Akış
Ara
Ne Okusam?
Giriş Yap
Kaydol
Gönderi Oluştur

Gönderi

“O devrin haleti ruhiyesini anlatmak için "Ricali Osmaniye"den diğer büyük birisini de bu vesile ile yâd edeyim. Arıburnu'nu, Anafartalar'ı yapmış bir kumandan idim. Zannediyordum ki –ve daha sonra dost düşman herkesin anlayış tarzı da benim bu zannımı teyit etti- memlekete bir hizmette bulunmuştum, o hareketle bilhassa payitahtı kurtarmıştım. İnsanlık hali, bu naçiz hizmeti yapmış olmaktan memnun olabileceğini tahmin ettiğim önemli Osmanlı ricalini ziyaret ediyordum. Bu ziyaretleri daha önemli bir vazife hissinin sevkiyle yapıyordum. Îlim, fen, sanat ve hadiseler itibariyle, memleketim için ve milletimin söz konusu olmak lazım gelen hayat ve memati için düşüncelerim vardı; başta bulunanlara onları söylemek istiyordum. Hariciye Nâzır muhteremini de görmek ve kendisiyle konuşmak faydalı olur inancına saptım. Nezaretin bir Müsteşar Muavini vardı, Sofya sefaretinden tanırdım: Halil Bey.. Evvela bu güzel kalpli adamı makamında buldum. Nâzır Beyefendi'ye kendilerini ziyaret için geldiğimi söylemesini rica ettim. Bekleme emri geldi. Bekledim, bilmem ne kadar sürdü, fakat bekleme epey uzun oldu. Bu aralık muhterem Nâzır Bey çok enteresan ziyaretçileri kabul etmekle meşgul idi. Farkına vardım ki, ben geldikten ve haber verdikten sonra gelmiş olanlar dahi Nâzır Bey tarafından kabul olunmaktadır. Canım sıkılmadı değil, Müsteşar Muavini'ne: -Beyefendi hazretleri galiba beni unuttular, dedim. Muavin benim beklemekte olduğumu tekrar hatırlattı. -Beklesin, buyurmuş. Kemali sükûn ile Muavin Bey'in yanında oturdum; kendisine dedim ki: -Sizin Nâzırınız bütün zamanını böyle manasız ziyaretleri kabul etmekle mi geçirir? Terbiyeli ve iyi huylu olan muhatabım soruma cevap vermedi. Bir aralık Nâzır Beyefendi'nin bürosunu salonla birleştiren kapı açıldı, bir odacı: -Buyurun efendim, dedi. Muavin Bey'le ciddi bir konu üzerinde konuşuyordum: -Nedir o? dedim. Odacı, "Nâzır Beyefendi hazretleri sizi kabul buyuracaklar" cevabını verdi. -Beklesinler, dedim. Hakikaten Müsteşar Muavini ile olan konuşmamızın biraz uzatılmış safhasının bitmesine kadar Nâzır Beyefendi'nin davetine icabet edemedim. Nâzır Beyefendi'nin muhteşem bürosuna girdiğim vakit, adı geçen beni ayakta ve iltifatla kabul etti ve bana askeri vaziyetin, dahili vaziyetin, genel siyasi vaziyetin çok parlak olduğundan parlak bir lisanla bahsetti. Nezaketen teşekkür ettim, yalnız bazı görüş ve düşüncelerde bulunup bulunamayacağımı sordum: -Hay hay efendim, dedi. Dedim ki: -Ben vaziyeti hiç de sizin gördüğünüz gibi görmüyorum. Genel vaziyetimizin sizin izah ettiğiniz gibi olmasını çok temenni ederdim. Fakat ben en çetin ve en zor netice alınabilen bir harp sahasından ve o sahanın kumandanı olarak Istanbul'a geliyorum. Eğer lütfeder de beni bir saniye dinlerseniz minnettarınız olurum. -Lütfen efendim, buyurdular. Devam ettim: - Beyefendi, vaziyet sizin gördüğünüz gibi parlak değildir. Siz ki devletin sorumlu idarelerinden bir kısmını üzerinize almış bir zatsınız, eğer şunun bunun ifadesine itimat ederek siyaset kullanmakta devam ederseniz, mevcut tehlike genel tahminin de üzerinde olur. Cevap verdi: -Beyefendi, (ve bunu telaffuz ederken pek ciddi bir amir tavri takındı) ne demek istediğinizi anlayamadım. Mütevazı bir lisanla izah ettim: -Memleket ve her şey mahvolmak üzeredir. Siz bunu henüz fark etmediğinizi söylüyorsunuz. Estağfurullah böyle demeyin, siz her şeyi biliyorsunuz da beni yabancı ve acemi bir adam kabul ederek, bu acı hakikatler üzerinde benimle açık konuşmaktan kaçınıyorsunuz. Muktedir bir nâzıra yaraşan da budur. Fakat ben o adamım ki, benimle her şey konuşulur, müsaade buyurunuz, teati edeceğimiz fikirler aramızda kalacaktır. Sizi diğer bir noktada aydınlatayım: Hakikati konuşmaktan korkmayınız; hakikat sizin dedikleriniz değil, benim dediklerimdir. Çok sert ve ciddi tavırla şu karşılıkta bulundu: -Kumandan Bey, biz size hürmet ettik, çünkü bize dediler ki Arıburnu ve Anafartalar Kumandanı Mustafa Kemal Bey hizmet etti, bunun için zatıâlinizi iyi kabul etmek istemiştim. Fakat bugün bana bahsettiğiniz şeylerin başka manada olduğunu hisseder gibi oluyorum. Beyefendi, bu konuların ve eleştirilerin makam ve muhatabı ben değilim. Ben ordu başkumandanına, onun Erkâniharbiyesi'ne, bütün Vekiller Heyeti ile beraber derin ve sarsılmaz itimat taşıyan bir nâzırım. Sizin tereddütleriniz olabilir; sizin vâkıf olmadığınız hakikatler bulunabilir. Ben size bunları izah etmekte mazurum. Eğer siz buraya şüphe ve tereddütlerinizi gidermek için gelmişseniz, yanlış yere geldiğinizi ihtar etmek mecburiyetindeyim. Başkumandanlığa ve Erkânıharbiyesi'ne müracaat ediniz. Hiç şüphe etmem ki orada sizi lüzumu kadar, ihtiyacınız kadar aydınlat- maya muktedir kişiler vardır. -Bana yol göstermek nezaketinde bulunduğunuz için size teşekkür ederim. Yalnız müsaadenizle şunu arz edeyim ki, evvela ben Türk ordusunun yabancısı bir adam değilim, ben ordu ile çok küçük subaylıktan beri derinden temasa gelmiş bir askerim. Ben hadiselerin sevki ile ordunun içinde subay, nihayet kumandan olarak iş görmüş ve zannima göre başarılı olmuş bir kumandanım. Türk ordusunu, onun faziletini, kıymetini ve bu ordu ile neler yapılabileceğini benim kadar anlayan az olmuştur. Beni acemi bir subay, tesadüfle kumandan olmuş bir adam gibi kabul ettiğiniz için üzgünüm. Bununla birlikte sizi mazur görüyorum, zira bütün hayatınızda, hatta şimdiki önemli siyasi vazifenizde bile henüz hakikatle temasa gelmiş bir zat değilsiniz. Bana bir şey tavsiye ettiniz ki ben onu yapamam. Başkumandanlık Vekâleti'ne ve Erkânıharbiyesine müracaat etmek, tereddütlerimi gidermek! Beyefendi farkında değil misiniz ki artık bu memlekette milli bir Erkânıharbiye heyeti yoktur; bir Alman Erkânıharbiyesi vardır. O Alman Erkâniharbiyesi ki, Türk ordusunda ilk icraat olarak benim gibi asi bir askeri tardetmek kararına vardı, beni o heyete mi gönderiyorsunuz? Birkaç gün sonra işittim: Bu Nâzır Beyefendi, benden Vekiller Heyeti'ne şikâyet etmiş, hatta cezalandırılmamı talep etmiş. Kahkaha ile güldüm. Evet o zaman herhangi bir Mustafa Kemal, böyle içi dışı çürümüş, soysuzlaşmış bir sülalenin ismi padişah olan reisine arkasını vererek kendini kuvvetli zanneden bir heyet tarafından kolaylıkla cezalanabilir anlayışı geneldi. Fakat ben, başı ve sonu malum olmayan, kimi kendini âlim, kimi kendini dâhi, kimi kendini diktatör, kimi kendini doktor farz eden bu adamların naçiz Mustafa Kemal'e bir şey yapamayacaklarından emindim. Bir şey yapabilirlerdi: O da o gün hâkim oldukları süngüye ve hayvanlığa dayanarak Mustafa Kemal'i yakalamak ve asmaktı. Halbuki o gün isyanımın bütün millet arasında duyulmasını nimet sayardım. Onlar buna cesaret edememişlerdir. Niçin? Zannederim ki, yapabileceklerine emin olmadıklarından!”
Sayfa 10 - Kaynak YayınlarıKitabı okudu
·
56 görüntüleme
Yorum yapabilmeniz için giriş yapmanız gerekmektedir.