırı baş yaverinin verdiği bilgileri dinliyordu: Amiral Souchon huzura kabul edilmek istiyor, sansür müdürü Seyfi Bey, General Bronsart von Schellendorf, General Buck, menzil müfettişleri şefi, operasyon bölümü şefi yarbay Von Feldmann sırada, gelen telgraf ve telefonlarla ilgili notlar masada bekliyordu.Enver Paşa, Kazım Bey’in raporunu dikkatle dinledikten sonra, birkaç telgraf okumuş ve yazı masası koltuğuna yaslandığında:Rica ediyorum”Enver Paşa gözlerin bir kaç saniye boyunca yumduğunda, yorgunluk, üzerine bir bulut gibi çökmüştü. Gecenin bu koyu sessizliğinde sadece lüks lâmbalarının hışırtısı duyuluyordu. Sonra kapı vuruldu. Gözlerini açtı, öne doğru dikildi. Yüzündeki yorgunluğu silkerek, hemen o an işe hazır biri vaziyetini almakta gecikmedi.Geçen hafta olaylarla dolu geçmiş ve Avrupa’da harp kopmuştu. Resmen açıklanmamış da olsa, hemen hemen her akşam Sadrazam’ın riyasetinde toplanan Bakanlar kurulu, antlaşmalarla bağlı olunmasına rağmen, tarafsızlığın açıklanması ve seferberlik işlerinin çok acil olarak bitirilmesi kararı almıştı. Balkan harbinin Türk ordusu üzerindeki yıkıcı tesirinin silinmesi için büyük çaba harcandığından, seferberlik hazırlıklarının bir kaç küçük çalışmayla bitirilmesi çok da zor bir şey değildi.Rusya’nın hiç istememesine ve itirazlarına rağmen, Türk ordusunun Avrupa tarzına göre yenileştirilmesi için Türk hükümetinin isteği üzerine 3 Ocak 1914’den beri Alman askeri heyeti İstanbul’da bulunuyordu.Alman heyeti başkanı General Liman von Sanders ile, Rus Büyük elçisi Giers’in ilk karşılaşması, o zamanki Türk cemiyetinde sansasyon yaratan bir bayram merasiminde gerçekleşmişti. Beklenildiği gibi diplomatik takdimde, büyük bir gerginlik yaşanmış, diplomatlar, subaylar ve gazetecilerden oluşan bir grubun, her ikisinin etrafını sarmış olmasına rağmen, Rus Büyükelçisi hiç çekinmeden açık bir* tifade ve davranışıyla memnuniyetsizliğini göstermişti.Alman generalin, ne yaptığını bilen otoriter idaresinde Türk ordusu yeniden düzene girmiş fakat, Harbiye Nazırı olan Enver Paşa ile Alman heyetin başının bütün yaş ve karakter farklılıklarına rağmen, aşağı yukarı bütün konularda son derece uyumlu çalışmalarına rağmen, organizasyonunun ortak hedeflerine ulaşılmasında birtakım rahatsızlıklar ortaya çıkmıştı.Genel kurmayda, subaylar ve Bakanlıklar arasında tasfiyeye gidilerek, pek çok kişi gereksiz ve fazla görülerek işine son verilmişti. Aynı şekilde Harbiye Nezaretinin de değişik bölümlerinde reformlara gidilerek, teftişler, günlük kesintisiz olarak büyük veya küçük askeri eğitimler yapılmaya başlanmış, çok kısa bir süre sonra, sert disiplinin etkisi kendini göstermekte gecikmemişti.